Rıza ufkunu talep

Yazar Egeli

Soru: رَضِينَا بِاللهِ رَبًّا وَبِالْإِسْلَامِ دِينًا وَبِمُحَمَّدٍ رَسُولًا
“Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan, resûl olarak da Hazreti Muhammed’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) razı olduk.” (Buhârî, ilim 29; Müslim, sıyâm 197) beyanı mü’min için ne ifade etmektedir? Bu mübarek sözü söyleme keyfiyeti nasıl olmalıdır?

Cevap: Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (sallallâhu aleyhi ve sellem), sabah ve akşama ulaştığında,

رَضِينَا بِاللهِ رَبًّا وَبِالْإِسْلَامِ دِينًا وَبِمُحَمَّدٍ رَسُولًا

diyen bir Müslüman’ın ötede, Cenâb-ı Hak tarafından razı ve hoşnut kılınacağını müjdelemiştir. (Bkz.: Ebû Dâvûd, edeb 100) Demek ki bu kutlu beyan, sabah ve akşam mü’minlerin vird-i zebanı olması gereken mübarek bir sözdür. Zira burada kişi evvelâ Allah’tan ve dolayısıyla O’nun bütün tasarruflarından razı olduğunu, ilâhî bir sistem olarak İslâm’ı kabul ettiğini ve ondan hoşnut bulunduğunu ve peygamber olarak da Nebiler Serveri’nden razı olarak O’nun rehberliğine teslim olduğunu ifade etmektedir ki, hakikî mü’min olmanın yolu da esasen böyle bir duygu ve düşünceden, böyle bir iman ve iz’andan geçer.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu lâl u güher beyanıyla bize önemli bir hakikati talim buyurmakta ve işarî olarak da Müslümanları, dilleriyle ikrar ettikleri bu rıza ufkuna ulaştıracak ve bu hissi içlerinde geliştirecek, kök saldıracak ve derinleştirecek amellerde bulunmaya teşvik etmektedir.

Rıza mertebesinin kutup yıldızı

Allah Resûlü (aleyhissalâtü vesselâm) daha başta, رَضِينَا بِاللهِ رَبًّا buyurmak suretiyle ve bu hakikate bağlı yaşadığı hayat-ı seniyyeleriyle rıza mertebesinin kutup yıldızı olduğunu ortaya koymuştur. Evet, O, rıza mertebesinin merkez noktasını tutar. Dolayısıyla bizim her رَضِينَا بِاللهِ رَبًّا deyişimizde O’nu önümüzde bilmemiz, O’nu önümüzde görmemiz gerekir. Öyle ki, bir insan Allah’a doğru uçup kanatlansa ve doğrudan doğruya O’ndan “Ben senden hoşnudum.” kelâmını işitse, hatta muhalfarz Cenâb-ı Hak, o kişiyi Efendiler Efendisi’yle yan yana aynı rahleye oturtsa ve Efendimiz’e vahyetmesine mukabil ona da ilham, varidat ve mevhibe lutfederek her ikisine de aynı dersi verse yine de o kişiye düşen önünde hep Resûl-i Ekrem Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) rehber olarak görmektir. Çünkü o kişi, sahip olduğu bu duygu ve düşünceye, bu mantık ve felsefeye, bu anlayış ve tefekküre O’nun sayesinde, O’nun rehberliğinde ermiştir. O olmasaydı, dünyası da, ahireti de kapkaranlık bir zindan olacaktı. Bu sebepledir ki, insanın daha baştan iradî ve kastî olarak her zaman Efendiler Efendisi’ni (aleyhi ekmelüttahâyâ) bir rehber ve muallim olarak tanıyıp önünde görmesi rıza ufku adına çok önemlidir.

Bazılarının seyr u sülûk-i ruhanîde belli bir noktaya gelmeleri O’na karşı alâkayı arttırma vesilesi olurken, her şeyi mizan-ı şeriatla tartmayan bazıları için de –Allah korusun– şatahat ve laubaliliğe girme sebebi olabilmekte ve bu duruma düşenler kimi zaman “Benim nurum da O’nun nuru kadardır.” diyebilmektedirler. Hâlbuki O (sallallâhu aleyhi ve sellem), hem nur-u evvel, hem nur-u evsat, hem de nur-u âhirdir. Hiç kimsenin o nura ulaşabilmesi ve O’nun ihraz ettiği seviyeyi ihraz edebilmesi mümkün değildir.

