İman ve İslam adına meydana gelen durağanlıklar insanların hazan vurmuş yapraklar gibi savrulup gitmelerine sebebiyet vermektedirler. Ülfet ve ünsiyetlerin etkisiyle meydana gelen körlükler de durağanlıklara yol açmaktadırlar. Bu yüzden insan sürekli dolup taşmıyorsa zamanla ülfet ve ünsiyete yenik düşmekte, kalb ve latife-i Rabbâniye artık fonksiyonunu eda edemez hale gelmektedir.
Fethullah Gülen Hocaefendi, Hizmet’te durağanlığın bir başka sebebi olarak insanların musibetler karşısındaki tavırları olduğuna dikkat çekmektedirler. Başa gelen belâlar ve musibetler karşısında “Ee ne yapalım!” diyerek sessiz kalınmaması, bunlara aktif sabırla mukabele edilmesi gerekmektedir: “Evet, ne olursa olsun durmamalı; insan, bin türlü bela sarmalı içinde olduğu zaman bile, mutlaka bir şey yapma cehd ve gayreti içinde bulunmalı.”
Ayrıca, hadiselerin şokuyla durağanlığa düşmenin insanlarda “Demek ki bir bit yeniği varmış bu işin içinde!” düşüncesini hâsıl edeceği ve “Efendim, tahrip edenler demek haklıymış; baksana, bu insanlar meseleye doğrudan doğruya inanmamışlar ki, şimdi durdular burada!” gibi düşüncelere yol açacağı vurgulanmaktadır.
Başa gelen musibetler karşısında sessiz kalınmaması ve aktif sabırla hareket edilmesi önemlidir. Hadiseler bizleri yapmamız gereken hizmetlerden alıkoymamalıdır. Yeni oluşan şartlar içerisinde nasıl hizmet edilebilecekse o şekilde yola devam edilmesi gerekmektedir. Yapılacak hizmetler bitmediği gibi sürekli olarak olarak da artmaktadırlar. Bu konuda gevşeklik göstermeye hakkımız yoktur.
Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın…
Yaşanan süreç öncesinde hizmetlerde yakalanan hızlı büyüme karşısında “Artık hizmetler alıp yürüdü, eskisi gibi bizlerin koşturmasına ihtiyaç kalmadı. Biz de bugüne kadar ihmal ettiğimiz dünyamızın imarına biraz zaman ayırabiliriz vs…” gibi düşünceler, bir takım ülfet ve ünsiyetler yaşanmaya başlamıştı.
Hocaefendi’nin “İçtimaî Hayatta Dünya-Ahiret Muvazenesi” başlıklı yazısında sahabelerin (r. anhüm) bu problemlere yaklaşımları ele alınmaktadır:“Ebû Eyyub el-Ensârî Hazretleri bir cephede düşmanla çarpışırken, kendisini korkusuzca düşman saflarına atan bir yiğide, kendi saflarından bir neferin şöyle dediğini duyar: “Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın.” (2/195) Ebû Eyyub el-Ensârî Hazretleri, bunu duyar duymaz hemen ortaya atılarak şöyle der: “Ey cemaat! Siz bu âyeti yanlış anlıyorsunuz. Bu âyet şu münasebetle nazil olmuştu. Bir vakit biz, etrafımızdaki düşmanları sindirince şöyle düşünmeye başladık: ‘Bizler hicret ettik, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile gazvelere katıldık. Ensar olarak bu uğurda mal ve mülkümüzü, hatta her şeyimizi feda ettik. Din yolunda aç ve susuz kaldık. Bu arada da maddeten sefalete dûçar olduk. Şimdi biraz çalışıp kazanalım da bu eski boşluğu dolduralım.’ İşte okuduğunuz âyet bu mülâhazalara cevap mahiyetinde nazil oldu. Sonra devamla âyetin tamamını bu bütünlük içinde okudu: “Ey iman edenler! Allah yolunda her şeyinizi sarf edin ve kendi elinizle, -mallarınızı harcamamak suretiyle- kendinizi tehlikeye atmayın.“”
İnsanın, imanını teminat altına alması onun hareketine/aksiyonuna bağlıdır…
Bu örneklerden de anlaşılacağı üzere, sosyal hareketlerin zamanla böyle bir duraganlığa doğru gitmeleri, skolastik bataklığa saplanmaları ve dolayısıyla yavaş yavaş ölümlerinin gerçekleşmesi olağan bir durumdur. Sahabe efendilerimizde de bazı dönemler itibarıyla böyle durumlar baş gösterdiğinde, Allah (CC), Kur’an ayetleri ve Allah Rasül’ünün (SAV) rehberliğiyle onları (r.anhüm) korumuş ve İslam dinini temsil ve tebliğle vazifeli kıldığı bu insanları sürekli zinde ve canlı tutmuştur.
Süreçte günümüz hizmet insanlarının yaşadıklarına da bu adeseden bakmak mümkündür. Hak davasının sahibi Allah’tır (CC). O (CC) davasının ve bu davaya baş koyanların zayi olmasına asla izin vermemektedir. Süreçten önceki durum devam etseydi, zamanla hizmet insanlarının da skolastik bataklık içerisine düşmeleri, aşk ve şevklerini kaybetme ve dolayısıyla yok olmaları tehlikesi bulunmaktaydı.
Hocaefendi bu tehlikelere “Sadâkat İksiri Ve Durağanlık Zehri” başlıklı Bamteli’nde vurgu yapmaktadırlar: “Şimdi, Allah’a iman ettikten sonra, insanın, imanını teminat altına alması onun hareketine/aksiyonuna bağlıdır. Aksiyon olmadığı takdirde, iman zamanla solar; bir yönüyle taklit yollarına gidilir, bir yönüyle şekle gidilir, bir yönüyle surete gidilir. Nitekim günümüzde “sizin” demeyelim de “benim” gibi çoklarında mesele tamamen şekil, suret ve taklit vadilerinde bocalayıp durmaktan ibaret bir hal almıştır. Ancak “amel” ile, “hâlis amel” ile, “ihlasa iktiran eden amel” ile, “rıza hedefli amel” ile, “aşk u iştiyak -en son gaye, aşk u iştiyâk-ı likâullah- hedefli amel” ile insan canlı kalabilir.”
Yaşanan ifritten süreçteki Celali tecelliler sayesinde Allah (CC) hizmet insanlarının canlılıklarını korumuş ve onların ölümüne sebebiyet verecek ortamlardan onları çıkarmıştır. Yine bu sayede, Allah (CC) onlara hiç düşünemeyecekleri yeni coğrafyalar, yeni ufuklar ve hizmet imkanları bahşetmiştir. Ayrıca bu yeni dönemde hizmet edebilmeleri için gerekli olan donanımlarla mücehhez olabilmeleri için gerekli şartları ihzar etmiştir. Nitekim Üstad Hazretleri’de Şefkat Risalesi’nde bu hakikatı şöyle ifade etmektedirler: “Bu hizmet-i kudsiyenin kerâmeti üç nev’idir: Birinci nev’i: O hizmeti ihzâr etmek ve hâdimlerini o hizmete sevk etmek cihetidir. İkinci kısım: Mânileri bertaraf etmek ve muzırların şerrini defedip, onları tokatlamaktır…”
Sürekli yürüme, sürekli yürüme, sürekli yürüme…
Aynı yazıda Hocaefendi başa gelen bela sarmalından sıyrılmanın ilk şartının durağanlıktan kurtulmak ve onun da en önemli vesilesinin akl-ı selim sahibi mefkûre insanlarıyla istişare yapmak olduğunu ifade etmektedirler. İstişarenin ise tam manasıyla istişare olması gerektiğine dikkat çekmektedirler.
Hoacefendi, yazının sonunda şu önemli tahşidatları yapmaktadırlar: “Hep hareket, hep hareket… İman, aksiyon ile beslenmediği takdirde, renk atar, yapraklar gibi savrulur; gülün/çiçeğin, karşısında raksa durduğu şeyler, toprağın bağrında gübre olmaya mahkûm olur. Gübre olmamanın yolu, “iman”dan sonra “aksiyon”dur. Durağanlığın sisi-dumanını ve tehlikelerini, “iman” ve “aksiyon” ile, aksiyonda da “ihlas” ile, ihlasta da “Hakk’ın rızasını hedefleme” ile, rızada da “aşk u iştiyâk-ı likâullah” mülahazasıyla aşarak sürekli yürüme, sürekli yürüme, sürekli yürüme… Sürekli yürüme olmazsa, insan, sürekli sürünmeye mahkûm olur! Sürekli yürümek lazım ki, sürekli sürünme mahkûmiyetine düçâr kalmayalım…”
Bizlere düşen vazife hizmet etmeye devam etmektir. Yaşanan hadiselerin şokuyla kendimizi durağanlığa salmak değildir. Ya da hadiselerin etkisiyle sürekli suçlu arama, sabah akşam durmadan buna sebebiyet verenlerden hesabını sormak mülahazalarıyla oturup kalkma olmamalıdır. Defaatle ifade edildiği gibi geçmişin hatalarından dersler ve ibretler alarak, tekrar aynı yanlışların meydana gelmemesi adına planlar yapıp tedbirler alınması çok önemlidir ve mutlaka yapılmalıdır. Ama bütün bunlar bizi yapmamız gereken hizmetlerden alıkoymamalı, hizmetlerin yapılabilmesi için ihtiyacımız olan aşk-ü şevkten mahrum etmemeli, muvaffakiyet için en önemli bir vesile olan uhuvvete ve aramızdaki güven duygusuna zarar vermemelidir.
Sürekli birilerine hesap sorma mülahazaları ile hareket edenlerin, bu uğurda Kur’an’i, Nebev-i usüllerden ve Hizmet prensiplerinden uzaklaşarak çözümler arayanların hizmet edebilmeleri ve hayır adına bir şey ortaya koyabilmeleri mümkün olmayacaktır.