Rivayetlerde Gösterilen Hassasiyet

Yazar Egeli

Sahabe-i kiram olsun, ihsanla onlara ittiba eden tâbiîn‑i izâm ve tebe-i tâbiîn-i fihâm olsun, hepsi de duyduklarını hemen kabul ediveren insanlar değildi. Bunlar kalben çok safi olmakla beraber, bu mevzuda titiz ve ehl-i tahkik idiler. Sünneti büyük bir titizlik içinde hafıza ve kitaplarına aldılar; rivayetleri çok büyük bir titizlikle tahkik ettiler ve yine aynı titizlikle naklettiler. Bunun misalleri pek çok ise de, biz bunlardan sadece birkaç tanesini zikredeceğiz.

1. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Tahşidatı

Her şeyden önce şu husus iyi bilinmelidir ki, Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz: مَنْ كَذَبَ عَلَيَّ فَلْيَتَبَوَّأْ مَقْعَدَهُ مِنَ النَّارِ “Kim benim üzerime yalan uydurursa, Cehennem’deki yerini hazırlasın!”; bir rivayette: مَنْ كَذَبَ عَلَيَّ مُتَعَمِّداً فَلْيَتَبَوَّأْ مَقْعَدَهُ مِنَ النَّارِ “Kim kasden benim üzerime yalan uydurursa, Cehennem’deki yerini hazırlasın!”[1] buyurmuşlardı.

Doğruyla yalanın arasındaki farkın, Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile Müseylimetü’l-Kezzâb veya gökle yer arası kadar birbirinden uzak bulunduğu o dönemde, en büyük ve en mühim hususiyetin doğruluk olduğu düşünülecek olursa, o ışık asrında her mü’min, hele bu mü’min sahabe ve sahabeyi takip eden tâbiînden ise, bırakın Efendimiz’e karşı yalan söylemeyi, Efendimiz’i hevâ ve hevesleri istikametinde konuşturmayı, en ufak bir yalanı bile söylemeleri mümkün değildi. O kadar ki, Hz. Ali Efendimiz (radıyallâhu anh): “Ben, size Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’den bir şey söylerken, (öyle dikkat eder, öyle söylerim ki,) gökten yere düş (üp parça parça olmak) benim için, O’nun üzerine yalan söylemekten daha ehvendir.”[2] buyururlardı.

Yine, bizzat Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu hususta: “Kim yalan olduğunu bile bile benden bir söz rivayet ederse, o da yalancılardan biridir.”[3] buyurarak, tahşidat üstüne tahşidat yapıyordu.

Şimdi, doğrulukları cihanı tutmuş ve çok kısa bir zamanda İslâm’ı dört bir yana yayıp, beşeriyetin mürebbileri olmuş böyle bir cemaatten bu tehdide mâsadak olacak bir davranışı beklemek, nasıl kabul edilebilir ki?

2. Sahabe ve Tâbiînin Temkini

Meselenin bu denli hassasiyet istemesi, sahabeyi öylesine titiz ve temkinli yapmıştı ki, pek çoğu hadis rivayet etmekten âdeta ürkerlerdi. İlk Müslümanlardan olup hakkında sahabe-i kiramın: “Biz, onu tanıdığımız andan itibaren Ehl-i Beyt-i Resûl’den bir fert olarak bilirdik.” diyecek derecede hane-i saadete teklifsiz girip çıkan ve Hz. Ömer (radıyallâhu anh) devr-i hilâfetpenâhîlerinde Kûfe’ye âmil olarak gönderilirken: “Ey Kûfeliler, sizi nefsime tercih etmeseydim, İbn Mesud’u size göndermezdim.”[4] dediği Abdullah İbn Mesud Hazretleri, kendisinden bir hadis rivayet etmesini istediklerinde:

قَالَ رَسُولُُ اللّٰهِ “Resûlullah buyurdu ki” diye başlar ve sonra gözleri dolar, başını eğer, yukarı kaldırır, derin bir soluk alır, düğmelerini çözer, göğsü açılır nihayet hadisi rivayet eder, sonra da: أَوْ دُونَ ذَلِكَ، أَوْ فَوْقَ ذَلِكَ أَوْ قَرِيباً مِنْ ذَلِكَ، أَوْ شَبِيهاً بِذَلِكَ “(Bak, ben hafızamdan birşey söylüyorum ama bilin ki, Resûlullah) bunun üç aşağı-beş yukarı veya buna yakın yahut da buna benzer birşey buyurdu.”[5] şeklinde ikazda bulunmayı da ihmal etmezdi.

Resûlullah’ın havarisi ve kahraman halası Safiyye’nin oğlu, ilk Müslümanlardan, Aşere-i Mübeşşere arasında bulunmakla serfiraz Hz. Zübeyr İbn Avvam, o kadar az hadis rivayet etmiştir ki, bir gün oğlu kendisine: “Baba, sen neden hadis rivayet etmiyorsun?” diye sorduğunda: “Bir kelimede bile Resûlullah’a muhalefet ederim diye ödüm kopuyor. Çünkü O: ‘Benim üzerime yalan söyleyen, Cehennem’deki yerini hazırlasın!’ buyurmuştur.”[6] şeklinde cevap vermişti.[7]

Tam on yıl bilâ-fasıla, Resûlullah’a (sallallâhu aleyhi ve sellem) hizmet etmiş bulunan Hâdim-i Nebevî Hz. Enes b. Mâlik (radıyallâhu anh), bir gün: “Eğer hata ederim endişesi ve korkusu olmasaydı, Resûl-i Ekrem’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) daha çok şeyler anlatırdım.”[8] buyurmuştu.

Beş yüz sahabiyle görüştüğü söylenen ve bir beldeye vardığında: “Beş yüz sahabi görmüş bir insan geliyor.” denen, tâbiînin büyüklerinden.. ve İmam Ebû Yusuf’a, hatta İmam Ebû Hanife’ye Kûfe’de büyük tesiri olan Abdurrahman İbn Ebî Leylâ: “Yüz yirmi sahabi tanıdım ki, -bir mescitte aynı anda yüz yirmisi de oturuyor olabilir- kendilerine bildikleri bir şey sorulduğunda hep birbirlerinin yüzlerine bakarlar; konuşurken, Resûlullah’ın sözlerine bir kelime karıştırıveririm korkusuyla başkasının cevap vermesini beklerlerdi.” demektedir.[9] Kimse cevap vermeyince de nihayet bunlardan biri dişini sıkar ve Allah’a dayanarak, -İbn Mesud gibi- أَوْ دُونَ ذَلِكَ، أَوْ فَوْقَ ذَلِكَ، أَوْ قَرِيباً مِنْ ذًَلِكَ، أَوْ شَبِيهاً بِذَلِكَ hatırlatmasıyla rivayette bulunurlardı.[10]

Efendimiz’i gördüğü gibi, Hz. Ebû Bekir’le diz dize, Hz. Ömer’le omuz omuza yaşamış bulunan ve üzerine aldığı vazifesinde kılı kırk yaran o hazinedâr-ı hulefâ, yani halifelerin maliye nâzırı Zeyd b. Erkam (radıyallâhu anh), Hz. Osman’ın hazineye bıraktığı malından alıp da akrabasına dağıttığını görünce, anahtarları getirerek Hz. Osman’a teslim etmiş ve: “Yâ emîre’l-mü’minîn, halk hakkında suizan edecek ve benim hakkımda da suizanda bulunacaklar. Müsaade ederseniz, ben bu işi daha fazla yapamayacağım.” deyip sonra da istifa etmişti.

İşte bu büyük sahabi, Abdurrahman İbn Ebî Leylâ, kendisinden bir hadis rivayet etmesini isteyince irkilmiş ve: “Evlâdım, yaşlandık.. unuttuk. Resûlullah’tan hadis rivayeti çok ağır, çok zor bir iştir.” cevabında bulunmuştu.[11]

a. Aynen Rivayette Hassasiyet

Ravinin lisana tam mânâsıyla vâkıf olması, mânâyı ifade için kullandığı kelimenin siyak ve sibak arasında yabancı bir kelime olduğu imajını uyandırmaması ve hadisin lâfzının unutulmuş olması gibi belli şartlarla hadis bi’l-mânâ, yani, hadisi Efendimiz’den sâdır olmayan bir lafızla rivayet etmek caiz olmakla beraber, sahabe-i kiram, hadisin bir kelimesi, hatta bir harfi mevzuunda bile alabildiğine titizdi.