Bu mübarek beyanda, Allah Resûlü (aleyhissalâtü vesselâm) daha sonra وَبِالْإِسْلَامِ دِينًا ifadeleriyle ilâhî bir sistem olarak İslâm’dan razı olduğunu ifade etmiştir. Evet, İslâm’ı O’nun kadar kavrayan, bu ilâhî sistemden O’nun kadar hoşnut olan, bu sisteme hayatını vakfeden ve onu ikame etmeden başka hiçbir şey düşünmeyen ikinci bir insan yoktur. Hazreti Ebû Bekir’in sıddıkiyetini, Hazreti Ömer’in hakkı bâtıldan ayırma noktasındaki gayretini, Hazreti Osman’ın Kur’ân’a karşı duyduğu alâkayı, Hazreti Ali’nin ruh ve kalb kahramanı olmasını bir yerde toplayıp hallaç etseniz, yine de Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) İslâm’a karşı olan rıza mertebesinin yanında bunların, onda birini bile teşkil etmediğini görürsünüz. Bu ifadelerimle bu büyük zatları hafife aldığım anlaşılmasın. Ben burada bunları büyüğün büyüklüğünü vurgulama ve O’nun İslâm mevzuunda nasıl bir rıza kahramanı olduğunu ifade etme adına söylüyorum.

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) son olarak وَبِمُحَمَّدٍ رَسُولًا diyerek, kendi peygamberliğine de razı olduğunu ifade etmiştir. Aslında Habib-i Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm) kendisini tevazu ve mahviyete kilitlemiş öyle bir insandı ki, sürekli Allah’ın bir kulu olduğu mülâhazasıyla hareket ediyor, hizmetçisiyle beraber sofraya oturuyor, o yemeden yemiyor ve kendini en küçük bir insandan farklı görmüyordu. Fakat bütün bunların yanında O, kendisine çok ağır gelen peygamberlik vazifesiyle serfiraz idi. Şöyle ki bir insan “Lâ ilâhe illallah” demesinin yanında, “Muhammedün Resûlullah” demediği sürece Müslüman olamıyor. Zira O’nun peygamberliğini kabul etmek, İslâm’ın ve imanın aslî bir rüknüdür. Efendiler Efendisi’nin o eşsiz mahviyetiyle peygamberlik misyonunu ilân arasında zâhiren bir çelişki vardır. İşte bu sebepledir ki O’nun, fevkalâde tevazuuyla beraber وَبِمُحَمَّدٍ رَسُولًا demek suretiyle, Hazreti Muhammed’in resûl olmasından da hoşnut bulunduğunu ifade buyurmasının ayrı bir kıymeti vardır. Çünkü bu, Allah’ın bir takdir ve tayinidir.

Mârifet ölçüsünde rıza şuuru

Bu kutlu sözü söyleme keyfiyetine gelince; gaflet ve ülfetten azade olarak kalbin derinliklerinden kopup gelen bir aşk u heyecanla onun dile getirilmesi çok önemlidir. Esasen Allah’tan, Efendimiz’den ve İslâm’dan razı ve hoşnut olma öncelikle onları çok iyi tanımaya vabestedir. Çünkü bilen bildiği ölçüde sever, bilmeyen de bilmediği şeye karşı alâkasız kalır. Bu itibarla Cenâb-ı Hakk’ı azamet ve ululuğuyla, esrar-ı rubûbiyet ve esrar-ı ulûhiyetiyle bilmeyince rıza ufkuna eremezsiniz. İnsanlığın İftihar Tablosu’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendi hususiyetleriyle tanımadıkça peygamberliğine lâyıkıyla rıza gösteremezsiniz. Aynı şekilde İslâm dinini kendi enginlik ve derinliğiyle, usûl ve fürûuyla bilmeyince de ondan razı olamazsınız.

