Vefa, insanın en asil duygusudur; kökleri sevgiye, dalları sadakate uzanır. Ne var ki ihanet, bu ağacı zehirleyen bir baltaya dönüşebilir. Bir gecede, “Hizmet” adına ömürlerini vakfedenler, karanlık bir senaryonun figüranları ilan edildi. Suçsuzluğun belgesi değil, iftiranın ağırlığı sorgulandı. İnsan, en çok da güveninin kırıntılarıyla beslediği ellere sarıldığında ihaneti tadarmış. Çocuğunu askere uğurlayan anneler, eşinin göğsüne taktığı rozetin gururuyla yaşayanlar, bir sabah “vatan haini” damgasıyla uyandı. Vefa, ihanetin küllerinde boğuldu. Kur’an-ı Kerim’de “Andolsun ki sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan ederiz. Sabredenleri müjdele!” ayeti, tam da bu imtihanlar karşısında sabrın ne denli kıymetli olduğunu hatırlatıyor.
İftira, insanlığın en eski silahıdır. Bir söz, bir yalan, bir imza… Yetiyordu bir ailenin çatısını yıkmaya. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “İftira, ateşten bir kor gibidir. Onu atan, önce kendi ellerini yakar.” buyurarak bu zehrin hem mağduru hem faili nasıl yaktığını bin yıl önceden haber vermişti. Babası hapse atılan bir çocuğun “Ne oldu?” sorusuna cevap veremedi anneler. Güven, bir gecede kırılan bir cam parçasına döndü. Ekmeğini kazanmak için sırtını dayadığı devlet, bir anda kapısına polisi, jandarmayı dikti. İşini, eşini, itibarını kaybedenler, dayanılmaz bir çaresizliğin kıyısında “yeter” dedi. Evin direği, ailenin reisi, bir intihar haberiyle toprağa düştü. Geride kalanlar, “Neden?” diye sorarken, cevap yerine sadece rüzgârın uğultusu duyuldu: “Suçumuz neydi?”
Zulüm, bir kasırga gibi çıktı yola… Yıllarca alın teriyle büyüttüğü işyerleri, bir gecede “kayyım” adı altında ellerinden alınan masum işadamları… “Zulmedenler, nasıl bir inkılâba uğrayıp devrileceklerini görecekler!” ayeti, tam da bu acı tabloyu anlamlandıran bir ışık gibi… Emeklerinin karşılığı, “suç” diye yaftalanan servetleri değil, insanlık onurlarıydı. Fabrikalarına el konulanlar, dükkanları mühürlenenler, banka hesapları dondurulanlar… Hepsi, ailelerinin geleceğiyle birlikte umutlarını da kaybetti. Maddi yıkım, manevi çöküşü tetikledi. Çocuklarının eğitimi yarım, hastalar tedavisiz kaldı. Evler barklar satılığa çıkarıldı. Bu, sadece servete değil, insanlığa çöküşün hikâyesiydi.
Ama bu hikâye sadece acıdan ibaret değil. Tıpkı Hz. Eyyûb’un (a.s.) yaralarında filizlenen sabır gibi, Türkiye’nin dört bir yanında sessiz kahramanlar direniyor. Kur’an’ın “Sabredenlere, muhakkak ki ecirleri hesapsız ödenecektir.” müjdesi, işte bu direnişin manevi temelini oluşturuyor. Eşinin mahpusluğuna yıllar boyunca metanetle göğüs geren kadınların, babasız büyüyen çocuklarına “O bir kahraman” diyen gözleri… Çocuklarına babasız büyümenin matemini değil, sabrın ve onurun gururunu öğretiyor. Sabır, iradenin zaferidir. Zulmün geçici, adaletin ebedi olduğuna dair inanç, her duada, her gözyaşında yeniden hayat buluyor: “Rabbim, bize Hz. Eyyûb (a.s.) sabrı ver. Yıkılan çatılarımızı yeniden inşa edecek güç ver.”
Tarih, zulmü yapanların değil, sabrı kuşananların hikâyesiyle ilerler. Bugün hapishane duvarlarının gölgesinde umudunu yitirmeyen her masum, yarının adalet saraylarının koridorlarında bir şahit olacak. Unutmayalım: Güneş, her karanlık gecenin ardından doğar. Vefa, ihaneti yener; sabır, zulmü eritir. Geriye, bu acıyı dindirecek bir neslin yürekten yükselen duası kalır: Rabbim! Gözyaşlarımızı rahmetinin ırmağına akıt, yaralarımızı sabrın ve şükrün gölgesinde iyileştir. Bizi, Hz. Eyyûb’un (a.s.) metanetiyle kuşat; köklerimizi yeniden yeşerten bir bahara eriştir…
Bilmişliğin kibriyle sırtını hakikate dönenler, koltuklarının rahatı uğruna binlerce masumun ahını sırtlandıklarını unuturlar. Tarih, ihanetin geçici zaferlerini değil, vicdanların sessiz çığlığını kaydeder. Kur’an-ı Kerim, bu hakikati şöyle resmeder: “Şüphesiz ki zalimler, nasıl bir inkılâpla devrileceklerini pek yakında bilecekler!” İhanet, tıpkı o kralın fildişi tacı gibi, taşıyanı çürüten bir ağırlıktır. Bugün, Hizmet davasına ihanet edenlerin dünyevî kazançları ne kadar parlak görünürse görünsün, içlerinde filizlenen pişmanlık dikenleri bir gün nefeslerini kesecek. Zira insan, inandığı değerlere ihanet ettiğinde, önce kendi ruhunu satar.
İlginçtir; zulmün mimarları, gece yarısı uyandıklarında ellerinde tuttukları parayla değil, yok ettikleri insanların hayalleriyle yüzleşirler. Shakespeare’in Macbeth’indeki gibi: Kirlettiği elleri temizlemek için okyanusları çağıran kral, her gece cinayetin hayaletiyle dans eder. Bugün, masumların üzerine kariyer inşa edenlerin gözlerindeki huzursuz bakışlar, iç hesaplaşmanın izleridir. Bir hadis-i şerif, bu ıstırabı özetler: “Zulmeden, mazlumun bedduasından kaçamaz. Arada perde yoktur.” Dünya mutlulukları, zehirli bir bal gibi midelerinde kalır.
Bir Hak dostunun ders halkasındaki talebelerin kalp gözleri açıldığında, Levh-i Mahv ve İsbat’ta hocalarının “cehennemlik” yazılı olduğunu görürler ve birer ikişer sessizce dağılırlar. Yalnızca bir talebe, hocasının yanından ayrılmaz. Hak dostu, bu sadık müridine döner ve sorar: “Arkadaşların neden dağıldı, biliyor musun?”
Talebe, önce söylemek istemez. Fakat hocasının ısrarı karşısında, boynunu bükerek itiraf eder: “Efendim… Kalp gözümüz açılınca, sizin cehennemlik olduğunuz yazılıydı levhada. Onlar bu yüzden gittiler.”
Hocası, derin bir tebessümle yaklaşır: “Peki herkes gitti de sen niye hâlâ buradasın?”
Talebe, gözlerini hocasının nurani bakışlarına diker ve şu cevabı verir: “Efendim, sizin sayenizde benim kalp gözüm açıldı. Vefanın ne demek olduğunu sizden öğrendim. Tıpkı Ebu’l-Vefa Hazretleri gibi, vefanın gölgesinde yaşamayı seçtim. Sizden ayrılmak, kalbimdeki bu ışığı söndürmek olur.”
Hak dostu, talebesinin bu sözleri karşısında tebessüm eder ve şöyle der: “Vefa, bir ağaç gibidir. Kökleri sevgiye, dalları sabra uzanır. Sen bu ağacın meyvesini taşıyorsun. İnşallah, bu meyve bir gün nice gönüllere ulaşır.”
Bugün, Hizmet Hareketi mensupları da tıpkı bu menkıbedeki talebe gibi, vefanın gölgesinde yürüyor. Zorluklar ne kadar büyük olursa olsun, onlar vefalarını koruyor. Hapishanelerde, sürgünde, işsizlikte, yalnızlıkta… Her bir Hizmet insanı, vefanın ne demek olduğunu yaşayarak öğretiyor. Onlar, sadece kendileri için değil, tüm insanlık için bir örnek teşkil ediyor. Hizmet Hareketi, vefanın ve sabrın gölgesinde büyüdü. Bugün, bu hareketin mensupları, zulmün karşısında dimdik duruyor. Onlar, vefanın gücüyle, ihanetin ve zulmün üstesinden geliyor. Tıpkı menkıbedeki talebe gibi, onlar da vefanın meyvesini taşıyor ve bu meyveyi nice gönüllere ulaştırıyor.
Napolyon, Moskova’ya girerken “Zafer benim!” diye haykırmıştı. Ancak geri çekilirken, donmuş askerlerinin cesetleri arasında “İhtişam, insanı ne kadar da körleştirirmiş…“ diye mırıldandığı rivayet edilir. Tarih, ihanetin kısa vadeli zaferlerini değil, sabrın uzun soluklu zaferini yazar. Bugün Hizmet’e ihanet edenler, yarının sayfalarında “güvenilmez”, “vicdansız” ve “kimsesiz” olarak anılacak. Çocukları, babalarının miras bıraktığı serveti değil, utanç yükünü taşıyacak.
Köprüyü geçene kadar ayaklarını ıslatan dere, bir gün gelir o köprüyü yıkar.
Sırtını dayadığın tahtın altındaki toprak, seni yutmaya hazırlanırken,
En çok, terk ettiğin değerlerin gölgesinde ağlarsın.
Zulüm kumdan bir şatodur; gelgit vakti geldiğinde,
Geride sadece ‘keşke’ler kalır…
Ey merhametlilerin en merhametlisi!
Yüreklerimizdeki yangını rahmetinle söndür, kırılan dallarımıza yeniden hayat bahşet. Hapishane duvarlarını imanın sesiyle yık, sürgün yollarını vatan hasretiyle aydınlat. Bize eziyet edenlere hidayet nasip eyle… Bilmiyorlar, ama Sen her şeyi biliyorsun.
Ey adaletin sahibi!
Zalimin karanlığını hakikatin ışığıyla dağıt. Mazlumun ahını rahmetinin şefkatine ulaştır. Bizleri, “Elhamdülillah” diyebilenlerden eyle… Son nefesimize kadar, vefanın gölgesinde yaşat.
Âmin.
Bu satırlar, kaybedilenlere bir ağıt, direnenlere bir selam ve umuda bir davettir. Çünkü insan, en çok da umutsuzluğun kıyısında insan kalabilendir…