ABDULLAH AYMAZ
Zübeyir Gündüzalp ağabeyimiz 1920 yılında, Konya Ermenek’te doğmuştur. Anne ve baba tarafından Kafkas kökenlidir. Annesinin ismi Seyyide, babasının ise Mehmet’tir. Kur’an-ı Kerim ve İslamî bilgileri, Ermenekli Dr. Tahir Barçın’ın babası Mahmud Nedim Efendiden alır. Mahmud Nedim Efendi, İstanbul’dan icazetli, müderris ve kurra bir zâttı. Bu zât, Zeynelâbidin Hazretlerinin torunlarındandır.
Zübeyir ağabey askerliğini yaptıktan sonra Konya’da memurken Halıcı Sabri ağabeyle tanışır. Küçük Sözler ve Gençlik Rehberi kitaplarını, bir lise talebesi olan Rıfat Filiz ağabeyden alır. Sabri ağabeyin oğlu Feyzi Halıcı’nın tertiplediği Risale-i Nur sohbetlerine dâhil olur. Böylece Konya’da Risale-i Nurları okuyan bir grup teşekkül eder. Bunlar; Muhsin Alev, Ziya Arun, Ziya Nur Aksun, Kâmil Öztürk, Ahmet Atak (Hatip), Feyzi-Mehdî ve Ömer Halıcı’dır.
Zübeyir ağabey Üstad Hazretlerini ilk defa 1945’te, Emirdağ’da ziyaret eder. Üstad ona ders verirken “Mesleğimiz meşakkattir. Meşakkat ise makbuliyet alâmetidir” demiştir. Meşakkatler hayatı boyunca hep kendisini takip etmiştir. Üstad ile görüşmesi ona derinden tesir etmiştir. Bunu şöyle dile getirmişti: “Üstad Hazretlerinin vech-i mübarekini (mübarek yüzünü) çevreleyen heybet ve celâl ifadesinin yanında projektör gibi parlayan fart-ı zekâ (yüksek derecede zekâ) şuleleri parlayan gözlerinin derinliklerinde şefkat, merhamet, rikkat ve asâlet görünüyordu.”
Zübeyir ağabey, İslahiye’de postane memuru iken lise müdürüne ziyarete gider, dost olur. Gelip giderken bazı öğrencilerle tanışır. Onlarla bir hizmet bağı kurar ve orada bir cemaat oluşur.
İslahiye’de bir polis memuru ile de dostluk kurar. Bu memur bir gün gelip kendisine; “Bugün emniyete çift yıldızlı bir mektup geldi. Sanırım seni takip için gönderildi” der. Zübeyir ağabey buna hiç önem vermez. Birkaç gün sonra aynı polis gelip “Beni de seni takip için görevlendirmişler! Onlara ne cevap vereceğimi bilirim. Ha bir de ‘Bu kurnaz bir Nurcudur, haberi olmadan takip edilsin’ diye not düşmüşler” der. Bu inançlı ve mert polis daha sonra, “Eğer bütün memurlar Zübeyir Gündüzalp gibi olsa, devletin sırtı yere gelmez” diye bir rapor yazar.
23 Ocak 1948 tarihinde Emirdağ’dan Afyon hapsine gönderilen Bediüzzaman Hazretlerinin ileri gelen bütün talebeleri de yanındadır. Yalnız bunlar arasında Zübeyir Gündüzalp ağabey yoktur. Buna çok üzülen Zübeyir ağabey, Üstad’la hapiste olmamayı büyük bir eksiklik olarak görür. Bir hapishane ziyaretinde bu sıkıntısını Ceylan Çalışkan ağabeye açar. O da, “Ondan kolay ne var! İnönü’ye bir telgraf çek, ertesi gün yanımıza gelirsin” der. O da hemen “Siz Nurcuları Afyon Hapishanesinde topluyorsunuz, ama Akşehir’de posta memuru Zübeyir Gündüzalp’i görmüyorsunuz. O durmadan Nurculuk yapıyor” mealinde İnönü’ye bir telgraf çeker. Ardından gelen bir emirle hemen tutuklanıp Afyon Hapishanesine konur.
Mahkemeye gidip gelirken Nur talebelerinin üzerleri aranır. Zübeyir ağabey bu hususu şöyle değerlendiriyor: “Biz hapisten dışarıya çıkarken, üzerimizde silah bıçak yerine, kalem kâğıt arıyorlardı. ‘Âhir zamanda âlimlerin mürekkebi, şehitlerin kanıyla tartılır’ hadis-i şerifinin sırrını o zaman daha iyi anladım.”
Zübeyir ağabey tahliyeden sonra her gün sabah, öğlen ve akşam Üstad Hazretlerini ziyaret eder, yemeğini getirir, ihtiyaçları karşılar. Her gidişinde, hapishanenin cümle kapısının önünde durur, Üstad’ın pencereden gözükmesini bekler. Üstad, Zübeyir ağabeyi görünce, o gün yapılması gereken hizmetleri kendisine işaretle anlatır. Zübeyir ağabey de Üstadın bütün talimatlarını tam olarak yerine getirir.
Üstad Hazretleri gardiyanlara bakkaldan bisküvi ve lokum aldırır. Lokumların, yazılı olmayan düz ve temiz kese kâğıtlarına konmasını ister. Sonra da onları yazı malzemesi için kullanır. Çünkü El-Hüccetü’z-Zehra risalesi Afyon hapsinde yazılmıştır. Ayrıca Afyon Savcısı, hatalarla dolu uzun iddianamesini saatlerce dinlettirdiği halde, maznunlara bir iki dakikadan fazla savunma hakkı verilmemiştir. O gün Üstad Hazretleri, elinde bir kese kâğıdıyla, hapishane penceresinde gözükür. Parmağıyla kese kâğıdının altını işaret eder; sonra ellerini daktilo tuşlarına dokunur gibi yapar. Ardından kollarını makas gibi birkaç defa açıp kapatır. Zübeyir ağabey mesajı almıştır: Kesekâğıdının dibindeki yazı alınacak, önce daktiloya çekilecek, sonra çoğaltılıp gerekli yerlere gönderilecektir.
Zübeyir ağabey hızla hapishane kapısından içeri dalar. Üstad Hazretleri o sırada elinde kese kâğıdıyla odasından aşağı inmektedir. Demir kapının önünde buluşurlar. Fakat gardiyanlar Zübeyir ağabeyi görünce bağırmaya başlarlar: “Bıktık senden, yine mi sen!” O da: “Ne var bunda, Üstad bir şey soracak, gideceğim” der. Kese kâğıdını Üstad’ın elinde gören gardiyanlar, dikkat kesilirler. Üstad, bir lokum çıkarıp gardiyan Ahmet Efendinin ağzına koyar, “Ben yiyemiyorum, dokunuyor, talebelere teberrük vereceğim” der. Ayrıca “Çok hoş, çok hoş” diyerek birer tane daha verir. Gardiyan lokumla oyalanırken kese kâğıdını Zübeyir ağabeye uzatarak, “Bunu talebelere dağıt… ‘Beray-ı malumat’ (bilgi vermek için) dersin” der. Zübeyir ağabey sezdirmeden, önce yavaş adımlarla yürür, dış kapıya yaklaşınca süratle koşar, kaldığı eve gelir. Üstadın yazdığı kese kâğıdındaki metni daktilo eder. Sonra da çoğaltıp bütün bakanlıklara gönderir. Bir müddet sonra, Afyon Savcılığına, Emniyet Müdürlüğüne, Valiliğe peş peşe yazılar gelmeye başlar. “Said Nursi’nin hapisten dışarı yazı çıkartmasına nasıl izin verildiği” sorulur. “Bu işi mutlaka Zübeyir Gündüzalp yapmıştır” diye savcılığa çağrılır. Sorguda, “Adalet Bakanlığına göndermeni anladık. Peki, bu Orman Bakanlığı, Ziraat Bakanlığı neyin nesi oluyor?” denilir. Zübeyir ağabey, Üstadının yanından ayrılırken duyduğu sözü tekrarlar: “Beray-ı malumat, efendim.” Onlar, “Ne demek?” diye sorarlar. O da “Adalet Bakanlığına gereği, diğerlerine ise bilgi için.” Bu cevaba karşı hukukî olarak söylenecek bir söz yoktur. Tahkikat neticesiz kalır.
Üstad Hazretleri, Zübeyir ağabeyi çeşitli hizmetlerde istihdam eder. Şam’a, Ankara’ya, İstanbul’a gönderir. Üstad’ın selam ve mesajını birçok kişiye ulaştırır. Eşref Edip Fergan’ı da ziyaret edip “Üstadım Bediüzzaman’ın size selamı var. Sizin 50 senelik mücadelenizi takdir ve tebrik ediyor” deyince o da “Asıl biz Üstad’a minnettarız. O şiddetli istibdat devrinde, kalemlerimizi kırıp ağızlarımıza kilit vurdukları, gazetelerde tek kelime Allah’tan bahsettirmedikleri zamanda, Risale-i Nur’la iman ve Kur’ân hakikatlerini neşrederek istibdadı parçaladı. Ancak biz, ondan sonra, bir kahraman gibi ortaya çıkıp yazmaya başladık” der.
Mehmet Kırkıncı Hocamız bir hatırasını şöyle anlatıyor: “Zübeyir ağabey, büyük bir feraset ve öngörü sahibi idi. Olayların daha başından, sonunu görür, nereye varacağını kestirirdi. Bu ona Üstad’dan kalan bir özellikti. Yine o günlerde Vatikan’dan Papa, Türkiye’yi ziyarete gelmişti. (Bazı yazarlar, Papa’ya ateş püskürüyor, veryansın ediyorlardı.) Mustafa Polat, Avukat Bekir ağabeyin yazıhanesine geldi. Papa’nın gelişini nasıl karşılamak gerektiğini sordu. Doğrusu ben de o gün aleyhte olan düşüncemi belirttim. Ama Mustafa Polat, ‘Zübeyir ağabeye de sormalıyım’ diye bekledi. Zübeyir ağabey geldi. Polat, ‘Papa’nın gelişini nasıl karşılamalı, neler yazmalı?’ diye sordu. Zübeyir ağabey, hiç tereddüt etmeden ‘Hoşâmedi’ ile (hoş geldin diyerek) karşılamalısın. Çünkü Üstad, Patriği ziyaret edip konuşmuştur’ dedi. Doğrusu ben de şaşırdım… Daha sonra zamanın Başbakanı Süleyman Demirel’i ziyarete gittiğimizde, aynı Zübeyir ağabey gibi ‘Şu bakanlarıma, Papa’nın iyi karşılanması gerektiğini anlatamıyorum. Batı dünyası ve milletler arası münasebetlerde bu çok önemlidir” deyince o zaman Zübeyir ağabeyin dünya siyasetine ait geniş ufkunu daha iyi anladım.”
Fethullah Gülen Hocaefendi, Zübeyir ağabey için şöyle diyor: “Büyük doğumların ve iz bırakan hareketlerin temelinde Asr-ı Saadetin izdüşümü denebilecek bir hayat tarzı vardır… İşte, sonraki nesiller için birer yâd-ı cemîl olan bu kahramanlardan biri de Zübeyir Gündüzalp idi. Çok sevdiğim, saygı duyduğumum Zübeyir ağabeyin zaman zaman yanına gider gelirdim. Çok ciddiydi, sevgisini dışa vurmazdı. Bir iki defa bana nasihat etmişti. Üstad’a öyle delice medyundu. Hakikaten o, imanın üzerine konan tozu toprağı onunla süpürmüş ve öyle bir ruh hâleti içinde derin bir medyuniyet taşımıştır. Zübeyir Gündüzalp, Bediüzzaman Hazretlerinin ileri gelen talebelerinden, alperenlerden birisi. Devâsa, derin bir girdap gibi mübhemiyet, muğlâkıyetlerle her zaman başımızı döndüren bir Zübeyir Gündüzalp… Konuşurken bulanık konuşurdu. Bir sürü hastalığı vardı. Zannedersiniz ki böyle göklerden gelen bir ses, sizin sinenize çarpıyor. Bunlar, çok önemli misyonu temsil eden, çok önemli mevhibelerle beslenen insanlardır. Hiçbir şey olmasa, Zübeyir ağabey, hiç Nurları bilmese, Üstadın huzurunda bulunmuşluğun ona verdiği bir şey vardır ki teker teker tırnağı kadar parçalasaydınız onun aklının köşesinden muhalefet etme geçmezdi. Tepeden tırnağa bir acayip vefaydı o. O bir kutuptu, başlı başına bir kutup…”
Uzun zamandır rahatsız olan Zübeyir ağabey, 2 Nisan 1971 Cuma günü, İstanbul Kirazlımescid 46 numarada, yaklaşık 10 yıl kaldığı Risale-i Nur medresesinde ruhunun ufkuna yürümüş, Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur.
Zübeyir ağabeyi ilk defa 1963’te Hüseyin Çağdır ağabeyin halı dükkânında görmüştüm. 31 Mart 1971’de Risale-i Nur dersi yaparken polis baskını ile 1 Nisan’da tutuklanıp İzmir Buca Cezaevine konulmuştuk. 2 Nisan’da Bekir Berk ağabey vekâletimizi almak için cezaevine gelmişti. İşte orada bizimle görüşürken kendisine Zübeyir ağabeyin vefat haberi gelmişti. Bekir Berk hemen İstanbul’a dönmüştü.
Fethullah Gülen Hocaefendi ağabeyin cenaze namazından bahsederken, “Tam tabutla yürümeye başlamıştık ki birden bire nereden çıktığını bilemediğim güvercine benzeyen bir sürü kuşun kanat seslerini duydum. Kuş sürüsünün, çok geniş bir alanı kapladıktan sonra ‘pır’ edip onun tabutunun üzerinden fezanın açıklarına doğru uçuverdiğini gördüm” diyor.
Cenab-ı Hak, merhum Zübeyir ağabeyimize gani gani rahmet eylesin, bizleri onun şefaatine mazhar eylesin.
(Çağlayan dergisinin 01.10.2019 tarihli sayısından alınmıştır)