Soru: “Selâmla gidilen beldelerde kalıcı olunduğu ama kılıçla girilen yerlerde uzun süre durulsa bile müessir bir iz bırakılamadığı” ifade edildi. Selâmla gitmekten maksat nedir? Selâm ruhu nasıl anlaşılmalıdır?
Cevap: Öncelikle bilinmesi gerekir ki, İslâm’da aslolan barıştır, savaş arızî ve istisnâî bir durumdur. Dinimizde savaşa izin verilmesi, din, akıl, mal, can, nesil gibi mutlaka korunması gereken değerlerin müdafaası içindir. Zaten kötülük ve şirretliğe kilitlenmiş insanlar gelip kapınıza dayandıklarında, tehdit edip üzerinize yürüdüklerinde onları güllerle çiçeklerle karşılama gibi bir lüksünüz olamaz. Bu tür saldırılara maruz kalındığında yapılması gereken, Çanakkale’de olduğu gibi topyekûn milletçe seferber olmak ve mücadele meydanında ne yapılması gerekiyorsa onu yapmaktır. Ayrıca, dünyanın neresinde olursa olsun ve kime karşı yapılırsa yapılsın ortaya konan zulmü durdurmak, haksızlığa uğrayan insanlara yardım etmek, düşünce ve ifade hürriyetini engellemek isteyenlere fırsat vermemek de, savaşın meşru sebeplerindendir.
Hedef caydırıcılık olmalı
Kur’ân-ı Kerim, sulh ve sükûnun temini için öncelikle caydırıcılık esası üzerinde durur. Konuyla alâkalı âyet-i kerimede şöyle buyrulmaktadır:
وَأَعِدُّوا لَهُمْ مَا اسْتَطَعْتُمْ مِنْ قُوَّةٍ وَمِنْ رِبَاطِ الْخَيْلِ تُرْهِبُونَ بِهِ عَدُوَّ اللَّهِ وَعَدُوَّكُمْ وَآَخَرِينَ مِنْ دُونِهِمْ لَا تَعْلَمُونَهُمُ اللَّهُ يَعْلَمُهُمْ
“(Ey inananlar!) Onlara karşı, Allah’ın düşmanı ve sizin düşmanlarınızı ve bunların dışında Allah’ın bilip sizin bilmediklerinizi korkutup yıldırmak üzere, gücünüzün yettiğince kuvvet ve savaş atları hazırlayın.” (Enfâl Sûresi, 8/60)
Görüldüğü üzere Kur’ân-ı Kerim bize, muhtemel tehlikelere karşı her türlü tedbiri alıp caydırıcı bir güç hâline gelmeyi, düşmanın içine korku salıp daha baştan savaşı önlemeyi emretmektedir.
İslâm tarihi boyunca inanan gönüller, savaşı meşru kılacak şartlar oluştuğunda bazı dönemler itibarıyla kılıç kullanma mecburiyetinde kalmışlardır. Fakat büyük çoğunluğu itibarıyla bu hak, mütecaviz güç ve kuvvetleri sindirmek, dünyadaki genel ahenk ve huzuru bozan tiranları hizaya getirmek, belli yerlerdeki herc ü mercin önüne geçmek ve yeryüzünde hakkaniyet ve adaleti ikame etmek maksadını gerçekleştirme istikametinde kullanılmıştır. Bu noktada akla şöyle bir soru gelebilir: İslâm tarihi boyunca bu hassasiyetlere tam olarak riayet edilmiş midir? Genel tabloya bakıldığında çok rahatlıkla diyebiliriz ki, Müslümanlar bu mevzuda istikametlerini muhafaza etmişlerdir. Fakat belli fasıllarda, belli dönemlerde içtihat hatasına düşenlerin olduğu da bir vâkıadır. Farklı bir ifadeyle ihkak-ı hak etme adına yola çıkılmış olsa da, bazı dönemler mutlak adalet yerine izafî adalet tercih edilerek hakkaniyet, kılı kırk yararcasına korunamamış olabilir. Mesela maddî kılıca müracaata gerek olmadan, Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Sahiha’nın elmas kılıç gibi düsturlarıyla problemlerin halledilebileceği yerlerde bu esasa tam olarak riayet edilememiş olabilir. İşte tarihin değişik dönemlerinde bazı coğrafyalarda daimî kalamayışımızın sebeplerinden biri kanaatimce bu tür içtihat hatalarıdır.
Selâm: İnsanî ve evrensel bir değer
Günümüze gelince, bugün şartlar geçmişe göre daha farklıdır. Umum yeryüzünde belli ölçüde demokratik bir kültür oluşmuş, ilim ve beyanın önemi daha bir artmıştır. Medenîlere galebenin ancak ikna ile mümkün olduğu böyle bir ortamda hak ve hakikati müdafaa ve onu gönüllere duyurmada Kur’ân ve Sünnet’in elmas düsturlarının ayrı bir ehemmiyet ve tesiri vardır. Dolayısıyla, inanan gönüllerin ruhlarının derinliklerinde yoğurup şekillendirdikleri fedakârlık, adanmışlık, başkaları için yaşama gibi evrensel ve insanî değerleri ilim, beyan ve sanat vasıtalarıyla dile getirmeleri çok önemlidir. İşte Selâm filmi, böyle bir düşünceyle ortaya çıkmış, adanmış ruhların dünyaya açılmalarını anlatmak maksadıyla yapılmış. Film yayınlanmadan önce, bazı bölümlerini bana da göstermiş ve filmle ilgili mülâhazalarımı almak istemişlerdi. Her ne kadar filmden, senaryodan ve yapımdan anlamasam da, kendi dar mantığımla icmâlen bazı yönlerini değerlendirmeye çalışmıştım. Umumiyet itibarıyla takdir ettiğim yanları oldu. Zira bu filmde, Anadolu insanının kendisine çok yakışan, numara ve drobu kendisine tam uyan düşünce, anlayış, feragat ve hasbiliği vardı; onun sadece dünyanın bir yerine değil Afrika’dan Uzak Doğu’ya oradan Balkanlara kadar pek çok coğrafyaya açılması anlatılıyordu. Evet, öğretmenlerimizin farklı coğrafyalarda yaşayan, farklı anlayış ve farklı kültürlerde yetişmiş insanlarla ilgilenmeleri, onlar için ızdırap duymaları, yaşatmak için yaşamaları ve onları sevgiyle, insanî değerlerle yumuşatıp belli bir kıvama getirmeleri çok önemliydi ve işte Selâm filminde bu gösterilmeye çalışıldı.
Bildiğiniz üzere insan fıtratında yabancıya karşı tepki verme ve reaksiyon gösterme hissi vardır. Hele daha önce başkaları tarafından asimile edilmiş, ezilmiş ve sürgünlere tabi tutulmuş kişilerin dışarıdan gelmiş insanları kabullenmeleri çok daha zordur. İşte bu olumsuz faktörlere rağmen Türkiye’den kalkıp farklı ülkelere giden eğitim gönüllülerinin, o insanların gönüllerine girmeleri, farklı toplum ve kültürler arasında sevgi, diyalog ve barış köprüleri kurmaları takdir edilmesi gereken bir davranıştır.
Ayakları öpülesi öğretmenler
Kur’ân ve Sünnet’in elmas düsturlarını kendilerine rehber edinen, içine girdiğinde herkesin oturabileceği şekilde bir gönül enginliğine sahip bulunan Anadolu insanı, yepyeni bir dünya ve sevgi adına dünyanın dört bir yanında âdeta mesaj olmuş inlemiştir.
Hatırlayacağınız üzere, filmin bir sahnesinde tarihî bir köprü üzerinde kavga edip nehre düşen iki çocuğu kurtarmak için, onların peşi sıra kendisi de nehre atlayan ve neticede o iki çocuğu kurtarmak için kendisini feda eden bir öğretmen anlatılmaktaydı. Fedakâr öğretmenin bu tavrı karşısında, daha önce kavga eden öğrenciler, birbirlerine sarılıp ağlamaya başladılar. Bu sahneyi seyrederken, -belki pek çoğunuz gibi- gözyaşlarımı tutamadım. Afrika’da, Afganistan’da canlandırılan sahneler de bundan farklı değildi. Tabiî en önemlisi filmde canlandırılan bu sahnelerin gerçek hayatta yaşanan birer vak’a olmasıydı. Bundan dolayıdır ki, filmde rol alan oyuncular, çekim için gittikleri yerlerde realitenin ifadesi bu tabloyu görünce, öğretmenlerin fedakârlıkları karşısında âdeta büyülendiklerini ifade ettiler.
Bu fedakâr öğretmenler, kimi zaman, gittikleri yerlerde savaşın ortasında kalmış, bulundukları şehir kuşatma altına alınmış olmasına rağmen orayı terk etmemiş, engin bir vefa hissiyle öğrencilerine sahip çıkmışlardır. Öğretmenlerin ölümü göze alarak eğitimlerine devam etmeleri, gönül kapılarının kendilerine açılması için de bir vesile olmuştur.
Mefkûre muhaciri bu yiğitler, Çanakkale’ye gidiyor gibi, dünyanın değişik yerlerine seyahatler tertip ettiler. Kimi zaman evlerinde duvaklı gelinleri bırakıp gittiler. Kimi zaman parmaklarında nişan yüzüğüyle yollara döküldüler. Kimi zaman da gözü yaşlı anne-babalarının ellerini öptü, onları Allah’a emanet edip öyle yola koyuldular. İşte bütün bu fedakârlıklar karşısında bence onların alnı değil ayakları bile öpülür.
Yürüdükleri yolun derinlemesine felsefesini bilmeyen o insanlara “yürü” denildiğinde hiç diriğ etmeden yüreklerindeki teslimiyet duygusuna sarılarak yürümüşlerdi. Allah onları sevk ediyor ve onlar da mübarek bir insiyak içinde gidiyorlardı. Ben, gidenler arasından şikâyet edip de geriye dönene rastlamadım. Böyle bir şey vuku bulduysa bile ben bilmiyorum. Ülkemizin en prestijli üniversitelerinden mezun olmuş, diplomasını eline almış, çiçeği burnunda binlerce genç, anne-babasının ve çevresindeki insanların beklentilerine rağmen sadece “ülkem, ülküm, mefkurem..” deyip, “Cânân dileyen dağdağa-i câna düşer mi, Cân isteyen endişe-i cânâna düşer mi; Girdik reh-i sevdaya cünûnuz… Bize namus lâzım değil, ey dil ki bu iş şâne düşer mi!..” anlayışıyla seve seve yollara dökülmüşlerdi.
Selâmı gönüllere yazdılar
Kitaplara, dergilere, değişik televizyon programlarına yansıdığı üzere bu arkadaşlar gittikleri yerlere hep selâmla gitmiş, yazı tahtalarına yazdıkları gibi gönüllere de selâm yazmışlar. Bunun esenlik demek olduğunu öğretmişler. Kendilerine laf atanlara dahi “Selâm size, esenlik içinde kalın.” deyip geçmişler.
İşte siz gittiğiniz yerlere böyle giderseniz, orada kalıcı olursunuz. Selâm mesajınız da, vicdanlarda yer bulur, gönüllerde yankılanır durur. Cenâb-ı Hak, atılan bu adımları boşa çıkarmaz. Çünkü kudsî bir hadis-i şerifte de beyan buyrulduğu gibi, siz O’na doğru bir karış giderseniz, O bir adım gelir; siz bir adım giderseniz, O yürüyerek gelir; siz yürüyerek giderseniz O koşarak gelir ve sizin gören gözünüz, işiten kulağınız ve konuşan diliniz olur. (Bkz.: Buhârî, tevhîd 15, 50; Müslim, tevbe 1) Cenâb-ı Hakk’ın bu engin lütfu olunca, siz niye müessir olmayasınız ki!
Hâsılı, maddî kılıcın kınına girdiği günümüzde selâm bizim tek sermayemizdir. Selâm; dövene elsiz, sövene dilsiz ve kalb kırana karşı da gönülsüz olmayı gerektirir. Bu açıdan yürüdüğümüz yolda, kınamalara aldırmamalı, her zaman durduğumuz yerde dimdik durmalı, “Bu dünya dayanma dünyası, darılma dünyası değil”, deyip hep müspet hareket peşinde koşmalı ve sadece kendi yapacağımız işlere kilitlenmeliyiz.
Kaynak: Buhranlı Günler Ve Ümit Atlasımız / M.Fethullah Gülen