Bir liderin, cemaati ve arkasındaki insanlar tarafından her yönüyle hüsnü kabul görmesi ve onun güvenilir, itimat edilir bir insan hâline gelmesi; ferdî, ailevî, içtimaî, iktisadî, siyasî, o topluma ait bütün problemleri çözmesine bağlıdır. Bir lider, arkasındaki insanların böyle ferdî, ailevî, içtimaî problemlerini çözdüğü ölçüde kabul görür ve onlar tarafından sevilir, sayılır, omuzlara alınır, bayraklaştırılır ve ebedlere kadar ona sahip çıkılır. İşte Hz. Muhammed Mustafa (sallallâhu aleyhi ve sellem), insanlık için bütün problemleri çözen böyle bir liderdi…
Problemleri çözmede alternatif olarak, baskılara başvurabilir, çeşitli cezalar verebilir, sürgüne gönderebilir, vatandaşlık haklarından mahrum edebilir, ezebilir, zindanların kapılarını ardına kadar açabilir, işkencenin her çeşidini tatbik edebilir, hafiye teşkilatınızı insanların arkasına takabilir, korkutma ve devlet terörüyle bazı kimseleri baskı altına alabilirsiniz. Ama, bunlarla hiçbir problemi kökünden halledemezsiniz. Halletmek şöyle dursun, değişik komplikasyonlara ve toplum çapında depresyonlara sebebiyet verebilirsiniz. Dolayısıyla da bu bir çözüm yolu değildir. Bazı kimseler bunu çözüm saysalar bile, bu, yeni problemler doğuran bir çözüm yoludur. Hatta o, bir fasit daireye girmek demektir; siz bir şeyi çözdük diye sevinirken bir sürü komplikasyonla karşı karşıya kaldığınızın farkında bile değilsinizdir.
Fasit daire (yenilerin ifadesiyle kısır döngü), bir kere teşekkül etti mi artık onu kıracağınız âna kadar, her kurtulma hamleniz sizi biraz daha batırır. Oysaki, Hz. Muhammed Mustafa (sallallâhu aleyhi ve sellem), fasit dairelere girmeden, baskı ve teröre eğilmeden, tedhişe sığınmadan, hapse müracaat etmeden, insanların hür iradelerini nazar-ı itibara alarak ve onlara saygılı olmasını bilerek bütün problemleri yağdan kıl çeker gibi halletmiştir. Başka harikulâde hallerine bakmadan, mucizelerini nazar-ı itibara almadan, O’nun, sadece bu yönüne dikkatli bakabilseniz, siz de “Muhammedün Resûlullah” diyeceksiniz. Evet, Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) başka değil, Allah’ın Resûlü’dür.
Eğer O, Peygamber olmasaydı, bütün bu problemleri nasıl çözecekti? Oysa ki O, durmadan problem üreten, en küçük meselede kavga çıkaran, fitneye açık, üç-beş kuruş için birbirine düşen, vahşete, dalâlete, tuğyana, karanlığa, zulmete boğulmuş bir cemaat içinde neş’et etti ve Allah (celle celâluhu) da, bu cemaati irşad etme gibi ağır bir vazifeyi O’nun mübarek omuzlarına yükledi.
لَوْ أَنْزَلْنَا هَذَا الْقُرْآنَ عَلَى جَبَلٍ لَرَأَيْتَهُ خَاشِعاً مُتَصَدِّعاً âyetinin de anlattığı gibi,[1] Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) öyle bir mükellefiyetle geldi ki bu mükellefiyet dağların başına konsaydı, dağlar toz duman olur, giderdi; evet, mükellefiyeti o kadar ağırdı. Zira Allah (celle celâluhu) O’nu, alabildiğine vahşi, alabildiğine bedevi, alabildiğine dalâlet içindeki bir cematin irşadıyla tavzif etmişti. O da, bu toplum içinde ne kadar problem varsa birer birer yakaladı, çözdü, halletti; onları da itminan ve huzura kavuşturdu.
Hem öyle bir huzur cemaati hâline getirdi ki, başkaları onları ancak ütopik eserlerde okuyabilir ve görebilirdi. İşte Eflatun’un “Cumhuriyet“i, Thomas Moore’nin “Ütopya“sı ve işte Campanella’nın “Güneş Devleti“… hepsi de Allah Resûlü’nün yetiştirdiği o rüyalar cemaatini arama, bulma sevdasıyla kaleme alınmış gibidir.
Onlar hayal ededursunlar, Allah Resûlü, hem de onların düşüncelerindeki mahzurlu yanları aşarak asırlarca önce, pratikte bu cemaati yetiştirmiş ve daha sonrakilere, gökteki yıldızlara denk bir örnek olarak takdim etmişti. Kim onlara uyarsa, bir huzur insanı hâline gelecekti ve geldi de.. günümüzde bu gerçeği bütün çıplaklığıyla görüyor ve sahabe devrinin olurluğuna, daha bir inanıyor ve yeni aydınlık var oluşlar bekliyoruz.
Eğer o devrin insanının bütün problemleri, Allah Resûlü tarafından halledilip çözülmeseydi, hiç o vahşet içinden, insanlığın iftihar tabloları sayılan ashab çıkabilir miydi? Hiç şüphesiz hayır! Peki ama, Allah Resûlü bu problemlerin hepsini kendi akıl ve zekâsıyla mı çözmüştü? İşte buna da “Hayır!” diyor ve ilâve ediyoruz: Cenâb-ı Hak O’na, peygamberliğe ait fetanet vermişti ki, vahiy buudlu bu nuranî fetanet sayesinde O, bütün problemleri gayet rahatlıkla çözebiliyordu. Zaten, bu da O’nun peygamberliğinin delillerinden biriydi ki mevzumuzun çıkış noktası da işte budur.
Şimdi de bu hususa ait birkaç misal arz etmeye çalışalım:
1. Hacerü’l-Esved İçin Hakemlik
O asırda, değişik problemlerden ötürü herkes O’na müracaat ederdi. Bir gün, Kâbe’nin tamiri -ki O da bu tamirde çalışmıştı- Hacerü’l-Esved’i yerine koyma meselesi, değişik kavim ve kabileler arasında, bir kızılkıyametin nüvelerini taşıyordu.. bir iki gün içinde bu iş halledilmezse, mutlak bir harp kaçınılmazdı. Yukarıda da, bir mesele münasebetiyle söylediğimiz gibi, Allah Resûlü’nün, Hacerü’l-Esved’i yerine yerleştirmek suretiyle problemi çözmesi ve bu meseleyi en güzel şekilde halletmesi böyle korkunç bir yangını önleyivermişti. Hacerü’l-Esved’i yerine koymak için bir bez serip ortasına Hacerü’l-Esved’i koydu.. sonra da kavim ve kabile liderlerini çağırarak hepsine bu bezin bir ucundan tutmalarını teklif etti.. ardından da Hacerü’l-Esved’i, yerine bizzat kendisi yerleştirdi.
Şimdi tafsilatına girmeyeceğimiz bu hâdisede, Allah Resûlü’nün, risaletten evvel dahi, nasıl bir fetanete sahip olduğu apaçık meydandadır.
Zira O, hakem olarak O’na müracaat edilen meselelerde, yirmi-yirmi beş yaşındayken (değil nübüvvet ile teyit edilip, değişik derinlikler kazandığı, kazanıp nâmütenâhîliğe açıldığı ve Allah’ın (celle celâluhu) rahle-i tedrisi önüne oturup her şeyi O’ndan aldığı dönem) vahye kapalı olduğu devrede dahi ruhunun coşan ilhamlarıyla verdiği kararlarda kendini tanıyıp bilenlerin sinesine öyle taht kurmuştu ki, Kureyş kâfirleri mescidin kapısından O’nun içeriye girdiğini görünce sevinç çığlıklarıyla: “Bu Muhammedü’l-Emin! O’nun hakemliğine razıyız.”[2] demişlerdi. O gelmiş ve problemler çözülmüştü.
Evet O, hem de hiç düşünmeden, beklemeden, eline kalem almadan, şununla-bununla görüşüp yol-yöntem araştırmadan, çok rahat ve yağdan kıl çeker gibi halledivermişti. Bu O’nun için çok basitti, hiç kimse de buna itiraz etmemişti, edemezlerdi de; çünkü onlar, O’nu hakem tayin etmişler, O da falsosuz, fiyaskosuz ve herkesi hoşnut edecek şekilde hakemliğini yerine getirmişti.
O’nun hayatında geriye atılmış bir adım yoktu.. yoktu; zira O, Allah’tan (celle celâluhu) gelenleri çok iyi anlayacak bir fetanete sahipti. O’ndaki bu fetanet bir gül tomurcuğu gibi açılmış, açıldıkça rengârenk bir hâl almış ve insanlığın problemli, tatminsiz, ekşi yüzüne tebessüm olarak aksetmiştir. O’na ait büyüklük buudlu sırlar bitti dersiniz, oysa ki bitmemiştir, Yunus’un diliyle, o tomurcuk içinde daha nice tomurcuklar vardır.
Evet, bütün hayat-ı seniyyeleri boyunca O’na daima müracaat edilmiş, O da müracaat edenleri mahzun ve mükedder geriye çevirmemiş ve onların problemlerini halletmiştir. İşin daha başında alabildiğine fitneye açık bu cemaat devamlı problem üretiyor, O da teker teker bunları çözüyordu.
Hicret başlı başına bir problemdi.. harp-darp, sulh problemleri, menfaat-i maddiye problemleri, ganimet problemleri… Eğer, O zât rahatlıkla bu işlerin içinden sıyrılıp çıkmasaydı, bu problemlerin her biri, fıtraten müteheyyiç, kavga ve cidalden zevk alan bu cemaatin her an kıran kırana birbirine girmesi kaçınılmazdı.
2. Huneyn Ganimetlerinin Taksimi
Huneyn gazvesinde elde edilen ganimeti, Allah Resûlü, kalblerini İslâm’a ısındırmak istediği bazı şahıslar arasında taksim etmişti. Bu, ensar gençleri arasında bir dedikodu vesilesi oldu. Evet, bilhassa gençler, böyle bir taksimi hazmedememiş ve: “Daha kanları kılıçlarımızdan akıyor; hâlbuki ganimet onlara veriliyor.” demişlerdi. Ubade b. Samit de, Allah Resûlü’ne gelerek bu durumu olduğu gibi haber vermişti. Allah Resûlü ona: “Sen ne düşünüyorsun?” diye sorduğunda, o: “Ben de onlardan bir ferdim.” demişti. Durum gayet kritikti. Derhal bir çare bulunmalıydı. Meselenin beklemeye hiç de tahammülü yoktu.
Ve, Allah Resûlü, bu meseleyi de ışıklar saçan fetanetiyle gayet rahat bir şekilde çözüvermişti. Nitekim, daha önce bu hâdiseyi nakletmiş ve Efendimiz’in risaletine bir delil olduğunu hatırlatmıştık.. burada da aynı şeyleri söylememiz mümkündür.
Allah Resûlü, sadece ensarı içine alan bir toplantı tertip etti. Bu toplantıya ensardan başka kimse alınmadı. Ayrıca, bu toplantının yapılış keyfiyeti ve toplantıda söylenen sözler ensar üzerinde öyle müspet bir tesir yapmıştı ki Allah Resûlü: “İstemez misiniz, herkes evine koyun, keçi ve deveyle dönerken, siz Resûlullah’la dönesiniz?” dediğinde, bütün ensar sevinçten gözyaşlarını tutamamış ve ağlamıştı.[3]
O’nun bu korkunç müşkillerin altından rahatlıkla kalkması, bir kısım sırlı mülâhazalara, değişik güç kaynaklarına havale edilmemelidir. Zira O, başka değil, sadece bir nebiydi.
Burada, müsaadenizle bir hususu tekrar etmek istiyorum: O, fitneye, nifaka, şikaka açık bir cemaat içinde zuhur etmişti.. toplum, problemli bir toplumdu ve O’na her gün bir sürü çözümü zor problem geliyordu. O da bütün bunları, Bernard Shaw’un da itiraf ettiği gibi ayağını ayağının üstüne atıp kahve içme kolaylığı içinde bütün müşkilleri hallediyordu.. ve şu insafa açık olmayan bir ruhun şu insaflı sözüne bakın: “İnsanlık, üst üste problemlerin yığıldığı şu dönemde her zamankinden daha çok Hz. Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ihtiyacı var.”
Bernard Shaw, bu ifadeleriyle, Allah Resûlü’nün, bütün problemleri nasıl rahatlıkla hallettiğine âdeta büyülenmiştir. O bu sözüyle bir hakikati itiraf ediyordu. Bu kadarcık itirafının, onun gözünü açmasını çok arzu ederdim. Zira benim Efendim’e karşı o kadar olsun kadirşinaslık hissi içinde bulunmuştu. Ebû Talib için dahi aynı şeyi düşündüğümüze göre bu mülayemetin mazur görüleceğini umarım.
3. Hicret Problemi
Hicret bir problemdir. Bir vak’a olarak günümüzde de hicretler yaşanmaktadır. Devletin iki ayağının bir kaba nasıl sokulduğunu görüyorsunuz.. ben bu endişemi birçok sohbette arz ettim. Bunlar, dışta plânlanan oyunların, Türkiye’de sahnelendirilmeleridir. Yarın şarkta ayrı bir nifak kapısı, garpta başka bir şikak kapısı, cenupta farklı bir infilak kapısı ve şimalde koca bir iftirak kapısı açılabilir.. açılabilir; zira bir tarafta kâfir ve zalimler, diğer tarafta Asya’nın münafıkları başımıza bin bir gaile açmak için hazır ve tetikte bekliyorlar. Daha önce de, böyle zayıf bir noktamızı yakalamış, koskocaman bir Devlet-i Âliye’yi hem de devletler muvazenesinde, muvazene unsuru bir Devlet-i Âliye’yi, yerle bir etmişlerdi. Millet mânâ kökünde gelen cevheri son olarak Çanakkale’de, İstiklâl Mücadelesinde kullanmasaydı, bugün bu millet yoktu.. sadece bu millet değil İslâm Âlemi de yoktu. Zira bu milletin dışında devletler ve milletler muvazenesini elinde tutan ikinci bir Müslüman millet zaten olmamıştır.
Keza, bu millet olmasaydı muvazene adına da bizim ümidimiz olmayacaktı. Ama, tarihten gelen o mânâ cevherleri ve kendisini ayakta tutan dinamikleri, Çanakkale ve İstiklâl Mücadelesinde, bu şanlı şerefli son karakolun kahraman kurmayları, fedaileri, hasbîleri, diğergâmları ve kudsîler ordusunun neferleri kullanmasını bildiler; Cenâb-ı Hak da onlara, yeniden var olma imkânlarını bahşetti. Varız, Allah’a (celle celâluhu) binlerce hamd ve sena olsun! Varız, hem de farklı bir varlıkla varız! Sofya’da olmayacak şekilde, farklı bir varlıkla varız! Bulgaristan’da bulunmayan farklı bir varlıkla varız! Türkistan’da, Mengücistan’da, Özbekistan’ta bulunmayan farklı bir varlıkla varız ve buralardaki mazlumlar, mağdurlar, mahkûmlar için sırf bağırma-çağırma adına dahi olsa bir miting tertip edebiliyor; inliyor, boşalıyor, haykırıyor.. bir şey yapmaya gücümüz yeter veya yetmez, bütün hissiyatımızla gürlüyor ve onların içine inşirah salıyoruz. İnşâallah onlar da bir gün boyunlarındaki zincirleri kıracaklar ve başkalarının esiri olmaktan kurtulacaklardır! Zira Allah (celle celâluhu) وَتِلْكَ اْلأَيَّامُ نُدَاوِلُهَا بَيْنَ النَّاسِ buyurmaktadır.[4] Bugün onlara ikbâl, yarın başkalarına.. bugün tali’i idbâra dönmüş olanlar, çok yakın bir gelecekte ikbâlin tebessümüyle karşı karşıya kalacaklar.
Evet, hicret başlı başına zor ve müşkil bir problem.. bir parantez cümlesi içine sığıştırmaya çalıştığım bugünkü göç hâdisesi karşısında, düşünün ki, 55 milyon nüfusa sahip bir millet ve bu milleti idare edenler, şaşırmış kalmış ve ne yapacaklarını bilemiyorlar. Hâlbuki, o gün yaşanan hicret, Medine’de mevcut insanın nüfusuna denk bir oranda gerçekleşmişti. Ne var ki, Allah Resûlü’nün o engin fetaneti sayesinde ne Habeşistan’a ne de Medine’ye hicret edenler, maddî hiçbir sıkıntıya maruz kalmadan, muhaceretin dünyevî sıkıntılarını rahatlıkla atlatmış olmanın yanında, büyük oluşumlar gerçekleştirmişlerdi. Doğrusu cihan tarihinde hiçbir hicret ve göç, İki Cihan Serveri’nin eliyle gerçekleştirilen bu hicretler kadar muvaffakiyetle neticelenmemişti. Acaba Allah Resûlü, bu en büyük problemleri nasıl halletmişti?
Şimdi, isterseniz fazla tafsile kaçmadan mevzuu biraz daha açalım:
Medine küçük bir yerdi, ahalisi de ziraatçılıkla uğraşıyordu. Onun için Medine çarşı ve pazarı tamamen yahudilerin eline geçmişti. Mekkeliler, gerçi ticareti iyi bilirlerdi; fakat ellerindeki dar imkânlarla, Yahudinin karşısında tutunmaları çok zordu. Nerede ve nasıl ticaret yapacaklardı.? Bütün mal varlıklarını Mekke’de bırakmış, öyle gelmişlerdi. Hem hicret edenlerin sayısı gün geçtikçe artıyor, nüfus durmadan ve hızla kabarıyordu. Her gün gelen bu insanlar nerelere yerleştirilecek ve ne yiyip ne içeceklerdi? Medine halkı zaten fakirdi.
İşte bütün bunlar, üst üste yığılmış problemlerdi ve hepsi de Allah Resûlü’nden çözüm bekliyordu. Herkes O’na güvenle bakıyordu; O bu problemleri bir çırpıda çözecek ve halledecekti.. ve neticede öyle de oldu.
Allah Resûlü, Medine’ye gelir gelmez, ensar ve muhacirîni birbiriyle kardeş yaptı. Onların ruhlarına öyle bir kardeşlik üfledi ki, aralarında gerçekleştirilen bu kardeşliği, nesebî kardeşlikten daha ileri görüyorlardı.. hatta bir aralık aralarında verâset de cereyan etti![5] Evet bu öyle bir kardeşlik anlayışıydı ki ensar her şeyini ikiye böldü ve bir bölümünü muhacir kardeşine verdi. Ve işte bu esnada akıllara durgunluk verecek şu hâdiseye şahit oluyoruz:
Allah Resûlü, Sa’d b. Rebî ile Abdurrahman b. Avf’ı kardeş yapmıştı. Bu kardeşlik o kadar içten ve derince idi ki, cihanda bir benzerini daha göstermek mümkün değildir.
Sa’d b. Rebî (radıyallâhu anh) bir gün kardeşinin elinden tutar ve ona şöyle der: “Kardeşim, siz her şeyinizi Mekke’de bırakıp öyle geldiniz. Şu anda sen bekârsın, benim ise iki hanımım var. Allah (celle celâluhu) için söylüyorum: Sen bu hanımlarıma bak! Hangisi hoşuna giderse, ben onu boşayayım, sen al!..”
Abdurrahman b. Avf (radıyallâhu anh), gözleri dolu dolu ona şu karşılığı verir: “Kardeşim, Allah (celle celâluhu) hanımını sana mübarek etsin! Sen bana çarşının yolunu göster, bu bana yeter.”
Bir müddet sonra, Abdurrahman b. Avf (radıyallâhu anh) evini geçindirecek hâle gelir ve ilk işi de evlenmek olur.[6] Bu da evlerine girip çıktığı insanların hissiyatına karşı bir saygının ifadesi, apayrı bir ruh inceliği ve nezaket örneğidir.
Bu kardeşliğin çözemeyeceği hiçbir problem yoktur. Bu derece birbirine kenetlenmiş diğergâmlar aynı zamanda dünyanın fethine namzet en seçkin insanlardır. Medine’de üfül üfül esen bu kardeşlik havası zamanla bütün dünyanın demine-damarına işleyecektir…
a. İstiğna ve Civanmertlik Çatışması
Allah Resûlü tek başına oturuyordu. Bir ara kapı aralandı ve içeriye muhacirînin ileri gelenleri girmeye başladı. Aralarında ensardan hiç kimse yoktu ve manzara oldukça dikkat çekiciydi. Acaba niçin sadece muhacirden insanlar gelmiş ve ensardan hiç kimseyi çağırmamışlardı? Müsaade istediler ve Allah Resûlü’ne maruzatlarını şu şekilde arz ettiler:
“Yâ Resûlallah! Biz buraya Allah (celle celâluhu) için hicret edip geldik. Bütün düşüncemiz Allah yolunda seninle beraber olmaktı. Hâlbuki ensar kardeşlerimiz bize öyle bir alâka gösterdiler ki, korkarız, ahiretin sevabını burada bitireceğiz. Kardeşlerimiz müsaade etsinler, artık biz, kendi bakım ve görümümüzü kendimiz yapalım. Onların bize ayırdıkları payları kendilerine iade edelim. Minnet altında kalıyor ve çok mahcup oluyoruz.”
Bunları söylerken de hepsi ağlıyordu. Allah Resûlü de gözyaşlarını tutamamıştı. Belki de şu manzara gök sakinlerini de gözyaşına boğmuştu. Bu bir cihetle, istiğna ile diğergâmlığın çarpışmasıydı. O güne kadar yeryüzünde, bu kadar güzel bir kavga hiç görülmemişti.
Çünkü biraz sonra Allah Resûlü ensarı huzuruna çağırıp olanları anlatınca, hepsi birden itiraz edecek ve bu istiğnaya karşı çıkacaklardı. Onlar için böyle bir teklifi kabullenmek, vücutlarının yarıdan biçilmesine razı olmaktan farksızdı. Zira onlar, kardeşleriyle öyle bütünleşmişlerdi ki, ayrılmaları âdeta ölümdü. Biraz sonra hepsi de Resûlullah’ın huzurundaydı ama, ensar ağlıyor ve muhacirler ağlıyordu. Aynı beldede oturmalarına ve günde beş defa -en azından- mescitte beraber bulunmalarına rağmen, paylaştıkları odadan ve sofradan ayrı kalmaları onlara giran geliyordu.
Evet, bir taraf, istiğnayı, diğer taraf da mürüvvet ve diğergâmlığı temsil ediyordu. Taraflardan muhacirler söz alarak mealen: “Yâ Resûlallah! Biz Allah (celle celâluhu) için hicret ettik ve Medine’ye geldik. Yurdumuzu, yuvamızı Allah için terk ettik. Dinin i’lâsından başka bir şey düşünmedik; fakat bu ensar kardeşlerimiz bize, çok fazlasıyla sahip çıktı ve civanmertçe davrandılar.. korkuyoruz, ahirete ait bütün kazançlarımızı yeyip bitirmekten.. Yâ Resûlallah, ensar kardeşlerimize kabul ettiremedik, ne olur nâmımıza, lütfen onlara söyleyiniz bıraksınlar bizi, kendi kendimize bir yerde kalalım, artık kendi mahsüllerini bize getirmesinler, yemek pişirip önümüze koymasınlar, bize bakımı, görümü düşünmesinler, bu minnet yeter artık!”
Çok duygulanmışlardı, çocuk gibi ağlıyorlardı. Allah Resûlü de duygulandı. Ensar-ı kirama: “Muhacir kardeşleriniz diyorlar ki: ‘Bunlar bize çok bakıyor, bizi mahçup ediyorlar, nerde kaldı Hakk’ın rızası, karşılığını alacaksak yaptığımız şeylerin?’ “
İşte Allah Resûlü onların ruhlarına bu kardeşliği böyle üflemiş, onları böyle büyülemiş, böyle kaynaştırmış ve âdeta bal mumu gibi yoğurmuş ve şekillendirmişti. Tıpkı bir ceset gibi olmuşlardı. Bu tarihî mülâkatta taraflar, şöyle bir mutabakata vardılar: Muhacirler, ensarın tarlalarında ücretle çalışacak, bahçelerini ücretle tımar edecek, böylece kendi kazançlarıyla geçinecek, kendi evlerinde oturacak ve minnet altında kalmayacaklardı. Tabiî, ensar-ı kiram da bağ ve bahçelerinde onları çalıştırmak suretiyle onlara yardım elini uzatacak; onların ensarlığı, berikilerinin de muhacirliği devam edecekti.[7]
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Medine’de tesis buyurduğu bu kardeşlik şuuruyla evvelâ göç meselesini önemli bir ölçüde halledivermişti.
İkinci mesele ticaretti. Allah Resûlü gördü ki Medine’de ticarî hayata Yahudi ve Hıristiyanlar hâkim.. bu sultayı aşmak için emir verdi ve Müslümanların çarşı-pazarını ayrı bir yerde kurdurdu.[8] Bundan böyle Müslümanlar alışverişlerini kendi çarşılarında, kendi pazarlarında yapacaklardı. Bu hem Müslümanların, ticaretin içine girerek güçlenmelerini hem de onların kendi pazarlarını kurmalarını sağlayacaktı. Bu arada, gayrimüslimlerin pazar hâkimiyetlerine de son verilecekti. Yeni bir pazar kuruldu. Ve Müslümanlar birbirinden alışveriş yapmaya başladılar. Megâzî yazarları, şunu naklediyorlar: “Çok az zaman sonra, Yahudi, Medine çarşı ve pazarında ticaret yapamaz oldu.”
Evet, Müslüman pazarında artık Müslümanlarla kimse rekabet edemiyordu. Zaten, Allah’ın istediği de bu idi. Müslüman tâbi olmayacak, dahîl olmayacaktı…
Evet, bize başkaları emir verecek, başkaları evirip-çevirecek ve başkalarına sığınacak, başkalarına dehalet edecek ve “Benim şu meselemi hallet!” diyeceğiz; Allah (celle celâluhu), inananların böyle bir şahsiyetsizliğe düşmesine razı olmaz. Mü’min kendi olmalı, kendi ayakları üzerinde durmalı, kendi ayaklarıyla yürümeli, kendi elleriyle tutmalı, kendi gözleriyle görmeli, kendi düşünceleriyle konuşmalıdır; kendi fikirlerine göre yaşamalı ve mutlaka kendi orijinini muhafaza etmelidir. Medine’de Allah Resûlü de işte bunu tesis etmiştir.
b. İlk Anayasa
Efendimiz Medine’ye teşrif eder etmez bir beyanname neşrediyor.[9] Hukukçular, Allah Resûlü’nün Medine’ye gider gitmez, ayağının tozuyla hazırladığı bu beyannameye “Allah Resûlü’nün Anayasası” diyorlar. Daha sonra İnsan Hakları Beyannamesi’nde ve hatta bizde, Tanzimat Fermanı’nda anlatılan şeylerin çoğu bu mukavelede mevcuttur.
Evet, Hıristiyan ve Yahudilere tanıdığı haklarla, Medineliler arasında öylesine bir bütünleşme yolu buldu ki, onları kendine çekti ve ebedî hasmı olan Bizanslılar’dan, Sasaniler’den ve Kureyş’den kopardı. Böylece uzun zaman Yahudiler, Müslümanların sıyaneti, vesâyeti altında, huzur ve itminan içinde yaşadılar. Medine döneminin büyük gailesi, meşhur münafık Abdullah b. Übey İbn Selûl, Kureyş karşısında bu endişelerini şöyle dile getirir: “Bizim için O’nun Medine’ye gelmesi, dinini neşretmesi bir tehlike değildir. Esas tehlike, Hıristiyan ve Yahudileri putperestlik karşısında yanına almasıdır. Ve asıl sizi tehdit edecek olan husus da budur.”
Sulha açık bir sistem ve anayasa, uzun zaman (bozulması bizden olmamak üzere.. bozulacağı zamana kadar) onlar için de Müslümanlar için de bir vesile-i huzur oldu. Yahudiler çok meselede Allah Resûlü’ne müracaat ediyor ve O’nun hakemliğine sığınıyorlardı.
Evet, hadis kitapları, onların hırsızlık mevzuunda, kısas mevzuunda, zina mevzuunda Allah Resûlü’ne müracaat ettiklerini gösteriyor. Bundan da anlıyoruz ki, onların kendi meseleleri kendilerine bırakıldığı hâlde, Müslümanı daha âdil, daha kabiliyetli bildiklerinden -hele bu Allah Resûlü olursa- her meselede hakemliğimize müracaat ediyorlardı. Gelecekte topyekün insanlığın mercii olacak kudsî kaynak, daha o günlerde, bu merciiyyetini hissettirmeye başlamıştı.
Evet işte böylece, bir el darbesiyle hicret meselesi de hallediliyor ve Müslümanlar hür, huzur içinde dünyaya açılma yollarını araştırıyorlardı.
4. Harp Problemi
Harp ve hezimetler problemi vardı. Evet, harpler, darpler, zaferler, sulhlar problemi.. (1974 senesinde Kıbrıs’ta bir çıkartma yaptık ve henüz onunla alâkalı problemleri halledemedik. Ben orada düşmanla göğüs göğüse dövüşen Mehmetçik’in alnından öperim; onun kahramanlığını hafife almak istemiyorum. Fakat, görüyorsunuz halledemiyoruz. Hz. Muaviye döneminde Kıbrıs, âdeta bir ikindi sonu aceleciliğiyle fethedilmişti. Müslümanlar ellerini-kollarını sallaya sallaya bir taraftan vurup öbür taraftan çıkmış ve arkada hiçbir problem de bırakmamışlardı. Ama, bakın, durum bugün çok farklı. Kıbrıs meselesini sadece bir misal olması açısından arz ettim. Yoksa asıl maksadım, problem çözmenin; hele harbe, sulhe dair problemleri çözmenin zorluğuna işaret etmekti. Balkan Harbi geçeli şu kadar sene oldu. Daha bize ait meseleleri halledememişizdir…)
Allah Resûlü de harp ve darp gördü! Evet, evvelâ kavim ve kabilesiyle, ardından Medine ve civarındaki Yahudiyle.. daha sonra da Bizans ve Sasani gibi imparatorluklarla yaka-paça oldu. O’nun etrafı düşmanlarla doluydu ve bu düşmanlar, durmadan problem üretiyordu. Fakat O, her defasında yağdan kıl çeker gibi bunların içinden sıyrılıp çıkabiliyordu.
a. Uhud’daki Taktik
Bedr’in zaferini değil.. Hendek’deki tabyeyi değil.. Mute kahramanlarının yazdığı destanı değil, Yermuk şehsuvarlarının mücadelesini de değil; bir bakıma hezimet sayabileceğimiz Uhud’la gelen meseleleri arz edecek ve O’nun, bu meseledeki dikkat, teemmül ve isabetli kararlarına bir iki cümleyle işarette bulunacağım!
Uhud, İslâm saflarında, ilk defa çatlakların başgösterdiği bir muharebedir. Ben, hakikî bir Müslümana, mağlup oldu demekten Allah’a (celle celâluhu) sığınırım. Hezimete uğradı da demem.
Evvelâ, Allah’ın (celle celâluhu) bir takdiri vardı orada, çünkü Müslümanların karşısında Halid gibi, Amr İbn Âs gibi askerî ve siyasî dâhiler vardı. İstikbalde bunlar nice düşman ordularını ters yüz edeceklerdi. Gerçi o gün için müşriklerin safında bulunma bahtsızlığını paylaşıyorlardı. Ama, bunlar istikbalin sahabileriydi. Evet, istikbalin sahabileri hâlin sahabilerine galebe çalmışlardı.
İkinci mesele; okçular Allah Resûlü’nün o mevzuda tayin ve tespit buyurduğu stratejiye uygun hareket etmemişlerdi. Hatta, bazılarının içlerinde hafif ganimet arzusu da belirmişti ve maksadın aksiyle mukabele görmüşlerdi. Vâkıa, O’nun şanlı, şerefli ashabının kritiğini yapmak bize düşmez ama, yine de büyüklerin diyebileceği şeyler vardı. Bir kere onlar, mukarrabînden olmakla şereflendirilmişlerdi.. mukarrabînin ise, kendine göre bir alışveriş seviyesi vardı.
Demek istiyorum ki, melek-misal bu insanlar, kendilerine yakışır tavrın gereklerine göre muameleye tâbi tutuluyorlardı. Yoksa bizim hasenatımız onların seyyiatı olduğunda şüphe yoktu.. evet, eğer onların o gün yaptıklarını biz yapsaydık, içtihadın hep sevaba açık iklimi itibarıyla sevap bile kazanmış olabilirdik. Fakat, onlar gibi hasbî, diğergâm, Allah Resûlü’nün elini sıkmış, dünya ve mâsivâyı terke yemin etmiş ve mukarrabîn meleklerini geride bırakan bu insanlar kendi ölçüleri içinde “kurbet”e gölge düşürdüklerinden hezimet görünümlü, hezimet gölgeli bir akıbete maruz kalmışlardı.
Ne olmuştu? Birkaç yüz insandan, ismini bilebildiğimiz 70 mü’min şehit olmuştu.[10] Bir o kadar da yaralanmış ve hareket edemeyecek hâle gelmişti. Müşrikler son bir darbe daha indirebilirlerdi ama, Müslümanların Uhud dağına sığındıklarını ve seslerinin gür çıktığını görünce yeniden riske girmemek için meydanı hemen terk ettiler. İlâhî inayet olarak nasıl göründüler ve orada nasıl gürül gürül davrandılarsa, hezimet kuşağında zafere erdi ve kâfirlerin kalbine ürperten bir korku saldılar. Onlar da başlarına iş açmamak için çekilip gittiler.[11]
Daha sonra kendi aralarında: “Gidelim!” dediler, “Hazır ezmişken, -Romalılar’ın Kartaca’ya yaptıkları gibi- bir güzel Medine’yi onların başına yıkalım, bir tek fert kalmasın, işlerini bitirelim. Bir kişi bile kalsa çoğalırlar, ileride başımıza dert olurlar.” Allah Resûlü, buna muttali oldu ve hemen şu fermanı verdi: “Dün Uhud’da bizimle beraber mecruh, yaralı ve sıhhatli kim varsa, yarın falan yerde toplansın, düşmanı takibe çıkıyoruz.”
Bir gün önce sıkılmış ve Uhud’un eteğine çekilmiş bu insanlar, bugün yeni bir hamle yapacaklardı ve bu yaralıların, mecruhların hamlesiydi.[12] Zira böyle bir kuvve-i mâneviye gösterilmeliydi ki, aşağıda arz edeceğimiz inkisarlar giderilebilsin.
Bu inkisarların birincisi, mü’minlerin kuvve-i mâneviyesi kırılmıştı.. ikincisi, her taraftan kâfirlerin iştihası kabarmaya başlamıştı.. üçüncüsü, münafıklar yaygarayı basıyor ve mü’minlerin kuvve-i mâneviyelerini sarsıyorlardı. Müşriklerin de dedikleri gibi, “Üzerlerine yürüyelim bunların işini bütünüyle bitirelim.” düşüncesi sağda solda konuşulmaya başlamıştı. Böylece, Müslümanların başına öyle korkunç bir problem açılmıştı ki, eğer Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) fetaneti olmasaydı, bu problemin altından kalkmak mümkün değildi.
Evet, o gün Müslümanlar, Çanakkale’de Mehmetçiğin döküldüğü gibi dökülmüştü. Dökülmüştü ama, derlenip-toparlanmasını ve mukadder bir hezimeti -Allah’ın inayetiyle- zafere çevirmesini bilmişti.
Evet, bu topluluğa, Allah Resûlü; “Toplanın!” der demez hemen toplanmaya başlamış ve yeni bir taarruza geçmişlerdi. Kimisinin kolu, kimisinin ayağı kopmuş.. kimisinin yürüyecek dermanı kalmamış ama, çadırından çıkan, toplantı yerine doğru koşuyordu. Allah Resûlü’nün diriltici nefesi, âdeta onlara yeniden can getirmiş ve hepsi Allah Resûlü’nün davetine icabet yarışına girmişti. Bûsîrî’nin dediği gibi:
لَوْ نَاسَبَتْ قَدْرَهُ آيَاتُهُ عِظَمًا أَحْيَا اسْمُهُ حِينَ يُدْعَى دَارِسَ الرِّمَمِ
“Eğer O’nun getirdiği mucizeler, kendi kıymetine uygun olsaydı, mübarek adı, mezardaki ölmüş, çürümüş kemikler üzerine okunduğunda ölüler dahi dirilirdi.”
Evet dirilirdi. Ve işte Uhud’da O’nun adını duyanlar bir bir diriliyordu.
Şimdi hâdiseyi mealen bir sahabiden dinleyelim:
“Arkadaşımız vardı ki, ayakta yürüyecek hâli yoktu, onu da omuzumuzda taşıyorduk: ‘Alın beni de taşıyın; Resûlullah’ın ‘Yürüyün!’ dediği cephede bulunmak, savaşamasam, ok atamasam bile, elimde mızrağım orada bulunmak isterim.. alın beni sırtınıza ve götürün, götürebildiğiniz yere kadar. Yıkılırsam orada yıkılayım.'” diyordu. Bazısı bazısını sırtında taşıyor ve bazısı düşüp bayılıyordu. Bazısını belki sedyelerle götürüyorlardı.. bazısını da daha başka şekilde…[13] Ve derken “Hamra-i Esed” vadisine ulaştılar. Kureyş’in, Müslümanların yanan ocaklarının dumanını görebilecekleri bir yerdi burası. Toz-duman içinde ve bin bir velvele ile oraya gittiklerinde, Kureyş, dün öldü zannettikleri insanları, yeniden, kabirden çıkmış gibi karşılarında görünce donakaldılar.. ve “Başımıza iş açmayalım. Bizim için şimdi kurtuluş Mekke’ye kaçmaktadır.” diyerek evlerine döndüler.[14]
Dikkat buyurursanız; harple gelen bunca problemi bir hamlede, bir nefhada ve komplikasyonsuz bir el darbesiyle birden hallediverdi. Kur’ân-ı Kerim bu nazik durumu şöyle hikaye eder:
الَّذِينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ إِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ إِيمَاناً وَقَالُوا حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ
“Bazı insanlar onlara: ‘Düşmanınız olan kimseler size karşı bir ordu terkip ettiler, onlardan korkun!’ dediler. Bu onların imanını artırdı da: ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekildir.’ dediler.”[15]
Evet, Kureyş, her şeyini bırakıp kaçmış.. Müslümanlar dünkü sarsıntılarını zaferle taçlamış.. ve sonra da, Allah’ın (celle celâluhu) lütfuyla, hiçbir zarar almadan geriye dönmüşlerdi.
Bir kısım siyer ve megâzî yazarları Uhud’u bizim hesabımıza bir hezimet olarak kaydederler. Evet, Uhud’un eğer bir hezimet yanı varsa o da önce Resûl-i Ekrem’i dinlemeyip sonra da Uhud’un bağrında şehadet kanıyla yıkanarak ahirete tertemiz giden sahabenin bir kısmına aittir. Aslında Uhud’un bir zafer yanı vardır ki, -bence, önemle üzerinde durulması gerekli olan da budur- işte o da problem çözen Hz. Muhammed Mustafa’ya (sallallâhu aleyhi ve sellem) aittir.
Evet, önemli olan şey, hezimetin zafere dönüştürülmesidir. Hani, Türk Milleti için batının söylediği bir söz var ki: “Her milletin müdafaadan ümidinin kesildiği yerde bu milletin taarruzu başlar.” derler. Aslında bu söz, hakikî Müslümanlar için söylenmiş ve her zaman geçerliliğini koruyan bir sözdür. Her milletin müdafaadan ümidinin kesildiği yerde Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) taarruzu başlıyor ve taarruz, üst üste birikmiş problemleri bertaraf ediyor; mü’minlerin kalbine iman ve ümit saçıyor, münafıkları da yeniden yeise gark ediyordu. İştihası kabaranların iştahlarını kursaklarında bırakıyor, kırık gönülleri ümitle şahlandırıyor ve evet, işte bir kere daha Müslümanlar zaferyâb olarak Medine’ye dönüyorlardı. Müşkilküşâ, problem çözen Hz. Muhammed Mustafa (sallallâhu aleyhi ve sellem) için ne dersiniz bunları duyduktan sonra? Elbette “Muhammedün Resûlullah” diyeceksiniz…
b. Meşveret
Allah Resûlü, karşılaştığı problemlerin bazılarını da meşveretle çözüyordu. Aslında O, meşveretle, önemli bir esası temellendirmek istiyordu. Kendisi meşverete muhtaç değildi; fakat kendisinden sonra İslâm âlemini temsil edecek kimseler her zaman meşverete ihtiyaç duyacaklardı. Evet, kendisi ilâhî te’yidat ile müeyyed bir insandı. Cenâb-ı Hak, hiçbir meselede O’nu yalnız bırakmamıştı. Karnı ağrısa, melek gelir bir deva ilham eder, dişi ağrısa, Cibril (aleyhisselâm) hemen dermanını fısıldardı. O, melekût âlemiyle böyle iç içe yaşıyordu, ancak O, meşverete de çok ehemmiyet veriyordu. Bu da O’nun fetanetinin ayrı bir yönü, ayrı bir buuduydu.
Kendisinden asırlar sonra “şûrâ” devlet idarelerinde kaçınılmaz bir sistem hâline getirilecekti ve getirildi de. İslâmî idare, şûrâya açık olduğundan dolayı, o müthiş vüs’ati, esnekliği ve çağları kucaklama evrenselliğiyle, birbirinden farklı bütün devirleri aştı ve geldi günümüze ulaştı.
ba. Meşveretten Bir Kesit
İşte bazı misaller:
1. O, hemen herkesin düşüncesine başvuruyor, herkesin fikrini alıyor ve “şûrâ” düşüncesini toplum hayatına hâkim kılmak istiyordu. O, Hz. Ali (radıyallâhu anh) ile istişare etmişti. Gerçi Hz. Ali: “Perde-i gayb açılsa yakînim artmayacak.” diyen insandı. Ama yine de Allah Resûlü’nün ders halkasında bir çocuktu. Ve işte Allah Resûlü, bu yaştaki Ali ile meşverette bulunuyordu…[16]
Münafıklar, Hz. Âişe Validemiz’e (radıyallâhu anhâ) iftirada bulunmuşlardı, evet o iffeti âyetle sabit anamıza en iğrenç iftirayı yapmışlardı ki, buna “İfk Hâdisesi” yani “iftira vak’ası” denir. Bu çok yönlü hâdise, tarihe böyle geçmiştir.
Gerçi Allah Resûlü, vahyin bu işi halledeceğine kat’iyen inanıyordu ve Hz. Âişe hakkında da en küçük endişesi yoktu ama, yine de teker teker ashabıyla istişarede bulunmakta maslahat görüyordu. Zira, istişare daima kazandırır, hiçbir zaman kaybettirmez. Ve zaten O da, hep kazandırmak için gelmişti.
