İlk yazımızda Allah Resûlü (sas)’nün dünyaya ait son nefeslerini alıp verirken, gönüllerimize bir yolculuk ruhunu fısıldadığını ifade etmeye çalışmıştık. Bu, hayatın, Allah’a ulaşma adına bir “yol” olduğunu idrake yönelik bir fısıldamaydı. İnsan kendini “yolcu” bilecek, attığı her adımda yolcu psikolojisine göre davranacaktı. Bir yolcunun, bütün planlarını varacağı yere göre yapması gibi, inanan insanın da bütün yol mülahazalarını göz önünde bulundurmasına dair bir nasihatti bu.
Gerçi Efendimiz “Dünyada sanki bir garip veya bir yolcu gibi ol.” (Buhârî, Rikak 3) ve “Benim dünya ile alakam ne kadar olabilir ki? Ben bu dünyada bir ağacın altında gölgelenen, sonra da oradan kalkıp giden binitli bir yolcu gibiyim.” (Tirmizî, Zühd 44) buyurarak bu hususa daha önce de ve gayet net ifadelerle dikkatleri çekmişti.
Gerçekten de bu ve benzeri hadisler, İslam’ın ahlakî yönünü temellendirmede çok önemli rol oynadı. Bu bakış açısı sonraki müminlere zühd adını verdikleri bir hayat felsefesi kazandırdı. Bir başka deyişle, İslam ahlakı, insanlara yolculuk kavramını getirince inanan insanın dünya ile olan ilişkisine zühd dendi. Buna göre dünya kalınacak, yerleşilecek bir yer değildi. Bu yüzden, onun kıymetini bilmemek veya kıymetsizliğini idrak etmek makbul hale geldi. Bir yolcu uğradığı bir hana ne kadar bel bağlarsa, müminin de dünyaya, daha doğrusu dünyeviliğe ancak o kadar bel bağlaması istendi. Bir yolcunun nasıl ki yolculuğu esnasında yol arkadaşlarıyla iyi geçinmesi, onlarla barışık yaşaması uygunsa, müminin de etrafındaki insanlarla iyi geçinmesi münasip addedildi. Yolcu, beraber yolculuk yaptığı arkadaşlarıyla iyi geçinebildiği ölçüde Hak katında değer kazanır oldu. Merhamet, sabır, ihsan gibi tasavvufa ait birçok terim, müminin yol arkadaşına karşı olan muamelesiyle, yani “yolda” ortaya çıktı.
Bir başka deyişle, mebde ve mead bilgisi de denen, Allah’tan gelip tekrar O’na dönecek olması, insanın nasıl yaşaması gerektiğini de belirlemiş oldu ve buna ahlak dendi. Bu bağlamda ahlak, bir yerden gelip bir yere giden insana ait bir yolculuk halini aldı.
Bu manayı, tasavvufun genel çerçevesini belirleyen bir hadislerinde Allah Resûlü (sas) “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” (Muvatta’, Hüsnü’l-Huluk, 8) buyurarak seslendirmiştir. Buradan hareketle güzel ahlakı tamamlamak, “evrensel ahlak” ve “ahlakı Allah’a bağlamak” olmak üzere iki şekilde tezahür etti.
İslam referanslı evrensel ahlak, her yerde, herkese ve her zaman ahlak şeklinde güzel ahlakı tamamlamanın önemli bir veçhesi oldu. Ayrım yapmaksızın herkese güzel ahlakla muamele etmeyi gerektirdi. Buna göre artık dinine bakmaksızın komşuya değer verildi. İnancına bakmaksızın hasta ziyaret edildi. Muhtaç kimseye başka değil, sadece ihtiyacı olduğu için yardım edildi. Doğru söylemek, merhamet etmek, adaletli olmak gibi değerler, herkese, her zaman ve her yerde uygulanabilirlik kazandı. Evrensel değerlerden uzaklaşan, İslam ahlakından da dolayısıyla tasavvuftan da uzaklaşmış sayıldı.
Ahlakı tamamlamanın ikinci veçhesini ise ahlakın gerekçesini Allah yapmak oluşturdu. Böylelikle ahlaklı olmayla alakalı bütün beklentiler, başkalarına değil sadece Allah’a bağlandı. Örneğin, cömertlik yapan birisi, yardım ettiği insandan teşekkür ve minnet beklentisine girmedi, böyle bir yükten kurtuldu. Bu bakış açısı “Lâ Maksûde illallah” “kastedilen sadece Allah’tır” diyerek beklentiyi, sadece Allah’a tahsis etti. Böyle bir beklentinin varlığı ihlasa, dolayısıyla ahlaka aykırı kabul edildi.
İslam, bu iki ahlak telakkisiyle yani, evrensel ahlakla ve ahlakın Allah’a bağlanmasıyla dünyevileşmeye karşı durdu ve bunlar tasavvuf ahlakının ana çerçevesini meydana getirdi.
Bu hususu bir başka açıdan şöyle derinleştirmek mümkündür:
İnanç ve ibadetlerde olduğu gibi, İslam’ın ahlak inşası da kişinin Allah ile olan ilişkisi üzerine kuruludur. Allah’ı yaratıcı olarak, hayatın yönlendiricisi olarak ve varılacak hedef olarak kabul etmek ve bu inanç üzerine hayatı örgülemeyi idrak etmek, tasavvuf ahlakını ortaya çıkardı.
Allah’a iman ve O’na teslimiyet, İslam’ın ilk başlama noktasını teşkil etti. Varlığı üstün ve her şeyin kaynağı olan Yüce Zat’ın ilmi de sonsuz ve her şeyi kuşatıcı olunca bu, vahiy kavramını ortaya çıkardı. Böylelikle akıl, düşünce ve bilgi de Allah’a, O’nun irade ve ilmine teslim oldu.
Varlığı ve ilmi üstün ve nihayetsiz olan Zat’ın fiil ve icraatları da üstündür ki bu da ahlaka kaynaklık etti.
Bu yönüyle İslam, Allah’ın mutlak üstünlüğünü, bilgisinin mutlak değerini ve icraatlarının mutlak kemalini kabullenmek, buna teslim olmak manasına geldi. Böyle olunca da tasavvuf, böyle bir Allah’ı isteyerek, arzu ederek ve severek kabullenmenin, teslimiyetin adı oldu.
Dindarlık ve ibadet, imtihan sırrı gereği zor olsa da, istemeyerek, direnerek başlanılan dindarlığın rıza ile taçlanması tasavvuf ahlakını oluşturdu.