Meselâ, bir gün Ubeyd İbn Umeyr, Abdullah İbn Ömer’in (radıyallâhu anh) yanında şu hadisi rivayet eder: مَثَلُ الْمُنَافِقِ كَمَثَلِ الشَّاةِ الرَّابِضَةِ بَيْنَ الْغَنَمَيْنِ “Münafığın durumu iki sürü arasında gidip gelen bir koyuna benzer.” Yani münafık, kâfirlerle mü’minler arasında gidip gelen ve birinde karar kılamadığı için iki tarafça da kabul görmeyen bir tiptir. Mü’minlerle düşüp kalktığı için kâfirler nazarında hor ve hakir görülür; bir mü’minin iç bütünlüğüne ulaşamadığı ve tam mânâsıyla iman edemediği için de mü’minlerin nazarında hor ve hakir olur.

İbn Ömer celâllenir ve: “Hayır, öyle demedi!” diye mukabelede bulunur. Ubeyd: “Ya nasıl dedi?” diye sorar ve İbn Ömer: “Ben Resûlullah’tan böyle duydum” diyerek, hadisi şu şekilde okur: مَثَلُ الْمُنَافِقِ كَمَثَلِ الشَّاةِ الْعَائِرَةِ بَيْنَ الْغَنَمَيْنِ12

Aradaki fark, sadece اَلرَّابِضَةِ ile اَلْعَائِرَةِ farkıdır. Bu hâdise Müsned‘deki başka bir rivayette ise şu şekilde kaydedilmiştir: Ubeyd b. Umeyr:

إِنَّ مَثَلَ الْمُنَافِقِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ كَالشَّاةِ بَيْنَ الرَّبِيضَيْنِ مِنَ الْغَنَمِ، إِنْ أَتَتْ هَؤُلاَءِ نَطَحَتْهَا، وَإِنْ أَتَتْ هَؤُلاَءِ نَطَحَتْهَا

“Münafığın durumu iki sürü arasındaki koyuna benzer ki, sürünün birine katıldığında onu boynuzlarlar, diğerine katıldığında yine boynuzlarlar.” diye rivayet eder.

Abdullah İbn Ömer: كَالشَّاةِ بَيْنَ الرَّبِيضَيْنِ yerine: كَالشَّاةِ بَيْنَ الْغَنَمَيْنِ olacağını söyler. Zira kendisi Efendimiz’den bu şekilde işitmiştir.[13]

Sahabenin gösterdiği bu hassasiyeti, aynıyla tâbiîn ve tebe-i tâbiîn de göstermiştir. Meselâ, meşhur Süfyan İbn Uyeyn’e şu hadisi rivayet eder:

نَهَى رَسُولُ اللّٰهِ * عَنِ الدُّبَّاءِ وَالْـمُزَفَّتِ أَنْ يُنْتَبَذَ فِيهِ

“Nebi (sallallâhu aleyhi ve sellem), kabaktan elde edilen ve ziftli kaplarda (koruk, üzüm, hurma usâresi gibi) şıra kurmaktan menetti.” Daha sonra bu hadis Süfyan’ın yanında: أَنْ يُنْبَذَ فِيهِ şeklinde rivayet edildi. Bunun üzerine Süfyan: “Ben Zührî’den öyle duymadım. O, bu hadisi şöyle rivayet ediyordu.” diye itiraz eder ve hadisi yukarıdaki şekliyle okur.[14]

Aradaki fark, birinde fiilin sülâsî, diğerinde ise humâsî iftiâl babından olmasıdır ve mânâ olarak da önemsiz bir nüans söz konusudur. Ama, sahabe olsun, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn olsun, hadisin aynen Efendimiz’den geldiği şekliyle rivayet edilmesi mevzuunda bu derece hassas idiler. Bu hassasiyet karşısında dün ve bugün, “Sahabe ve tâbiîn, Allah Resûlü’nden (sallallâhu aleyhi ve sellem) duydukları şeyleri kendi kelimeleriyle ifade ediyorlardı; dolayısıyla, bu şekilde intikal eden hadislerin teşrie esas teşkil edebilecek bir ağırlığı yoktur.” şeklinde yapılan boş ve mesnedsiz iddiaların ne değerde olduğunu ve olacağını size bırakıyorum…

Buhârî’nin daavât bölümünde Berâ b. Âzib anlatıyor: “Resûlullah bana: ‘Yatacağın zaman namaz abdesti gibi abdest al ve sonra sağ yanına yatarak şu duayı oku.’ buyurdu:

اَللّٰهُمَّ أَسْلَمْتُ نَفْسِي إِلَيْكَ وَفَوَّضْتَ أَمْرِي إِلَيْكَ وَأَلْجَأْتَ ظَهْرِي إِلَيْكَ رَغْبَةً وَ رَهْبَةً إِلَيْكَ لاَ مَلْجَأَ وَلاَ مَنْجَى مِنْكَ إِلاَّ إِلَيْكَ آمَنْتُ بِكِتَابِكَ الَّذِي أَنْزَلْتَ وَبِنَبِيِّكَ الَّذِي أَرْسَلْتَ

Ben bu duayı Resûlullah’ın huzurunda iyice ezberleyip tekrar etmek istedim de: وَبِرَسُولِكَ الَّذِي أَرْسَلْتَ dedim. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): وَبِنَبِيِّكَ الَّذِي أَرْسَلْتَ diye düzeltti.”[15]

Görüldüğü gibi, Resûlullah Efendimiz, sezebildiğimiz veya sezemediğimiz bir mânâdan ötürü, “Resûl” değil de “Nebi” denmesi lâzım geldiğini hatırlatıyor.

Evet, insan, uykuya ve rüyalara girerken, nübüvvetin kırk altıda birine yelken açmış olur. Zira, uyku ve rüya bir bakıma nübüvvetle alâkalıdır; fakat risaletle değil; risalet, hâlet‑i sahv, yani göz ve kalb açıklığı ister. İşte, Efendimiz’in gösterdiği bu hassasiyeti, aynıyla sahabe de gösterip, hadisleri fevkalâde hassasiyet içinde aldılar ve aynı hassasiyet içinde başkalarına naklettiler.

b. Müzakere

Sahabe-i kiram, Resûlullah’tan (sallallâhu aleyhi ve sellem) aldığını nakletmekle kalmıyor, aynı zamanda öğrenip belledikleri şeyleri aralarında müzakere de ediyorlardı. Kendileri müzakere ettikleri gibi, daha sonra talebelerinin de bu meseleleri müzakere etmelerini istiyorlardı. Meselâ, sahabi efendilerimizden Ebû Said el-Hudrî ve İbn Abbas, talebelerine şöyle derlerdi: “Bu hadisleri belleyin ve aranızda müzakere edin. Onların bazısı bazısını hatırlatacaktır; dolayısıyla, bunları aranızda devamlı mütalâa etmelisiniz.”[16]

Hadisin, sünnetin ehemmiyetini çok iyi kavramış bulunan ve yine hadis-i şerifte ifade olunduğu üzere, meleklerin ehl-i ilmin ayakları altına kanatlarını serdiğini[17] bilen sahabe, hadislere dört elle sarılıyor, onları hafızasına yerleştiriyor, müzakere ediyor ve sonra da naklediyordu.

İşte, böyle bir vasatta hadisler hafızalara yerleşti, nakşedildi, hayata hayat yapıldı ve bize kadar geldi..

3. Sahabe ve Tâbiînin Tahkiki

Sahabe, hadisleri müzakere etmesinin yanı sıra, herhangi bir dinî meseleyle karşılaştıklarında, o meselede sünnetin bir hükmü olup olmadığını araştırır; hepsi de yalana kapalı, adalet ve istikamet insanları olmalarına rağmen, sünnetin o büyük ehemmiyeti ve teşrîdeki yerinden ötürü, duydukları her şeyi hemen kabul etmeyip, tahkik ederlerdi. Evet onlar, zekâ ve hafıza dâhileri oldukları kadar, ehl-i tahkiktiler de.