Günümüzde çoklarının İnsanlığın İftihar Tablosu’na karşı alâkasızlığının sebebi, onu bilememeleri ve ona yabancı kalmalarıdır. Şayet bu insanların içlerinde Efendimiz’e karşı bir çerağ tutuşturulabilse, bir meşale ucu gösterilebilseydi, onlar da merak gösterecek ve tanıma fırsatı bulacaklardı. Fakat sokak bu fırsatı vermediği gibi okullar ve hatta camiler bile onu lâyıkıyla tanıma imkânı sunmadı. Evde de böyle bir atmosfer oluşmadı. Dolayısıyla bu insanlar, Kâinatın İftihar Tablosu’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) tanımadan mahrum yetiştiler. Eğer bunca ihmal edilmişlik ve bunca zayi olmuşluğa rağmen hâlâ insanımızın gönlünde O’na ait mânâlar parıldıyorsa, hâlâ onlar “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah” diyorlarsa, bunu Cenâb-ı Hakk’ın ekstra bir lütfu olarak görmek gerekir.

En büyük nimet için sürekli dua

Rıza, Cennet ve Cennet’teki nimetlerden daha büyük bir nimet ise o zaman bizim de ellerimizi açıp sürekli “Allah’ım beni rıza ufkuna ulaştır.” diye dua dua yalvarmamız gerekir. Evet,

اَللّٰهُمَّ إِلَى مَا تُحِبُّ وَتَرْضَى
“Allah’ım! Sevdiğin ve hoşnut olduğun şeye beni ulaştır!”

diyerek nefes alıp vermeli;

اَللّٰهُمَّ عَفْوَكَ وَعَافِيَتَكَ وَرِضَاكَ
“Allah’ım! Senden af, afiyet ve rıza istiyorum!”

diyerek oturup kalkmalıyız. Çünkü Cenâb-ı Hak, insanın samimi olarak kalbden istediği şeyleri kendisine lütfedeceğini vaat ediyor. Fakat bu konuda ısrarcı olmak gerekir. Zira bazen istenilen şeylerin verilmesi, beş, on, belki de yirmi sene sonrasına bırakılmış olabilir. Bu açıdan Cenâb-ı Hakk’ın bizden hoşnut olmasını istiyor, O’nun her bir icraatı karşısında nabızlarımızın hep rızayla atmasını, kalbimizin hep rıza sesi vermesini arzu ediyorsak, on sene yirmi sene bu netice için yalvarıp yakarmalıyız.

Bence bunun için uzun bir dua maratonuna girilebilir. Zira Cenâb-ı Hak,

وَرِضْوَانٌ مِنَ اللهِ أَكْبَرُ
“Allah’ın rızası ise her şeyin üstündedir.” (Tevbe Sûresi, 9/72)

buyurmak suretiyle rıza-i ilâhînin; Cennet’e girmenin, Firdevs’e ermenin, Hazreti Muhammed Mustafa’yı (sallallâhu aleyhi ve sellem) görmenin ötesinde olduğunu beyan etmiştir. Fakat zannediyorum hiçbirimiz bu kadar uzun zaman rıza için dua etmedik. Yirmi beş sene boyunca “Allah’ım rızan, rızan, rızan…” deyip içimizi dökmedik. Hâlbuki değil yirmi beş sene, ömrümüz olsaydı, bunun için iki yüz elli sene yalvarıp yakarmamız gerekirdi.

Hâsılı Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu ifadeleriyle Müslümanlara çok ulvî bir hedef göstermiştir. O hâlde Müslümanlara düşen vazife de ne yapıp edip bu hedefi yakalamaya çalışmak olmalıdır. Bunun için inanan her fert o hedefi benimsemeli ve onunla dertlenmelidir. Zaten kendisine hedef belirleyen insan, oturup kalkıp sürekli bu hedefi gerçekleştirmenin hülyasıyla yaşar. Öyle ki abdest alırken, namaza giderken hatta namaz kılarken bile zihni çok defa bununla meşgul olur. Neticede onun sürekli zihninde evirip çevirdiği ve her daim meşgul olduğu bu düşünceler nezd-i ulûhiyette birer dua şeklinde kabule karin olur ve Allah onları boşa çıkarmaz. Bu itibarladır ki biz Allah Resûlü’nün bir hedef olarak önümüze koyduğu rıza ufkunu yakalama adına sürekli gayret göstermeli, hep onu hecelemeli, hep onunla gecelemeli, gelirken giderken hep onu düşünmeli ve hep onunla oturup kalkmalıyız.

Kaynak: Buhranlı Günler Ve Ümit Atlasımız / M.Fethullah Gülen

Diğer Yazılar

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy