Sâlik: Bir yolu tutup giden anlamındaki bu kelime, tasavvuf erbabınca Allah’ın rızasını kazanma hedefine bağlı, belli bir disiplin içinde O’na yürüyen; yürüyerek tabiatındaki uzaklaşma temayüllerini nötralize eden veya kendi uzaklığını aşmaya çalışan hak yolcusu demektir ki, kendi içinde iki ana bölüm hâlinde mütalâa edilegelmiştir:
1. Seyr u sülûk yolunun gereklerini yerine getirmeden, yani uzlet yaşamadan, halvet görmeden, çile ile tanışmadan, sırf cezb-i rahmânî ile bir hamlede, bir nefhada bütün hâl ve makamları aşıp kendi kemalât arşına ulaşan cezbedilmiş (meczûp) veya (müncezip) sâlik.
2. Usûl ve âdâbı dairesinde istidadının gereği “âfâkî” veya “enfüsî” seyr u sülûk-i ruhanîyle Hakk’a vuslat yolunda bulunan sâlik-i mücahid.
Bunlardan başka, evvelâ meczûbken cezbenin kesilmesi, seyr u sülûke geçmeden yeniden bir incizabın zuhuru, sülûku müteakip cezb ü incizabın yeniden meydana gelmesi gibi… hususlar da erbabınca üzerinde durulan konular arasında. Ne var ki, fakir, onları bu işin pratik kahramanlarına havale edip şimdilik sırf “seyr-i enfüsî” ve “seyr-i âfâkî” ile Hakk’a yürüyen sâlikten bahsetmek istiyorum.
Sâlikte ilk adım niyetle başlar. Niyet her işin başı, seyr u sülûkun ise hem başı hem de temel taşıdır; onsuz amel ruhsuz, o olmadan Hakk’a yürümekse imkânsızdır. Hâlis bir niyet, Hak inayetine bağlanarak güçlendirilir, azim ve kararlılıkla da bilenirse –Allah’ın izniyle– bu sayede sâlik her şeyi başarabilir, her engeli aşabilir ve takvimi belli değilse de bir gün –hangi seviyede olursa olsun– istidadının elverdiği arş-ı kemalâta ulaşabilir. Ne var ki, “menzili çok, geçidi yok, derin sular”ın ve derin derelerin bulunduğu, zorluk ve kolaylığın yan yana yaşandığı, şehrahlarla patikaların iç içe uzayıp gittiği bir yolda mutlaka bir kâmil mürşide ve bir üstada ihtiyacın olduğu da açıktır. Bu itibarla da, şayet üstad üstadlık taslayan bir mütesanni’, mürşid de haddini bilmez bir nâkıssa, vay o sâlikin hâline.! Ne hoş söyler Niyazi-i Mısrî:
Her mürşide el verme ki yolunu sarpa uğratır,
Mürşidi kâmil olanın gayet yolu âsân imiş…
Seyr u sülûk, sâlikin tâlibken kısmen duyduğu, mürîd ufkunda televvünleriyle tanıştığı iman ve islâm hakikatlerini, “mahiyet-i nefsü’l-emriye”lerine uygun bir kere de keşfen ve zevken tadıp duymanın, idrak edip anlamanın kalb ufku itibarıyla ayrı bir yoludur. Sözü edilip de, çok defa ne olduğu bilinmeyen huzur dediğimiz iksir de kâse kâse işte bu yolda içilir. Huşû, sâlikin istidadına göre hakikî mânâsıyla o yolda yaşanır.. ve yaşanan şeylerin insan tabiatının birer derinliği hâline gelmesi, tabir-i diğerle imanın nazarî bir ufka bedel amelî bir matla’dan o farklı doğuşu da ancak kalb ve ruh atmosferinde yapılan böyle bir seyahatle gerçekleşebilir. Böyle bir yolda ısrarlı yürüme sayesinde yükselen, ahlâkıyla bir kıvam insanı hâline gelen sâlik, hareket eksenini ruhanîlere ait çizgiye bağlayarak ufuk ötesi temâşâlara ulaşır, çoğu nazariyâttan ibaret olan ilmî müktesebâtını maârif-i ilâhiye kıymetine yükseltir; yükseltir ve zâhir u bâtınıyla pürnûr olur gider, duruşuna lâyık bir makama otağını kurar.
Bazen böyle münevver bir ruh ve dopdolu bir ârife –üzerinde durulacağını ifade edip geçelim– farklı bir kısım ahvâl, etvâr ve ötelere ait elvânın zuhur ettiği de olur; bazen de ona ruhanî zevk ve müşâhede yolları açılır. Bu arada mütemekkin olmayan sâliklerden bunlara takılıp yollarda kalanların sayısı da az değildir; ancak müteyakkız hak yolcularıdır ki, bunları Hak inayetiyle aşar ve takılıp yollarda kalmazlar, kalmamalıdırlar da. Zira bu tür şeyler, ne ubûdiyetin gayesi ne de seyr u sülûkun hedefidirler. Bunları maksud bilen Maksud’u bilemez, bunları gaye gören yol yorgunluğundan başka bir şey elde edemez. Onun içindir ki, gerçek mârifet erleri, bu tür şeylerden rüyalarında bile uzak durmaya çalışmış, kendi kendine gelen mevhibelerin istidraç olabileceği endişesini yaşamış; vicdanlarının “vâridât” dediği teveccühleri de “tahdis-i nimet” mülâhazasıyla soluklamış ve daha fazla bir kıymet atfetmeyi de asla düşünmemişlerdir. Bence bu yolda esas olan da işte budur; evet, eğer bunlar Rahmânî birer ikram ve Cenâb-ı Hak tarafından sâlikin aşk u şevkini şahlandırma adına avans nev’inden birer teveccüh ise –ki o hususta da kat’î bir şey söylememiz mümkün değildir– hak yolcusu yeni bir nimet sağanağıyla karşı karşıya bulunduğunu düşünerek, şevk u şükürle gerilmeli, ibadetini ubûdete çevirmeli, normal hayatını gecelerinin derinliğiyle derinleştirmeli, oturuşunu-kalkışını daha bir kullukla bezemeli; ama kat’iyen fahre, şöhret hissine, fâikiyet mülâhazasına girmemeli; rahmet ilinden dalga dalga esip gelen, gelip ruhunu saran o tecellîleri, bencillik, gurur, riya, süm’a isiyle-pasıyla karartmamalı; bütün o teveccühleri, iltifatları, kendi aczi, fakrı, ihtiyacı ekseninde değerlendirerek, hakkı olmayan bir şeyi temellük yerine, onun kaynağı üzerinde durmalı, bir ibtilâ olabileceği ihtimaline karşı Allah’a sığınmalı ve ubûdiyetine teşvik için bir atiyye nev’inden verilmiş olma mülâhazasıyla da kulluk çıtasını biraz daha yükselterek, daha derince, daha şuurluca ve ihsan televvünlü bir ubûdiyete kilitlenmelidir; hem de nimet-i sâbıkaya “bidâat-i müzcât” ölçüsünde küçük bir şükürle mukabelede bulunuyor olma ezikliğiyle ubûdiyete kilitlenmelidir…
Aslında, sürekli kendini sorgulayan, sigaya çeken ve nefsini murâkabe ve muhasebe imbiklerinden geçiren bir hak yolcusundan beklenen de işte budur. Durduğu yerin farkında olan böyle biri, bir taraftan
مَا عَبَدْنَاكَ حَقَّ عِبَادَتِكَ[1]، مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ[2]،
مَا ذَكَرْنَاكَ حَقَّ ذِكْرِكَ، مَا شَكَرْنَاكَ حَقَّ شُكْرِكَ>
deyip O’nu hakkıyla bilemediğini, gerektiği gibi kullukta bulunamadığını, ululuğu ölçüsünde O’nu zikredemediğini ve şükür vazifesini yerine getiremediğini avaz avaz ilan ederken; diğer taraftan da, bilerek veya bilmeyerek işlediği hata, günah, irtikâp ettiği mâsiyet, mesâvî ve Allah’ın hoşnut olmadığı/olamayacağı davranışlardan ötürü her zaman boynu buruk, ruhunda içini kanatan bir burukluk, yüzünde kahreden bir hicap, gönlünde mütemadi bir ürperti, kabirdeki suallere muhatap olma telaşı gibi bir ruh hâleti içinde ve amellerin muvazenesi esnasında terazi kefelerinin kıpırdanışıyla başını döndüren, bakışlarını bulandıran bir heyecan ve endişe ile, her lahza, içinden kopup gelen o derinlerden derin mehâfet ve mehâbet hissiyle döner döner ve gider O’na sığınır; her sığınışında cismanî arzuları ve nefsanî istekleri itibarıyla bir kere daha ölür ve ardından da O’na intisap mülâhazalarıyla sûr sesi almış gibi yeniden dirilir; dirilir, kalb ve ruh ufkunda yepyeni bir dünya kurmaya çalışır; her zaman O’nu düşüneceği, O’nu söyleyeceği, O’na yöneleceği, O’nunla hasbihâl edeceği öteler adına nuranî, şeffaf ve mâverâdan sürekli diriltici nefesler alan bir dünya. Bu dünyada, sâlik ve üstad diz dize, canlar Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın otağında ve otağ, Hakk’a kurbet kuşağında.. varların yok olduğu, yokların bir vücud-u cavidânîyle yeniden varlığa erdiği bir makamdır burası. Burada saatler her zaman gün ortasını gösterir.. doğu-batı iç içe girer, gece-gündüz karışır birbirine.. fizik ve fizikî mülâhazalar delik deşik olur. Mekânın yerini lâmekân alır, zamanın ufkunu da lâzaman kaplar.. artık, her şeyin Allah’tan gelip yine Allah’a döndüğü hissi duyulmaya başlar. Bir kor düşer sinelere ve vuslatın gölgesi sezilir gibi olur başlar üstünde. Zevkî, hâlî ve kısmen de şuhûdî bir neşve ile dudaklar O’ndan gelecekleri mırıldanmaya durur, mırıldanılan şeyler gider ta ümit ufkuna vurur. Gönül her şeyi aşmış gibi اَللّٰهُمَّ لَذَّةَ النَّظَرِ إِلَى وَجْهِكَ وَشَوْقًا إِلَى لِقَائِكَ[3] diyerek bütün güzelliklerin kaynağı O’nun cemal-i bâ kemâlini temâşâ lezzeti ve vuslat şevkiyle inler; sönmeyen bir aşk, dinmeyen bir iştiyakla أَعْلَى الدَّرَجَاتِ وَأَقْصَى الْغَايَاتِ dediği iftar vaktini beklemeye koyulur.. ve kim bilir, iç dünyasında “kelâm-ı nefsî” mahremiyetiyle her gün kaç kez, kendini iftar sofrasının başında tahayyül eder; üst üste teveccühler yudumlar ve
Ey sâki, doldur şarabı vakt-i iftardır bu dem,
Mâmur eyle bu harabı lütf-u izhardır bu dem.
(M. Lütfî)
der, iştiyakını seslendirir. Sonra da “Âh vakti merhun!” diye mırıldanarak birkaç adım geriye çekilir.
Bugün her yanda bir sürü sâlik var; hedefi Allah hak yolcuları ise, ya sır yolunda yürüyorlar ya da bir kaht yaşanıyor o iklimde.. her tavrı, her sözü, her hâli Hak muradı olanlara gelince, –Allah eksikliklerini göstermesin– bunlar, azlardan da az; ihtimal onların da ağızlarında fermuar var. Öyle de olsa, bunlardır Mele-i A’lâ sakinlerinin matmah-ı nazarı; bunlardır göklerdekilerin medâr-ı iftiharı; bunlardır muhtemel felaketlere karşı ehl-i imanın sedd-i rasîni ve وَمَا كَانَ رَبُّكَ لِيُهْلِكَ الْقُرٰى بِظُلْمٍ وَأَهْلُهَا مُصْلِحُونَ “Halkı dürüst ve başkalarını da ıslah etmeye çalışan memleketleri Rabbin asla helâk etmez.”[4] mazmununca helâkı mukadder karyelerin de teminat vesilesi.