Bir defasında bir kadın, torununun mirasından pay almak için Hz. Ebû Bekir’e (radıyallâhu anh) müracaatta bulundu. Resûlullah’ın Halifesi: “Kitabullah’ta sana bir şey verileceğine dair bir âyet görmediğim gibi, Resûlullah’ın da (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu mevzuda bir şey buyurduklarını hatırlamıyorum.” cevabını verdi. Bunun üzerine Muğîre b. Şu’be (radıyallâhu anh), ayağa kalkıp: “Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), nineye altıda bir hisse verirdi.” dedi. Hz. Ebû Bekir’in (radıyallâhu anh): “Senden başka bunu bilen var mı?” sorusu üzerine, Muhammed b. Mesleme (radıyallâhu anh), Muğîre b. Şu’be’yi tasdik ederek: “Ben de aynı şeyi Resûl-i Ekrem’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) duydum.” diye şahitlikte bulundu. O zaman, Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh), o kadına altıda bir hisse verdi.[18]

Resûlullah’ın zayıf bir hadiste: “Dininizin yarısını şu hümeyrâdan alın!”[19] buyurduğu büyük zekâ ve fetanet sahibi, her şeyi inceden inceye tahkik eden Hz. Âişe Validemiz, bir gün Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Hesaba çekilen, muhakkak azaba maruz kalmıştır.” buyurması üzerine: “Böyle diyorsun ama, Allah, Kur’ân’ında bazıları için: فَسَوْفَ يُحَاسَبُ حِسَاباً يَسِيراً ‘Sonra, hesapları görülür de, yumuşak-kolay bir hesaba çekilirler.’[20] buyurmuyor mu?” diyerek, açıklama istedi.

Bunun üzerine Resûlullah Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), şu tavzihte bulundular: “Yâ Âişe, senin dediğin “arz” dır. Herkesin hesabı Allah’a arzolunacak. Fakat, hesapta Allah bir insanla münakaşaya tutuştu mu, kul, yaptıklarını inkâr edip de, Allah onun yaptıklarını bir bir sayıp döktü mü, işte o zaman insanın işi bitmiştir.”[21]

Sahabenin duyduğunu tahkik etmesi sadedinde, burada bizi alâkadar eden ve Kur’ân’ın değişik vecihlerle inmesiyle alâkalı, pek çok tariklerle anlatılan bir hususu daha nakletmek istiyorum:

Değişik nakillerin yanında, Buhârî’nin rivayetinde, Hz. Ömer Efendimiz (radıyallâhu anh), vak’ayı şöyle anlatmaktadır: “Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatında, Hişam b. Hakîm’in Furkân sûresini okuduğunu işittim. Resûlullah’ın bana okumadığı bazı harflerle okuyordu. Namazı bitirip de selâm verinceye kadar sabrettim. Selâm verir vermez, ridâsının yakasına yapışıp çektim ve ‘Bu sûreyi sana bu şekilde kim okuttu?’ dedim. ‘Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem)!’ diye cevap verince de ‘Yalan söylüyorsun. Resûlullah bunu bana senin okuduğun şeklin dışında okuttu.’ dedim ve kendisini sürükleyerek Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) huzuruna getirdim. ‘Yâ Resûlallah, bu adam, Furkân sûresini senin bana okutmadığın harflerle okuyor.’ dedim.

Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem): ‘Sal onu!’ buyurdu ve Hişam’a dönüp: ‘Yâ Hişam, oku bakayım!’ diye emretti. Hişam, benim kendisinden duyduğum şekilde okudu ve Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), ‘Evet, böyle nazil oldu.’ buyurdular. Sonra, ‘Sen oku, yâ Ömer!’ diye emrettiler. Ben de, bana okuttuğu şekilde okudum; o zaman da, ‘Evet, bu şekilde nazil oldu.’ buyurdu; sonra da ilâve ettiler: ‘Muhakkak bu Kur’ân, yedi harf üzere nazil olmuştur. Siz, kolayınıza geleni okuyun.’ “[22]

Yine, bir gün Ebû Musa el-Eş’arî, Hz. Ömer’i ziyarete gelmişti; kapıyı üç kere çaldığı hâlde, girmesi için müsaade çıkmayınca geriye döndü. Hz. Ömer, meşguliyeti bitince: “Abdullah b. Kays’ın sesini işitmiştim; izin verin, girsin.” diye emretti. “Gitti.” dediler. Bunun üzerine, adam gönderip çağırttı ve Ebû Musa’ya: “Neden gittin?” diye sordu. O da: “Resûlullah bize, ‘Bir yere girmek istediğinizde üç defa kapıyı çalıp, izin isteyin. İzin verilmezse geri dönün.’ diye emretti.” dedi. Hz. Ömer: “Ben bunu duymadım. Böyle olduğuna dair muhakkak bir beyyine getirmelisin.” diye gürledi.

