Bir gece tren yolculuğunda aldım vefat haberini… Telefonumu yavaşça masaya koydum. Gözümü pencereden camdaki karanlığa çevirdim. Treni simsiyah kuşatan, kucaklayan bir gece, ara ara dışarda geriye doğru koşan ışıklar, eriyip gitmemek, süzülmemek için cama tutunan titrek yağmur damlaları… hüznümü deşecek ne varsa omuz omuza vermişti etrafımdaki her şey.
Bir keder kuşatmasının tam ortasındaydım. Ama nedense o an ağlayamadım. Ruhumu örseleyen habere bedenim henüz nasıl bir tepki vereceğini bilemedi belki de. Dostoyevski, ‘İnsancıklar’ adlı eserinde: “Çok tuhaftı, ağlayamadım ama ruhum paramparça olmuştu…” der… yıllar önce okuduğum bu cümleyi şimdi tüm hücrelerimle yaşıyordum.
Ciğerimden kopup ruhumun derinliklerinden boğazıma kadar gelip takılan acıyı haykıramayınca içimi yaka yaka tüm bedenime yayıldı. O an ağlasam rahatlayacaktım ama nedense rahatlamak istememiştim. Ağlayıp içimdeki acıyı dışarı döksem hepten Hocam’dan koparım korkusuydu belki de ağıtlarımın önüne ördüğüm duvar. Sonra birbirini takip eden iki nefes aldım. Hıçkırıklarımı yutmaktı bu, daha bilinir ismiyle bir iç çekiş.
Bu acıyı, bu hüznü sırf Hocam’a ait olduğu için iliklerime kadar yaşamak istedim belki de. Onun hasretinin içimi yakıp kavurması… Evet rahatlamak istememişim. Biliyordum içimde biriken, fokurdayan tüm duygular birden patlayarak çıkacaktı ama o an içime hıçkırdım sadece. İşte böyle yaşamadığım belki yeni tanıştığım onlarca his hücum etmişti ruhumun saklandığı siperlere.
Ölenlerin sesleri kalanların gönül vadilerinde yankılanır dururmuş ya… O aşk derecesinde sevdiği Efendiler Efendisi’ne (sav) yazdığı içli şiirin son mısraı gelip duygularımın kepezlerine çarpmaya başladı:
“Son demde hiç olmazsa gurûbum tulû olsun,
Gönlüm ufkunun en taze renkleriyle dolsun;
Her yanda tamburlar çalınsın; neyler duyulsun.
Ne olur, hiç olmazsa gurûbum tulû olsun..!”
Evet o, ufuklarımızdan batıp gidecek ama ayrı kaldığı her günün onun için ıstırap olduğu dostlarına lika edecekti (kavuşacaktı). Ama ondan sonra hiçbir şey tam olmayacaktı hayatımda. Bir yanım hep yıkık hep dökük.. “neye üzülsem onun yokluğuna ağlayacaktım.” Bunu bilmek içimdeki erozyonu hızlandırıyordu. O kayan şeyin önünde duramıyordum. Sürüklüyordu varlığımı. Sessizce içimde birçok duygu usul usul yerinden oynuyordu.
Zaten hep özleyerek yaşamamış mıydık? O, varken de gurbetini, özlemini iliklerimize kadar hissederek yol yürümemiş miydik? Şimdi vefat etmiş birini özlemenin çengeline takılmıştı yüreğim. Hayattayken görebilme ihtimali bile hasretimize ayrı bir tat katıyordu. Bugünden sonra olmayacaktı. Görüştüğümüz mekanların yetimliği geldi aklıma… Evet artık bedenen aramızda olmayacaktı, gidip gelenlerden sağlığını sıhhatini soramayacak, “ne tavsiye etti…” cümlesini kuramayacaktık.
Yıllar önce babamı yıkayıp ebedi aleme yolcu ederken başından ayaklarından öpmüş “hoşça kal” baba demiştim. Bir şey içimi yırta yırta gelmiş ve onu yıkadığımız sulara karışmıştı gözyaşlarım. Vefat haberini okuduğumda işte tam o anda Hocamın cenazesinin başında durup sarıldım boynuna… gerisi “sağır sessizlik…”
Nerede okuduğumu hatırlamadığım şu söz yarın ve sonraki günlerin getireceği kederi haber veriyordu: “En hüzünlü gün sevdiğini kaybettiğin değil ondan sonraki günlermiş…”
…
Vefat haberini aldığımızın ertesi günü cenazesine iştirak etmek için Frankfurt havalimanına ulaştığımda yol arkadaşlarımla sarıldık. Konuşamadık. Birbirimize söyleyeceğimiz çok şey vardı ama hisler kelimelerin kalıbına dökülmedi. Bir sessizlik, sükunet ve sabır bizimle birlikte Amerika’ya yolculuk etti. Kalacağımız yere yerleştikten sonra kamp yerine ulaştık.
Vardığımızda Hocam’ın mezarı kazılıyordu. Ertesi gün onun bedenini toprağa emanet edecektik.
Kahverengi yapısı, ta geriden insana huzur veren toprak rengiyle Amerika’ya geldiğinde kaldığı ilk ev karşıladı bizi. Orası bir ev değil, huzur misafirhanesi, kalbin dinlenme, ruhun teneffüs etme ve terapi merkeziydi bizim için. Gönüllerdeki, akıllardaki virüslerin silinip gittiği şifa hastanesiydi. Sesler fısıltı desibelinde, gülmelerin tebessüm rengiyle boyandığı, kelimelerin edep ipine dizilmiş inciler kadar zarif, hareketlerin meleklerin geçişleri kadar endamlı olduğu huzurun kalesiydi.
Hocam, işte bu yetim kalmış binanın tam yanına defnedilecekti.
Kısa zamanda ciddi ve çaplı bir program hazırlanmıştı. Perşembe günü cenaze merasiminin olacağı stadyuma hareket ettik. Sonbahar renklerine sıcak bir yaz güneşi eşlik ediyordu. Arabadaki herkes camdan dışarı bakıyor ağızları bıçak açmıyordu. Ağaçlar kırmızı, sarı ve turuncunun tonları ile boyanmış, kopan yaprakların hüznünü taşıyordu. Kopup giden her şey hüzün türküsü söylüyordu ya da belki ömrümüzün en hüzünlü saatlerini yaşadığımız için bize öyle geliyordu.
Arabamızı uzak bir yere bırakıp yürümeye başladık. Bizimle beraber dünyanın ve kıtanın dört bir yanından gelmiş insanlar da yürüyordu. Hareketlerinde bir asudelik, yüzlerinde ayrılığın acısı hissediliyordu. Teslim ve tevekkül harcından yapılmış bir abide gibiydiler.
Stadyum, en yakınlarını kaybetmiş kadar üzülen binlerce insanla iki saat içinde doldu. Okunan Kur’an, yapılan dualar, cenazeye gelenlerin hüznü koca bir stadyumu berzah alemine çevirmiş gibi hava vardı. O yerler dünyanın bir parçası olmaktan çıkmış ahiretin bir koridoru haline gelmiş gibiydi.
Hocam’ın cenazesi getirilip musallaya konulduğunda sevenleri onu görüyormuş gibiydiler. Sanki cenazeye değil Hisar Camiinde vaaz dinlemeye gelinmiş gibi bir hava oluştu o an. Gelenlerin kalpleri bu hislerin etkisindeyken zihinleri onun da bir fani olduğunun ve toprak altındaki nöbetini savmak için vedalaştığının farkındaydı. İşte bu vedanın hüznü bir rüzgar gibi sevenlerinin yüzüne dokuna dokuna stadyumu dolaştı. Cenaze namazı bitip helallikten sonra bir yolcuyu uğurlar gibi vedalaştılar. Yüreklerin bir yanı ayrılığın acısı ile kanarken diğer yanı sonsuz bir alemde sevdikleri ile buluşmanın ümidi ile doluydu.
Defnedileceği yere geldiğimizde hüznün biraz daha katmerlendiği hissediliyordu. O, okunan Kur’an eşliğinde toprağa verilirken sevdiklerinin sanki onun üzerine toprak atmak için değil, elini sıkıp son bir duası almak için acele ediyor gibi bir halleri vardı. Yıllardır yanında olanların yüzlerine baktım gözyaşları ile konuşuyorlar, sessiz hıçkırıklarla birbirlerine sarılıyorlardı.
Ahmet Altan bir eserinde, “ölüm ardında her zaman konuşulacak ve hissedilecek bir boşluk bırakır. O boşluğu sözcüklerle doldurmaya çalışsak da her sözcük, o boşluğu daha da belirgin hale getirir” der. Ölenleri toprağa değil yüreklere gömmenin o ağırlığıydı orada yaşananlar.
Cenazesinden defnine kadar her şey tam istediği gibi ve sünnete uygun olmuştu. Onun muazzez ruhunu rencide edecek en ufak bir tatsızlık yaşanmadı. Defninin ertesi günü gidip kabrinin başında onunla bir daha vedalaştık. Kamp yerinin adeti idi. Program bitip ülkelerimize dönerken mutlaka müsaade istenirdi. Yine öyle yaptık. Hem vedalaştık hem müsaade istedik. Emanet olarak bıraktığı Hizmet’e gücümüz yettiğince sahip çıkacağımız sözünü vererek…
Eve döndüğümde eşim karşıladı gözyaşlarıyla. “Yetim kaldık” dedim. İşte o an günlerdir içimde dolaşıp duran hüzne ait ne varsa hıçkırıklı bir ağıt olarak döküldü… ve şair Sabit’in şu beyti gelip yüreğime oturdu:
Şeb-i yeldâyı müneccim ve muvakkit ne bilir
Müptelâ-yı gama sor kim geceler kaç saat
(En uzun gecenin hangisi olduğunu zaman ölçenler (takvim yapanlar) ve yıldız ilmi ile uğraşanlar ne bilsin! Aşk yüzünden gam müptelası olmuşa sorun ki geceler kaç saattir!..)
O kadar sarsılmalar ve yüreğimizi yakan acılarımıza teselliyi yine onun şu cümlelerinde bulduk: “Ahirete yürümeyi tatlı bir rüyaya açılma gibi görenler, dar ve bunaltıcı bir âlemden geniş ve ferah feza âlemlere yürüyeceklerine, dostlara kavuşacaklarına, Cenab-ı Hakk’ı müşahede edeceklerine iz’an ölçüsünde inananlardır…
Rabbim ona Firdevs cennetlerini, bizlere de emanetine dört elle sarılmayı ve ötelerde birlikte huzur-u ilahiye çıkmayı nasip etsin…