Soru: Kendi aklımıza, fikrimize ve nefsimize itimat etmek bazen bizi istişareden alıkoyabiliyor. Bu konuda ne buyurursunuz?
İnsan, çok akıllı ve ehl-i ilim dahi olsa hiçbir zaman istişareden vazgeçmemelidir. Zira istişare, hem bir vifak ve ittifak vesilesi, hem akl-ı küllîyi değerlendirmedir. Bu itibarla da o, ciddi bir vazifedir. Bir Arap atasözünde denildiği gibi, “İki ilim, bir ilimden hayırlıdır.” Böyle olunca, üç ilim, bir ilimden haydi haydi hayırlı olmuş olur. Ayrıca istişarede bulunan insan başkalarının ilmini de kendi ilmine katmış ve onların düşüncesiyle kendi düşünce ufkunu genişletmiş olur.
Müsaade buyurursanız burada, ehl-i iman arasında hissedilen ve benim âfât-i hamse (beş âfet) olarak nitelendirdiğim beş sinsi hastalığa temas etmek istiyorum. Bu âfetlerin her biri ruha tuzak ve kalbi öldüren amansız birer marazdır. Bütün mü’minlerde, hatta tarikat ve tasavvuf gibi kudsî müesseselerin nuranî havasını ve tertemiz meltemlerini vicdanlarında, ruhlarında duyan kardeşlerimizde de görülebilecek birinci âfet şudur:
Bir kısım büyüklere ait meziyetleri ve faziletleri anlatmakla iktifa edip, başkalarının kahramanlıklarını destanlaştırıp, öyle olma duygu, düşünce, hamle ve gayretinden mahrum yaşamaktır. Yani evliya menkıbeleriyle müteselli olup, evliya olma duygu ve düşüncesinden mahrum olmaktır ki, aslında bu maraz, zelil olmuş milletlerin maruz kaldığı bir aşağılık duygusu hastalığıdır.
Evet, bir millet geçmişine ait değerleri kaybetmiş ve dilencilik durumuna düşmüşse, sadece “Kahramanlar yaratan bir ırkın ahfadıyız.” diyerek atalarıyla övünür. İşin doğrusu, ecdâdımız övünülecek kimselerdir ama yalnız onlar ile övünüp de onlar gibi olmaya çalışmamak çok ciddi bir aldanmışlıktır. Rica ederim, böyle olanlar kendilerinin ne olduklarını ve ecdâdları gibi ne tür hizmetlere imza attıklarını hiç düşünmezler mi? Tekrar ifade etmekte fayda var; bu durum, zelil olan millet ve toplulukların aşağılık duygusu adına mahkûmiyetlerini itirafın ifadesidir. Bu husus, hem bizi hem de başkalarını ilgilendiren bir âfettir. Zühd, takva, ihlâs ve samimiyetle gece-gündüz çırpınan her fert, mutlaka hayran olduğu, hayranlıkla destanlarını anlattığı insanların durumunu kazanmaya çalışmalıdır. Binaenaleyh sadece Hazreti Fatih, Yavuz ve Kanunî gibi zatlarla müteselli olup da dünya muvazenesinde onlar gibi yerlerini alma cehd ve gayretinden mahrum olmak, sefil nesillerin kuru tesellilerinden ibarettir.
İkinci bir âfet de, büyüklerin büyüklüğünü teslim etmeme hastalığıdır. Hatta bu maraz bazen öyle bir raddeye ulaşır ki, insan kendisini o büyüklerin seviyesinde görmeye başlar. Evet, gururun ve kendini beğenmişliğin bir ifadesi olarak kendisini tıpkı o büyükler gibi görme marazı da bugün ayrı bir âfet olarak mü’minleri tehdit etmektedir. Mesela, Allah’ın velî kullarını ve âlimleri kendisi gibi görme ve “İhtimal ki, Şâh-ı Geylânî de, Şâh-ı Nakşibend de, Ebû Hanife de benim gibi adamlardı.” deme cüretinde bulunmanın ifadesi olan sözler, bu tür bir hastalığın sözlere yansımış ifadeleridir. –Hafizanallah– kendisini beğenme hastalığı, birinci âfetin diğer ucunda, ona tam ters ama öldürücü diğer bir hastalıktır. Böyle düşünen kimse, büyüklerin füyûzatından ebediyen mahrum kalır ve bir adım ileriye gidemez.
Evet, biz kat’iyen İmam Ebû Hanife, İmam Şafiî, İmam Malik veya Ahmed İbn Hanbel olamadığımız gibi, Şâzilî, Ahmed Bedevî, Ahmed Rufaî, Şâh-ı Geylânî, Şâh-ı Nakşibend ve İmam Rabbânî de değiliz ve olamayız. Bunların içinden Şâh-ı Geylânî ve İmam Kerhî gibi bazı büyük mücedditlerin tasarrufları vefat ettikten sonra dahi, Allah’ın izniyle Efendimiz’in vesâyâsı altında hâlâ devam etmektedir. İhtimal, mânâ âleminin bu sultanları ruhaniyetleriyle bizim başımızı okşamakta, bize zahîr ve arkacı olarak ellerini sırtımıza vurmakta ve bir dest-i teşvikle bizi hep hizmete doğru teşvik etmektedirler. Binaenaleyh bir insan için, kendini, tasarrufları –Allah’ın inayet ve izniyle– asırlarca devam eden kimselerle müsâvi görmesi kadar büyük bir gaflet ve dalâlet olamaz. Herkes burada da haddini bilmeli ve “Onlar başka bir iklimin adamları, biz başka bir iklimin adamlarıyız.” demelidir.
Bir diğer âfet de şudur: İnsanlar her hizmete, her yüce davaya, her kudsî mefkûreye önce şevkle sahip çıkarlar, onu tahakkuk ettirmek için çeşitli vesilelere başvururlar. Mesela, yüce duygu ve düşünceleri gönüllere yerleştirmek ve hâkim kılmak için durmadan çalışır ve bu uğurda müesseseler açarlar. Hazırladıkları evlerde iman adına halkın imdadına koşarlar, bir itfaiye memuru gibi nerede bir yangın varsa onu söndürmek için durmadan didinir dururlar; derken, gayet ulvî, hasbî ve diğergâmlık içinde başlatılan bu hizmet ve gayretler, bir müddet bu şekilde devam ettikten sonra O’na giden yolda kullanılan sebeplerin vesileliği unutulur, bunlara ‘maksûdun bizzât’ olarak bakılmaya başlanır ve onlar birer esas olarak ele alınır; böylece insanlar hedeften ve gayeden saptırılmış olurlar. Şöyle ki, dinî duygu ve düşüncenin serpilip gelişmesi için açılan müesseselerde o vazifenin yapılamamasına, o kudsî ve ulvî vazifenin gerektiği şekilde eda edilmemesine karşılık, hâlâ bir kısım müesseseler açılmakta ise, hayatî fonksiyonlarını yitirdiğinden dolayı bu müesseselerin vesile olmaları unutulmuş ve bu vesileler birer gaye yerine konulmuş demektir. Vesilelere gaye diye tapmak da mü’mini bitiren bu beş âfetten biridir. Bu âfet de Allah yolunda koşturan kardeşlerimizi, daha evvel başkalarını yaraladığı gibi yaralamış, âdeta bir hançer gibi sinelerine saplanmış sayılır. Bu âfete karşı da ciddi bir teyakkuza ihtiyaç vardır.
Bir diğer âfet de, Cenâb-ı Hakk’ın rızasını kazanmak için hizmet eden mü’minlerin kendi ilim, idrak ve bilgilerine güvenip müstakil hareket etmeleridir. Kendisinden başka ilim, irfan ve düşünce kaynaklarına müracaat etmeden, hususiyle de ihtisasa saygılı olmadan, “Ben, bana yeterim.” düşüncesi ile hareket etmek öyle bir âfet ve gaflettir ki, insanın hem dünya hem de ahiret hayatı adına hüsran yaşamasına yol açar. Hele bu insan, bir kaç insanın da uhrevî hayatını temsil ediyorsa, hem kendini zarara sokar hem de onlara zarar verir. Yani hem kendisinin mahvına ve kaybetmesine hem de onların dalâlete sürüklenmesine sebebiyet vermiş olur olur.
Beş hastalıktan bir diğeri de, mü’min kardeşlerimizin iman ve Kur’ân aşkının sönmesidir. Bu husus da diğerleri gibi çok önemli hususlardan biridir. Bu marazı, insanda yavaş yavaş İslâmî aşk ve heyecanın, dinî duygu ve düşüncenin, daha geniş bir ifadeyle, cihad azminin sönmesi ve ferdin metafizik gerilimini kaybetmesi şeklinde de ele alabiliriz. Zira metafizik gerilimin korunması ve cihad ruhunun daima canlı tutulması, bir milletin ebediyen yaşayabilmesinin en büyük garantisidir. Bin aşk ve şevkle çıktıkları yolda, yola ve yolun güzelliklerine bağlanıp kalmak ve hedefi unutmak olarak da tarif edebileceğimiz bu âfetin ne kadar büyük bir hastalık olduğuna tarih bütün canlılığıyla şahittir. İsterseniz kendi ecdadımızdan misal verelim. Osmanoğulları serhat boylarında azm u ikdamda bulunduklarında cihanları fethetmişlerdi. Osman Gazi’nin, Orhan Gazi’nin, Hüdavendigâr’ın, Yıldırım Bayezid Han’ın, Mehmed Çelebi’nin, Hazreti Fatih Sultan Mehmed’in ve İkinci Murad’ın en büyük aşk ve iştiyakları cephede ölmek idi. Murad Hüdavendigâr, Balkanlarda şehit olurken, yaralı ve kanlar içinde, etrafındakilere şu tavsiyede bulunuyordu: “Sakın atın üzerinden inmeyesüz!” Yıldırım Bayezid de aynı şeyi tavsiye etmekteydi. Ne zaman ki padişahlar ordularıyla sefere gitmemeye, saraya gömülmeye, zevceleriyle beraber olmaya başladılar, işte o zaman çürüme ve kokuşma baş gösterdi. Bu dönemde artık serhat türkülerinin yerini yaşama arzusu ile ilgili türküler almıştı ve o aşk u şevk de sönmüştü. Aşk u şevkin sönmesi, diğer bir tabirle, kendilerinde hayat şevkinin, yaşama arzusunun ve çoluk çocuk içinde bulunmanın, daha başka bir ifadeyle de, haneperestliğin, evlad ü iyal-perestliğin ruhlarına hâkim olması, maksadının aksiyle onların suratına öyle bir tokat hâlinde inmişti ki, neticede evlad ü iyallerini de, hanelerini de koruyamamışlardı. Buna mukabil hayatını iman ve Kur’ân’a hizmet aşkıyla geçirip izzetle yaşayan kimseler ise hem kendileri, hem aileleri, hem haneleri, hem de milletleri ile beraber izzet içinde yaşamışlardı. Endişe edip titrediğim, korktuğum meselelerden biri de işte budur..!
Rabbim, din kardeşlerimizin iman ve Kur’ân’a olan bağlılıklarını ve şevklerini söndürmeden devam ettirsin..!
Kendi Ruhumuzu Ararken M.Fethullah Gülen