Ebû Musa, hemen Mescid-i Nebevî’ye koştu ve meseleyi oradakilere açtı. Übey b. Ka’b: “Bunun için büyüklerin şehadeti gerekmez; küçüklerimiz de bilir bunu.” diyerek, Ebû Said el-Hudrî’yi Hz. Ömer’e gönderdiler. Hz. Ömer (radıyallâhu anh), bu şekilde davranmasının sebebini şöyle açıkladı: “Vâkıa, ben seni itham etmek istemedim. Fakat, rastgele insanların Resûlullah’a yalan isnat etmelerinden korkarım.”[23]

a. Tahkik Yolunda Rihlet

Ashab-ı kiram, hadisler mevzuunda böylesine hassasiyet gösterdiği gibi, tek bir hadis için ‘rihlet’ denilen seyahatler düzenleyecek kadar da sünnete ihtimam gösteriyordu. Tâbiînin büyük fukahasından ve nice büyüklerin, önünde diz çöktüğü siyâhî Atâ b. Ebî Rebah’ın nakline göre, Ebû Eyyub el-Ensarî’nin kafasına bir hadis takılır ve: “Bunu Resûlullah’tan duyanlardan sadece Ukbe b. Âmir kalmıştır.” der, hayvanına binip Ukbe b. Âmir’in yaşadığı Mısır yolunu tutar.

Tek bir hadis için, hem de bildiği bir hadisi tahkik için Medine’den Mısır’a yapılan bir seyahattir bu. Mısır’a varınca, emir Mesleme İbn Mahled’in evine uğrar ve yanına bir rehber alarak Ukbe’ye varır. İki dost sokakta karşılaşır, sarmaş dolaş olurlar. Ebû Eyyub Ukbe’ye: “Bu hadisi Hz. Peygamber’den işiten senden ve benden başka kimse kalmadı.” diyerek: مَنْ سَتَرَ مُؤْمِناً فيِ الدُّنْيَا عَلَى خِزْيِهِ سَتَرَهُ اللّٰهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ “Her kim dünyada bir mü’minin ayıbını örterse, Allah da kıyamet günü onun ayıbını örter.” hadisini okur. Ukbe’nin hadisi aynı şekilde tekrarlaması üzerine: “Ben bunun için gelmiştim.” der ve âdeta “Geliş gayemin içine başka bir şey karıştırmak istemem.” dercesine bineğine atlayıp hemen geri döner.[24]

Yine, Buhârî’nin rivayetine göre, ensarın ulularından Câbir b. Abdillah (radıyallâhu anh), Abdullah İbn Üneys’in rivayet ettiği bir hadisi, bizzat onun ağzından işitmek için, bir ay süren bir yolculuğa çıkmış ve: “Hz. Peygamber’den bizzat işitmediğim bir hadisi senin rivayet ettiğini öğrendim. Onu işitmeden ikimizden biri ölür diye korktum ve sana geldim.” diyerek, hadisi Abdullah b. Üneys’ten dinlemiş ve gerisin geriye Medine’ye dönmüştür.[25]

b. Tâbiînin Rihleti

Hadis uğruna seve seve girişilen bu rihletler yalnızca sahabeyle sınırlı da kalmamış; daha sonraki devirlerde de aynı şekilde devam etmiştir. Said İbnü’l-Müseyyeb’in “gerektiğinde bir tek hadis için günlerce yol katettiğini söylemesi”[26]; Mesruk İbnü’l-Ecda’ın, “tek bir harfi için bile yolculuk etmesi”;[27] Kesir İbn Kays’ın rivayetine göre, Ebû’d-Derdâ’dan tek bir hadis almak için bir ilim âşığının Medine’den Şam’a gelmesi[28] ve daha pek çok seyahatler, bu mevzuda zikre değer misallerdir.

Hadis rivayeti mevzuunda sahabenin gösterdiği titizlik, aynıyla tâbiîne de intikal etmiştir. İleride ayrıca temas edileceği üzere, bu ilme öyle insanlar vâris olmuştur ki, A’meş’in ifadesiyle, hadise bir ‘vav’ (و), bir ‘elif’ (ا) veya bir ‘dal’ (د) ziyade etmektense, göklerin başlarına yıkılmasını tercih ederlerdi.[29] Rivayetlerin Efendimiz’den geldiği şekle, yani aslına uygun olması hususunda öylesine hassastılar ki, ‘vav’ (و) ve ‘fe’ (ف) harflerinin dahi yer değiştirmesine müsaade etmezlerdi.