Bu münasebetle, bir zayıf rivayetle şu hâdiseyi naklederler: Allah Resûlü, Hz. Ömer’i çağırır ve Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) hakkındaki fikrini sorar. Ömer cevap verir: “Yâ Resûlallah! Âişe kat’iyen pâk ve temizdir.. ona iftira atılmıştır.” Allah Resûlü, nereden bildiğini sorunca da şu cevabı verir: “Ey Allah’ın Resûlü, sen bir gün namaz kılıyordun. Sonradan öğreniyoruz, haberin olmadan takunyanın bir kenarına biraz pislik sıçramış.. ve sen bu vaziyette namaza durunca, hemen Cibril (aleyhisselâm) gelip durumu sana haber veriyor ve ‘Takunyalarını çıkar!’ diyor. Şimdi, senin takunyana sıçramış küçük bir pisliği Cenâb-ı Hak, sana haber verir, seni ondan temizler de -hâşâ- böyle bir cürüm işleyen kadını sana hiç mahrem eder mi? Hayır, yâ Resûlallah! Muhakkak Cibril (aleyhisselâm) gelecek ve Âişe’nin ne derece afif bir kadın olduğunu sana haber verecektir.”
Evet Allah Resûlü: مَا نَدِمَ مَنِ اسْتَشَارَ “İstişare eden pişman olmaz.”[17] demiş, Ömer’le de istişare etmişti. Böyle bir istişare O’na bir şey kaybettirmezdi.. ettirmedi de. Kendisine bir şey kaybettirmediği gibi Ömer’i de yeniden bir kere daha kazandırıyordu. Evet, Allah Resûlü kendi çömezleri ile istişare ediyor ve onların fikirlerine müracaatta bulunuyordu. Tabiî ki kazanan yine kendileriyle istişare ettiği insanlar oluyordu; çünkü Allah Resûlü bu hâliyle de yine onlara bir ahlâk dersi veriyordu. Zaten bizzat kendisi: “İstişare eden hüsrana uğramaz.” buyurmuyor mu?
2. Bedir’e çıkılacağı zaman da hem ensar hem de muhacirlerle ayrı ayrı istişare etmiş ve onların görüşlerini almıştı… Muhacirler adına konuşan Mikdad o gün nasıl da yiğitçe konuşmuştu: “Sen atını sür, Berk-i Gımad’a kadar; arkandayız ve bizden bir fert dahi geri kalmayacaktır.” Ancak Allah Resûlü, o âna kadar hissiyatlarını tam ortaya dökmeyen ensarın da ne düşündüklerini öğrenmek istiyordu. Sezgisi kuvvetli Sa’d b. Muaz (radıyallâhu anh) hemen ortaya atıldı. “Yâ Resûlallah! Herhâlde bizi düşünüyor ve bizden de bir cevap bekliyorsun. Cevabımız hazırdır. İşte malımız, işte canımız.. hepsi senin yolunda fedadır. İstediğini, istediğin kadar al, dağıt. Ve istediğin kadar can, senin yoluna ölmeye can atmaktadır.”[18]
Meşveret ediyor ve ittifak ruh hâletini ortaya çıkarıyor. Ensar ve muhacirîn bir noktada ittifaka varıp, ölüme azmetmişlerdir. Evet, karşılarında küme küme o gözü dönmüş düşman, gayızla kılıçlarını, kamalarını biledikleri, oklarını zağladıkları, yaylarını gerdikleri bir dönemde yapılacak şey işte budur. Resûlullah, Hakk’ın, hakikatın, İslâm haysiyetinin, İslâm milletinin müdafaası adına gerilmiş bir yay gibi düşmanlarına saldıracaktır; bu esnada meşveret ediyor.. ve meşverette yüce düşüncesini en geniş zemine yayıyor; en sağlam blokaja oturtuyor ve herkesin sahabet ve heyecanına emanet ediyordu.
Zaten, O’nun esas nokta-i nazarı bu idi. Allah (celle celâluhu) çoktan O’na yolunu göstermişti. O, Allah’ın (celle celâluhu) irşadına rağmen, arkasındakilerin fikrini alıp beraber bulunacağı o önemli çizgide, aynı duygu, aynı düşünceyi paylaşma adına, onlarla bu meseleyi istişare ediyordu. Gerçi onlar, O’nun her teklifine inkıyat edeceklerdi; zira O’na söz vermişlerdi.. ve bu söz iman demekti ki; O, bir gün Ka’b İbn Mâlik’in yakasından tutacak, tatlıca sarsacak ve şöyle diyecekti: “Sen Akabe’de söz vermedin mi? Acı tatlı yanımda olacağına, geceler bizi takip etse veya önümüzde gündüzler olsa benden ayrılmayacağına söz vermedin mi?”[19] Söz verdiler; ölüme atıldılar. Kendi düşünceleriydi. Kendi fikirleriyle böyle bir hesaplaşmaya geldiler ve hesaplaşacaklardı.
Meşveretle Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), önemli bir davayı âleme mâl ediyordu. Herkes, bir tabut taşır gibi onu taşımaya koşuyor ve gücü yettiğince o cevher hazinesine omuz veriyordu. Evet, herkes ona sahip çıkıyordu ve onu taşımayı hayatının gayesi biliyor ve “Bu yolda şehadet bizim için en tatlı idealdir.” diyordu.
bb. İç İçe Meşveretten Levhalar
1. Muharebe yeri mevzuunda gelip bir noktada ârâm eyledi. O, yeri baştan keşfetmiş ve kuyuların başını çoktan gözüne kestirmişti. Nerede, hangi tepeyi tutacağına, karşısına hınçla gelen düşmanı nerede kıstıracağına çoktan karar vermişti. Fakat orada yine meseleyi müzakereye arz etti.
Sahabe arasında, adı çok da meşhur olmayan Hz. Hubab b. Münzir (radıyallâhu anh) ayağa kalktı ve şöyle dedi: “Yâ Resûlallah! Buraya yerleşmen vahiy ile midir? Eğer vahiy ile ise, biz ne bir adım geri ne de bir adım ileri atamayız. Yoksa, bu sizin strateji ve harp adına kendi görüşünüz müdür?”
Allah Resûlü: “Kendi görüşümdür.” cevabını verince, Hubab b. Münzir (radıyallâhu anh) sözüne şöyle devam etti: “Yâ Resûlallah, biz kuyuların bulunduğu yeri tutalım. Diğer kuyuların hepsini de dolduralım. Düşmanı susuz bırakalım. Siz de ordugâhınızı kuyunun başına kurun ve sizi tam ortamıza alalım.”[20]
2. Selman (radıyallâhu anh), İranlı bir köledir. Önce Mecûsî, sonra Hıristiyan, daha sonra da Müslüman olan bir köle. Müslüman olduğu zaman hiçbir şeyi ve hiçbir kimsesi yoktu. O her şeyini Müslümanlığına borçludur ve bu durumunu en güzel şekilde vecizelendiren de yine kendi olmuştur. Bir gün kendisine kim olduğu sorulur: “Selman b. İslâm.” buyurur.[21] Evet o, gerçek nesebini bulmuştur; İslâm’ın oğlu Selman.
Ahzâb denilen Hendek Savaşı’nda, Allah Resûlü yine ashabıyla istişare eder. Herkes bir şeyler söyler ve sonunda söz Selman’a gelir. Selman görüşlerini şöyle dile getirir: “Yâ Resûlallah, bizim memleketimizde bir âdet vardı; düşman taarruz edecek olursa, biz şehrin etrafına hendek kazar öyle müdafaada bulunurduk. Eğer uygunsa Medine’nin etrafına hendek kazalım ve düşmanın hücumuna öyle mâni olalım.”
Ve bu görüş Allah Resûlü tarafından kabul görür.. sadece kabul görmekle de kalmaz, kendisi de bizzat hendek kazanların arasında bulunur ve onları coşturur.[22]
3. O, sadece erkeklerle değil, aynı zamanda hanımlarla da istişare ederdi. Nitekim Hudeybiye’de hanımıyla istişare etmiş ve hanımının dediğini yapmakta da hiçbir beis görmemişti.[23]
O, hayatında hep böyle davranmış ve meşveretlerle aşılmaz gibi görülen problemleri aşmıştır ki, biz devlet hayatımızda meşveretin ne denli önem kazandığını ancak şimdilerde anlayabiliyoruz. Meşveretsiz, müstebit idareciler arkada binler fiyasko bırakıp öyle gitmişlerdir. Fikre, düşünceye, akla karşı en büyük hürmet ve en büyük saygıyı telkin etmiştir. Zira aklın bir hikmet-i vücudu, dolayısıyla da muhakemenin, insan düşüncesinin mevcudiyetinin de bir hikmeti vardır. Vahiyle beslenen şahıslarda, vahye müesses davalarda bile bunlara müracaat edilir ve bunlar onu yorumlamada önemli vazifeler görürler. Nitekim, aklı, muhakemesi olmayanın mükellef olmayacağı da dinimizde bir esas kabul edilmiştir.
c. Teklifler ve Tatbik
Efendimiz’e ait ayrı bir derinlik de, O’ndaki nazar ve kadem vahdetidir. Gözü nereye ulaşmışsa, nazarı nereye varmışsa, ayağını oraya basabilmiş ve ortaya attığı düşünceleri hemen tatbik edebilmiştir. Bu itibarla, Allah Resûlü’ne tâbi olanlar, her zaman O’nun dediklerini tatbike koyabilmiş, tereddüt, hayret ve şaşkınlığa düşmemişlerdir.
ca. Plân İnsanı
Plân, günümüzde en önemli meselelerden biri hâline gelmiştir. Devletler, milletler onu, kalkınmada önemli bir esas kabul ederek her şeyde “plân” diyorlar. Bizdeki Devlet Plânlama Teşkilatı da bunun için kurulmuştur. Yoksa, ne büyüme olur ne de dengeli kalkınma.. evet, toplumun nabzı yapılan plânlarda atar. Plân, bir yönüyle de cemiyet bünyesini kontrolde tutabilmenin bir ön şartı gibidir. Allah Resûlü’nün ne bilgisayarı ne kompüteri ne de plânlama teşkilatı vardı. O ânında isabetli kararlar verir ve sonra da işin üzerine yürürdü. Hem öyle meselelerde kararlar verirdi ki, onlar yüz senelik, iki yüz senelik, üç yüz senelik, dört yüz senelik, bin dört yüz senelik, iki bin senelik meselelerdi ve bu meselelerin hiçbirisinde O, arkada herhangi bir problem bırakmazdı. Yani kendisinden sonra, hiç kimse O’nun dediğinin aksine bir şey dememişti. Ve diyememişti. Oysaki daha evvel değişik bir zaviyeden arz ettiğim gibi, O’nun tebliğ gibi bir meselesi vardı. Bu mevzuda öyle adım atmalı idi ki, bir milim dahi olsa geriye dönmesi ve geriye çekilmesi olmamalıydı.
Ve işte çizgi çizgi O’nun hizmet hayatı:
Mekke’de, bir örümcek sabrı, bir mercan ızdırabı içinde sürekli bekleyiş.. iş başında bekleyiş.. suların derinleşince durgunlaşması gibi “sessiz aksiyon” diyebileceğimiz bir görünüm içinde olma. Bu dönemde, sağa-sola hicret emri; zayıf ve mukavemetsizlerin, belki seralarda korunmaya alınmasının yanıbaşında, kuvvet dengesinin olmadığı bir dönemde, tahrik edici görünümü dağıtma, endişelere meydan verecek derinlikleri sığlaştırma ve sese-gürültüye sebebiyet vermesin diye bir hava boşaltma ameliyesidir.
Medine’de ise, hizmetimizin şekli, vazifemizin gerekleri, gücümüz, karşı tarafın gücü nazar-ı itibara alınarak daha farklı bir yol takip edilmiştir. Aslında, Mekke-Medine ve daha sonraki dönemlerde karşılaştığımız strateji farklılığı; büyüme, oluşum değişikliğine uğrama vetiresinin (süreç) tabiatının icabıydı. Kendi şartları icabı Mekke’de öyle hareket edilmeli, Medine’de de böyle hareket edilmeliydi.. eğer Allah Resûlü, Mekke’de de Medine’de davrandığı gibi davransaydı, nakîseden münezzeh o en büyük plân ve strateji insanı için bu, büyük bir eksiklik olurdu. Aman Allahım! Mükemmil ve mütemmim eksikliği, bu ne büyük garabet!.. Evet, Allah (celle celâluhu), O’nu falso yapsın diye değil, isabetli karar versin ve insanlığı şaşkınlıktan kurtarsın diye göndermişti.
cb. Geri Adım Atmadı
Evet, Medine’de Allah Resûlü, değişik bir yol tutup gitmişti.. ve öyle olması da icap ediyordu. Her attığı adım bir sonraki adımın mukaddimesi, tabiî ondan sonraki adım da onun neticesi oluyordu. O, hayatında attığı adımların hiçbirinde geriye dönmemiştir. Evet, Uhud gibi hezimetten dahi zafer çıkaran Hz. Muhammed Mustafa (sallallâhu aleyhi ve sellem), nasıl geriye adım atar ki? Atmamış ve izleri ile hep “Muhammedün Resûlullah” yazmıştır. O’nun hicret mevzuundaki tavrı, davranışı bunun canlı misalidir. Habeşistan hicreti de, Medine hicreti de birer ihtida çağının, bir fütûhat döneminin sırlı kapısı olmuşlardır.
[1] Haşr sûresi, 59/21.
[2] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/425; İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 2/19.
[3] Buhârî, megâzî 56; Müslim, zekât 132-140; İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 5/177.
[4] Âl-i İmrân sûresi, 3/140.
[5] Buhârî, ferâiz 16; Ebu Dâvûd, ferâiz 16.
[6] Buhârî, menâkıbü’l-ensar 3; Tirmizî, birr 22.
[7] Buhârî, hibe 35; menâkıbu’l-ensar 3; Müslim, cihad 70.
[8] İbn Mâce, ticârât 40; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, 19/264.
[9] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 3/31-35.
[10] Buhârî, megâzî 26; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/30.
[11] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 4/43.
[12] İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 4/48-49.
[13] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 4/52.
[14] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 4/54-55.
[15] Âl-i İmrân sûresi, 3/173.
[16] Buhârî, megâzî 34; Müslim, tevbe 56.
[17] Taberânî, el-Mu’cemü’s-sağîr, 2/175.
[18] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 3/161-162; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 3/262-264.
[19] Buhârî, megâzî 79; Müslim, tevbe 53.
[20] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 3/167-168; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 3/267.
[21] Nevevî, Tehzîbü’l-Esmâ, s. 218.
[22] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 4/172-182; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, 2/66; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 4/95.
[23] Buhârî, şurût 15; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/330.