İster cezb öncelikli, ister sülûk mebde’li, ister acz ü fakr eksenli olsun, sâlik her zaman sâliktir ve onun gözü hep Hak kapısında; seyri, Peygamber vesâyetinde; duruşu da ârifânedir. Rabbiyle münasebetlerinde hesabı çok sağlam; hareket ve davranışları da ihsan şuuruna bağlıdır. O, her hâliyle âdeta bir vuslat sath-ı mâilinde bulunuyormuş gibi iştiyak ve mehâfeti iç içe duyar ve emelden endişeye sürekli gelgitler yaşar. Yerinde kendini “ayne’l-yakîn” ufkunda hisseder; mârifetinin enginliği ölçüsünde sezilmezleri sezer, erilmezlere erer, “bî kem u keyf” en aşkın şeyleri temâşâ eder; yerinde daha derin müşâhedelerle tam müstağrak hâle gelir; oturur kalkar اَلْمَعْرُوفُ هُوَ اللهُ[5], اَلْمَقْصُودُ هُوَ اللهُ[6], اَلْمَعْبُودُ هُوَ اللهُ[7] nurefşan kelimeleriyle soluklanır.. ve hep O’nu anar, O’na tahsis-i nazar eder ve tahsis-i ubûdiyette bulunur. Hakanî, böyle bir sâliki iki mısraa sıkıştırarak şöyle ifade eder:
Lâyık oldur ki hemen sâlik-i râh
Sâlik, seyr-i ruhanîsi süresince, beklemese de farklı sürprizlerle karşılaşabilir; hâlden hâle intikal eder, öteden sesler duyar, ruhanîlerden iltifat görür. Aslında, onun işi âdeta hep seyahattir; O’ndan yine O’na sülûk eder, kendinden O’na seferde bulunur. Bir ism-i ilâhîyi arkasına alır, öbürüne yürür; birinin atmosferinde pervaz ederken başka birinin cilveleriyle farklı güzellikleri müşâhede etmeye durur.
Bazen sâlik, cezb u incizab kanatlarıyla O’ndan başlayıp yine O’na yürüdüğü gibi, bazen de maiyyet ufkundan kendi mahiyetinin derinliklerine seyahat eder. O bu kabîl tedelli veya terakkiler esnasında hep “seyr fillâh maallah” türünden seferler gerçekleştirdiği gibi, âmâl-i sâliha, tezkiye-i nefs, tasfiye-i kalb ile de zühd eksenli ve terakki edalı seyahatlerde bulunur. Ne var ki, bazı sâlikler her zaman O’nunladırlar; O’ndan başlarlar ve yine kendi arş-ı kemalâtlarına O’nun maiyyetinde ulaşırlar. Bazıları, gönülleri her zaman O’na müteveccihtir; O’nun kendilerine yakınlardan daha yakın olduğunu duyarlar; ama, mahiyetleri itibarıyla kendilerini bir çeşit uzaklığın ağında hisseder ve sürekli bu uzaklığı aşma gayretinde bulunurlar. Bazıları da O’na yakındırlar, yakınlıklarının da farkındadırlar. Bunlar da kurb mazhariyetini korumak için ölesiye bir mücahede sergilerler. Hangi yolla olursa olsun, sülûklerini maiyyete bağlamış bulunan hak yolcularının, Allah, her zaman gören gözleri, işiten kulakları, zâhir-bâtın bütün kuvvelerinin de kuvvet, ihsas ve ihtisas kaynağıdır. Böyle bir sâlik, Allah’a teveccühünü devam ettirdiği, kalben mâsivâdan alâkasını kesmeye muvaffak olduğu ve dahası bu mazhariyeti tabiatının bir yanı, bir derinliği hâline getirebildiği takdirde, mahiyetindeki maddî ve cismanî şeyler –tesirleri itibarıyla– ruhaniyatın istilâ ve hâkimiyeti karşısında birer birer veya bir kuvve-i kudsiye ile hepsi birden erir gider de sâlik-i müntehî, cisim, cevher, araz üstü büyülü bir hâl alır. Öyle ki, artık onun mahiyeti –tabiî iç ihtisasları itibarıyla– âdeta ne su ne toprak ne hava ne de başka bir maddiyatla alâkası yokmuş gibi mücerret bir cevher karakteri arz etmeye başlar. Böyle biri, arzda bulunduğu aynı anda göklerdedir, bugünü yaşarken hep yarınlarda dolaşmaktadır; cismaniyeti ve bedeniyle bir uzaklığın zebûnu görünmesine rağmen, ruhuyla sürekli kurbet soluklamaktadır; vücud-u fânîsiyle mekânın dar bir alanına mıhlanmış gibi durduğu hâlde vücud-u cavidânîyle, bilmem kaç konağın şeref misafiri, kaç muhtacın Hızır’ı, kaç garîkin de İlyas’ıdır.
Sâlik, bu kıvamı koruduğu sürece, ilâhî teveccüh sağanakları da artarak devam eder; derken farklılaşan o ulvî mahiyeti onun tabiatı hâline gelir. İşte böyle bir hak yolcusu, izafî de olsa sahib-i makam sayılır. Gördüğü şeylerin hepsi doğru kabul edilir. Duyup hissettiklerini her zaman aynı renk, aynı desende duyar, hisseder. Beyanlarında vâridât nümâyân olmaya başlar ve sözleri de herkese tesir eden birer lâl ü gühere dönüşür. Zira o, artık “kurb-u sâbit”le şereflendirilmiş bir tali’lidir; Hakk’ın bildirmesiyle bilir, gördürmesiyle görür, duyurmasıyla duyar, konuşturmasıyla konuşur ve her şeyi O’ndan akıp gelen “ledünnî maârif”le değerlendirir.
İster seyr u sülûk, cezb u incizab eksenli O’ndan O’na olsun, ister tedelli yoluyla O’ndan sâlikin özüne olsun, ister O’nun kurbunu duymasına rağmen kendi bu’dunu aşmaya mâtuf bulunsun ve isterse kendinde var olduğuna inandığı kurbunu koruma cehdi şeklinde tecellî etsin, sâlik bu suretlerin hemen hepsinde ilâhî bir cezb insiyakıyla seyahatini mesafeler üstü bir yörüngede sürdürür; hâle ait hususiyetleri ya görür ya da görmez; ama bir hamlede varır otağını makamın en mutena yerine kurar. Cehd ü gayret kahramanlarına gelince, onların sülûkları terakki edalı ve hâl televvünlüdür. Koşup katettikleri mesafeler, katlandıkları meşakkatler, ceste ceste erdikleri mârifetlerle tıpkı bir merdiven tırmanıyor gibi yürürler kendi kemalâtlarının arşına. Neticede bunlar için de hakikî veya izafî bir vuslat gerçekleşebilir; gerçekleşir ama böylelerini, inayet edalı öncekilerin mazhariyetleriyle mukayese etmek mümkün değildir.
Hulâsa, sülûkun mebdei, hakikat-i İslâmiyet’in duyulması; nihayeti ise en âlî mertebesiyle makam-ı ihsanın tecellîsidir. İz’an bir iman ufku; islâm Hakk’a teslimiyet remzi; ihsan, O’nu görüyor gibi kullukta bulunma ve O’nun tarafından görülüyor olma şuuruyla Hakk’a teveccühün unvanıdır. Vuslat ise, bütün bunları aşkın, lâzamanî ve lâmekânî bir duyuş ve hissedişin adıdır.
اَللّٰهُمَّ ﴿اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقيمَ﴾ وَأَفِضْ عَلَيْنَا مِنْ فَضْلِكَ الْعَظيمِ وَانْشُرْ عَلَيْنَا مِنْ رَحْمَتِكَ يَا رَحْمٰنُ يَا رَحِيمُ.
وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى مَنْ أَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ وَعَلَى اٰلِهِ وَأَصْحَابِهِ الطَّيِّبِينَ الطَّاهِرِينَ.
[1] et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 2/184; el-Hâkim, el-Müstedrek 4/629.
[2] el-Münâvî, Feyzu’l-kadîr 2/410; el-Âlûsî, Rûhu’l-meânî 4/79, 17/202.
[3] Bkz.: Nesâî, sehv 62; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/264, 5/191.
[4] Hûd sûresi, 11/117.
[5] “Hakikî Mârûf Allah’tır.”
[6] “Hakikî Maksûd Allah’tır.”
[7] “Hakikî Mâbûd Allah’tır.”
Kaynak: Kalbin Zümrüt Tepeleri / M.Fethullah Gülen