Yağmur gözlüm!
Apansız gidiverdin. İçimi ateşe verdin.
Gerçi ne zaman gitsen benim için yine de apansız bir gidiş olacaktı bu. Çünkü sensizlik kendime anlatabileceğim bir şey değil ve hiç olmayacak.
Yağmur gözlüm!
Apansız gidiverdin. İçimi ateşe verdin.
Şimdi nereye dönsem, hüzün renkli bakışlarını görüyorum. Ne yapsam, gönlümde uyanan sana ait bir hatırayı yeniden ilmek ilmek örüyorum. Bir söz söyleyecek olsam senden devşirdiğim kelimeler yakıyor dudaklarımı. Bu hal ne kadar sürecek bilmiyorum.
Yağmur gözlüm!
Apansız gidiverdin. İçimi ateşe verdin.
Kapıyı kapattığımda, ışığı yaktığımda, odama çekildiğimde, sofraya oturduğumda, sokakta yürüdüğümde, aynaya baktığımda her anımda, her yanımda mahzun ve mustarip yüzün.
Aklım fikrim, gönlüm zikrim, sabrım şükrüm, işim gücüm,çocukluğum, delikanlılığım, ahir ömrüm her tarafım, her yerim senin izin…
Ciğerime çektiğim nefes değil çifte acı verilmiş hüzün.
Yağmur gözlüm!
Apansız gidiverdin. İçimi ateşe verdin.
Kızıma sarılıyorum ismi senden, oğluma sesleniyorum adı sen.
Kitap okuyorum satırlar senin.
Ben ne yapacağım bundan böyle?
Yokluğun bir zehir, emiyorum.
Halimi kimseye demiyorum, diyemiyorum.
Kaçarak kurtulacağımı sanıyorum yokluğundan. Başımı yorgana gömüyorum.
Ama artık rüya görmek istemiyorum.
Seni görüyorum.
Kendimi bir an on iki yaşlarımda,evimizin salonundaki endam aynasının önünde, babamın siyah pardesesünü giymiş halde sana benzemeye çalışırken… Çekyatın üstündeki Schaub-Lorenz marka teypten dinlediğim hutbeyi ezberlemeye emek ederken buluyorum. Ah! Kaseti başa sarar gibi sarsam zamanı çocukluğuma doğru.Herşeye daha büyük bir hevesle seninle yeniden başlasam.
Yağmur gözlüm.
Apansız gidiverdin. İçimi ateşe verdin.
Medrese-i Yusufiye’den çıktıktan sonra en büyük arzum sana ulaşabilmekti. Hapishane arkadaşlarıma da söz vermiştim. İlk işim bu olacak, “İlk günkü gibi emrinize amadeyiz.” deyecektim hepimiz adına. Ulaştım da nihayet. “Nasılsın?” adında bir şelale ahizeden gönlüme ab-ı hayat gibi dökülmüş, dünyalar benim olmuştu. “Size olan hasretimin dışında hiçbir sıkıntım yok. Allah’a hamdolsun.” deyebilmiştim içimi çeke çeke.
Senin sesini tanımıştım önce. Meğer sana vedamda sesin üzerinden olacakmış.
Yağmur gözlüm!
Apansız gidiverdin. İçimi ateşe verdin.
Sükut senfonisiydi kubbede dalgalanan son avazın.
Bana son vaazındı bu.
Sen sustun,ben dinledim, alem dinledi.
İçim dışım, yer gök bu sükutun feryadıyla inledi.
Sustun.
Cümlelerin en güçlüsüyle konuştun.
Hiçbir kelime ve kelamın,susmaya sığdırdığın anlamı ve hikmeti yüklenecek bir derinliğe sahip olmadığını biliyordun elbet.
Kelimeleri çıkardın aradan. İçindeki yangını şerhetmeye yetmiyordu kelimeler. Kelamı terkettin. Kelimelerin zindanından suskunluk diyarına hicret ettin.
Beni de alemi de mana ile başbaşa bıraktın.
Sustun.
Bu susma,seni daha iyi idrak edebilmek, derinliklerini keşfedebilmek, gaye-i hayalini adamakıllı anlayabilmek için bana ve çağına irad ettiğin son hutbeydi.
Yine gözyaşlarıyla, yine hıçkırıklarla dinledim.
Ben ağladım, felek ağladı, melek ağladı.
Sustun.
Derinlik hep sessiz, hikmet daima suskun. Her sessizlik ürpertici bir derinlik, her suskunluk anlaşılmayı bekleyen bir hikmet. Lisanları sükut. Sen ölçemediğim derinlik. Keşfettikçe muammalaşan hikmetim. Dev bir mıknatıs gibi ana lisanına çekip mıhladın beni.
Sustun.
Ey sabrın, teslimiyetin ve tevekkülün zirvelerinde şahlanan bilgem!
Benim de alemin de cidarlarında suskunluğun yankılanıyor.
Sensizliğin derunumu un ufak eden gümbürtüsü, dışarıya nasıl dingin bir sessizlik olarak taşıyor, anlayabilmiş değilim.
Suskunluğunun gücünden mi bu? Yoksa kırkbeş seneden beridir yoğurup durduğun mahiyetimin evrildiği kıvamın tezahürü mü?
Bilmiyorum.
Sustu yağmur gözlüm.
Sustu ve kendini sessizliğin evrenine bıraktı.
“Her sessizliğin bir ihtilal.” olduğunu ünleyen şair!
Şimdi suskunluğun hikmetine ram olmuş ben,
“Büyülenmiş bir ceylan gibi bakıyorum zamana,
Sessizlik dökülüyor her yanımdan yaprak yaprak.”
Söz bitti.
Artık ilah-i adalet konuşmaya başlayacak.