Nân içün medheyleme nâdânı, nâdânlık budur,
Hayber-i nefsin helâk et, Şâh-ı Merdânlık budur.
Diyarbakırlı Kâzım Paşa
Yezid’in Kerbelâsı’ndan Süfyanın Kör Belâsına ÇIKARİZM
İnsanlık tarihine genel olarak bakıldığında “insan nesnesi”nin pek değişken bir tavır sergilemediği görülecektir. Bu hususu Kur‘ân âyetlerinden takip edecek olursak, insanların çoğunun; kâfir, fâsık, müşrik, yalancı, gâfil, inkârcı, iman etmeyen, akletmeyen, Kur’ân’dan yüz çeviren, haktan hoşlanmayan, şükretmeyen, nankör, rızkı Allah’ın verdiğini bilmeyenler… olduğu net bir şekilde ifade edilmiştir.
Hz. Âdem’den bugüne kadar insanların kahir ekseriyeti hep çıkarlarından yana olmuş, günübirlik olanı, ebedî olana tercih etmiştir; “Hayır hayır! Siz, peşin gelir olarak (gördüğünüz dünyanın) peşindesiniz ve onu tercih ediyorsunuz. Âhiret’i ise bir kenara koyuyorsunuz.”[1] Yine Kur’ân; “De ki; ‘Rabbim, rızkı kime dilerse ona bol verir, kimi dilerse ona da kısar ve ölçülü verir. Ne var ki, insanların çoğu bu gerçeği bilmezler.”[2] diyerek; hem nimet-i hakîkînin kim olduğunu ortaya koymuş hem de insanların genel psikolojisini çok sarih bir şekilde beyan buyurmuştur. Denebilir ki; insanların kula kulluk etmekten kendilerini alamamaları, dolayısıyla bir pul haline gelmelerindeki temel etken işte bu gerçek nimet vericinin kim olduğunu unutmalarından kaynaklanmaktadır.
İnananların önemli bir kısmı sırf Allah’ın rızasını talep etmek için ibadet etmekle birlikte, büyük çoğunluğun Cennet ve Cehennem gerçeğinden dolayı kulluğa yeltendiğinde şüphe yoktur. Âkif,
“Aldanma insanların samimiyetine, menfaatleri gelir her şeyden önce,
Vaad etmeseydi Allah cenneti, O’na bile etmezlerdi secde”
derken, tam da buna işaret etmektedir. Efendimiz bir hadîslerinde; “Kişinin namazına, orucuna bakmayın; konuştuğunda doğru konuşup konuşmadığına, kendisine emniyet edildiğinde güvenilirliğini ortaya koyup koymadığına; dünya kendisine güldüğünde takvayı elden bırakıp bırakmadığına (menfaat anındaki tavrına) bakıp öyle değerlendirin”[3] buyurmaktadır. Diğer bir rivâyette de meâlen; “Kişinin namazı, orucu sizi aldatmasın. Dileyen oruç tutar, dileyen namaz kılar. Fakat güvenilir olmayanın dini de olmaz.”[4] beyanları, bizlere yol gösterici mahiyette işaret taşlarıdır.
*
Güve’nin ağacı yiyip içeriden çökerttiği gibi menfaatçilik/çıkarcılık da insanı yavaş yavaş, ama mutlaka içini boşaltarak bitirir. Menfaatçilik; münafığın (menfaatçinin/çıkarcının) yüzlerinden sadece biridir. Menfaatçinin gir(e)meyeceği şekil ya da renk yoktur. Bukalemun gibidir. Bulunduğu ortama rahat uyum sağlar. Giremediği grubun/yapının düşmanı, girebildiğinin goygoycusudur. Sen onu kendinden zannedersin, ama asla senden değildir. Aslında o, kendinden başka hiç kimsedendir. Başka bir yerde çıkarı/avı olduğunu gördüğünde seni aniden terk eder ve gördüğü yemden yemlenmek için başka bir yere atlar. Daha açık ifadeyle birinin sırtından iner bir başkasının sırtına biner. Taşımanın değil, taşınmanın aklîlik, zekilik, ve kurnazlık olduğuna, öyle olması gerektiğine inanır.
Üç-beş kuruşa peylenmek en önemli hususiyetlerindendir; hiçbir ahlakî ve vicdânî rahatsızlık duymadan bütün dost ve arkadaşlarını satabilir. Doyumsuzdur. İstemede ve elde etmek için her türlü yola baş vurmada sınır tanımaz. Menfaatlerini bütün değerlerinin üstünde tutan bu mahluklar, tanrılarından istemeye başladıklarında da öyle “üç-beş köşkle üç-beş hûri” olan sekiz cennetten birine kanaat getirmezler, hem cennetin aʻlâsını, hem de o cennetin en aʻlâ makamını isterler.
Sen ne kadar “ukbâ” buudlu düşünsen de menfaatçinin düşündüğü tek şey “ukbâ” adı altında “urba”sıdır. Ölçüsü, tartısı “ukbâ” değil, “urba”dır.
Sen bir aşkın Kerbelâsısındır, o bir menfaatin körbelâsı. Sen, sevginle, aşk u şevkinle sermest olmaya çalışırken, o, menfaati için seni ve herkesi derdest etmek/ettirmek istiyor olabilir. Bu sebeple; insan, belâ-yı aşkın kerbelâsı, menfaatçi ahlâksızın ise körbelâsı olmalı ve çıkarından başka bir şey düşünmeyenleri -havada kanat vurup pervaz etseler bile- en kısa zamanda hayatından çıkarmaya bakmalıdır.
“Menfaatçilik” ya da “çıkarcılık” zehrinin panzehri “Beklentisizlik”tir. O kadar ki, kişi okuduğu Kur’ân’a, yaptığı hayır ve hasenata karşı insanlardan bir “Allah razı olsun!” beklentisine bile girmemelidir. Evet, bütün bunları Allah rızası için yapmalı, ama kimseden “Allah razı olsun!” demelerini beklememelidir. Aslında, böyle bir beklenti çok masum bir şeymiş gibi gözükebilir. Ancak, nice insanın dünya ve âhiretini mahveden husus vardır ki hepsi böyle “masum” ve küçücük beklentilerden meydana gelmiştir. Dolayısıyla, belki sonu şerre çıkacak “isteme” ve “beklenti”lerin önü, en baştan hiçbir beklentiye girmemek üzere kesilirse, yani o kapı en başından itibaren kapatılırsa saf ve sağlam kalmak daha kolay olacaktır.
*
Çıkarcılık konusuna toplumsal açıdan bakacak olursak; Çıkarcı bir toplum ahlâksız ve hasta bir toplumdur, diyebiliriz. Bu tür toplumlarda genel olarak insanların ellerinde tespih, dillerinde zikir ve Kur’ân vardır. Namazlarını kılar, oruçlarını tutar, çocuklarını Kur’ân Kurslarına gönderirler.. Bir kısmı Tarikat, bir kısmı Cemaat, bir kısmı da Diyânet ehlidir.
Çıkarcılık; bir konuda başlayıp, hayatın bütün safahatına yayılan amansız bir virüstür. Bir kez bünyeye girmeye görsün; yıkmadığı bina, tahrip etmediği değer bırakmaz. Her devirde, her insan ve toplumda kendini gösterebilir.
Hz. Hüseyin dönemindeki İslâm toplumunda da bugünkü hastalıklara benzer hastalıklar vardı; Müslüman toplumun bir kısmı menfaatlerine mağlup idi. Sisteme midelerinden bağlanmışlardı. Hüseyin’i haklı görseler bile midelerini Yezid doyurduğu için âhiretlerini hebâ etme pahasına onun yanında yer alıyorlardı. Hz. Hüseyin’in ise kendisine biçmiş olduğu bir misyon vardı ve O, bu misyonun hakkını vermekten başka bir şey düşünmüyordu. Ayrıca, “Hz. Hüseyin’in gerek hurucuna karşı çıkanlara söyledikleri, gerekse yol boyunca yaptığı konuşmalardan anlıyoruz ki O, bu isyan sonucunda bir zafer ve galibiyet elde etmeyi ummuyordu. Zaten böylesi bir galibiyet için ne gücü, ne de parası vardı. Oysa bu ikisi, insanları etrafında toplamak ve mücadele etmek için şarttı. Hz. Hüseyin, bu sebeple gâlip gelemeyeceğini ve öldürüleceğini bile bile yola çıktı. Peki, bu doğru mudur? O, kaybedeceği bir savaşa neden girdi? Hz. Hüseyin döneminde İslâm toplumu âdetâ hastaydı. Az bir para ve mal uğuruna devletin her türlü rezilliğine katlanıyorlardı. Devletin ve toplumun kötü gidişatına “dur” diyebilecek bir harekette de bulunmuyorlardı. Böylesi bir hareketi hep başkasından bekliyorlardı. Kendileri bu uğurda hiçbir şey yapmıyorlardı. Bu hususta yapılan uyarılara da aldırış etmiyorlardı. Evet, belki Hz. Hüseyin’i kalben seviyorlardı; Onun toplumu düzelteceğine güveniyorlardı. Ancak iş kendilerinden de fedakârlığa gelince, sevgilerini unutuveriyorlardı; her ne kadar kalpleri yine Hz. Hüseyin ile olsa bile. Kendilerine mal ve para veren devletin yanında yer alıyorlardı. Bu gidişattaki bir toplumu, olması gereken, şerefli konuma getirmek imkânsız gibiydi. Bu toplum ancak, kendisini haksızlığı durdurabilmek için kurban edecek bir kişinin infial uyandıracak intihârî hareketiyle mümkün olabilirdi. Hz. Hüseyin’in gayesi de işte bunu temin etmekti.”[5]
Görüldüğü üzere ne tarih değişmiştir, ne düzen. Bir Allah kulu yoktur, aksini gören. Ortada bir gerçek var ki, o da; Yezid, kendisine biat etmeyen Hz. Hüseyin ve ailesini şehit ederek Emevî idaresinin sultanı olmayı tercih etti, âhiretini mahvederek dünyayı kazandı; Hz. Hüseyin ise Hakkın hatırını âlî tutmak için haksızlığa boyun eğmedi, hem dünyadaki bütün müslümanların efendisi oldu hem de âhireti kazandı…
[1] Kıyâmet Sûresi, 75/20,21.
[2] Sebe Sûresi, 34/36.
[3] Kenzü’l-Ummâl, Hadis No: 8435.
[4] Kenzü’l-Ummâl, Hadis No: 8436.
[5] Hz. Hüseyin’in, Yezid’e isyan sebeplerinden olarak, “özellikle Şîî sempatisiyle kaleme alındığı hissedilen bazı eserlerde Hz. Hüseyin’in, Emevî devleti tarafından işlenilen haksızlıkların ortadan kaldırılması ve toplumun bu kötü gidişat karşısında sesini yükseltebilmesi için kendini feda etmek istediği”ne dair bkz. Şemsüddin, Sevretü’l-Hüseyin, s. 205’ten naklen, Ünal Kılıç, Tartışmaların Odağındaki Halife Yezid, İstanbul 2013, s. 202-203.
[1] Hz. Hüseyin’in, Yezid’e isyan sebeplerinden olarak, “özellikle Şîî sempatisiyle kaleme alındığı hissedilen bazı eserlerde Hz. Hüseyin’in, Emevî devleti tarafından işlenilen haksızlıkların ortadan kaldırılması ve toplumun bu kötü gidişat karşısında sesini yükseltebilmesi için kendini feda etmek istediği”ne dair bkz. Şemsüddin, Sevretü’l-Hüseyin, s. 205’ten naklen, Ünal Kılıç, Tartışmaların Odağındaki Halife Yezid, İstanbul 2013, s. 202-203.
Hizmetten | Taceddin Kayaoğlu