Sahabe-i kiramın her biri ‘âdil’ olmasına ve yalana kapalı bulunmasına rağmen, tâbiîn imamları, duydukları bir hadisi başka sahabilerden de tahkik ederlerdi. Bu hususta tâbiînin büyük imamlarından Ebû’l-Âliye: “Biz, (Basra’da, Bağdat’ta, Horasan’da, Mâverâünnehir’de, yani) nerede olursak olalım, Resûlullah’ın ashabından bir şey işittiğimiz zaman, onunla kanaat etmez, oradan göç eder, (Mekke’ye, Medine’ye gelir, işi kaynağından araştırır) kendi ağızlarından duyar, (başka sahabilere de sorar ve böylece itminana ererdik).” demektedir.[30]

Müslim’in rivayetinde Muhammed İbn Sîrîn: “Biz isnaddan sormazdık; (birisi bize bir hadis rivayet ettiğinde, kimden aldığını araştırmazdık) ne zaman ki fitne çıktı, o zaman isnaddan sormaya başladık.” der.[31]

İlk dönemlerde isnaddan sorulmazdı; yani, Resûlullah’tan bir hadis rivayet edildiğinde, bunun kimden alındığı tahkik edilmezdi. Ama, fitneye karşı kapı sayılan Hz. Ömer’in şehadetinden sonra Hz. Osman’ın katline ve Hz. Ali dönemindeki hâdiselere müncer olan fitneler baş gösterince, az da olsa hadis uydurmalar başladı. Hz. Osman’ın aleyhinde hadis uyduruluyor, buna karşılık, bazı safderûn kimseler de, Hz. Osman’ın ihtiyacı varmış gibi, onun lehine hadis uyduruyorlardı.

Aynı şekilde, Hz. Ali aleyhinde uydurulan hadislere mukabil, o Bâlâ Kamet’i senâ maksadına matuf hadis imal edenler de vardı. İşte, bu tür uydurmalar başlayınca, sıdkı kendilerine şiâr edinen büyük imamlar, artık “isnad”dan sorar ve duydukları her hadisi tahkik eder olmuşlardı. Evet, Şu’be gibi, Şa’bî gibi, Sevrî gibi kimseler, artık bu işi yakın takibe almış ve takip eder olmuşlardı.

Yine Müslim’in, tâbiînin büyük imamlarından Mücahid b. Cebr’den rivayetinde, benzer bir vak’ayı görürüz: Büşeyru’l-Adevî, İbn Abbas’ın yanına gelerek hadis rivayetinde bulundu ve İbn Abbas, kendisine hiç iltifat etmedi. Bunun üzerine, Buşeyrü’l-Adevî şöyle dedi: “Sana ne oluyor ki, ben sana hadis rivayet ediyorum, sense hiç kulak vermiyorsun?” İbn Abbas, şu cevabı verdi: “Biz, önceden bir kimse ‘Resûlullah buyurdu ki’ dedi mi, yüreklerimiz hoplar, gözlerimiz ona döner ve hemen kulak kesilirdik. Fakat, insanlar serkeş yahut uysal atlara binip de sağa sola rihlete başlayınca, artık bildiklerimizden başka şeyler almaz olduk.”[32]

Endülüs’ün büyük âlimi, İbn Abdi’l-Berr, tâbiînin dev imamlarından Âmir b. Şerâhil eş-Şa’bî’den rivayet ediyor: Rabî İbn Huseym: “Kim, on defa: لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللّٰهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ، لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ يُحْيِي وَيُمِيتُ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ derse, bir köle azat etmiş sevabını alır.” hadisini rivayet eder. Şa’bî, derhal: “Bunu sana kim söyledi?” diye sorar. “Abdurrahman İbn Ebî Leylâ” cevabını alınca, şedd-i rihal eder ve tâbiînin bir başka dev imamı, dev fakihi İbn Ebî Leylâ’yı bulur. Ona sorar ve rivayetin sahih olduğunu anlar… İbn Ebî Leylâ da, bunu büyük sahabi Ebû Eyyub el-Ensarî’den duymuştur.[33]

4. Yalan ve Yalancının Takibi

Gerçekten o dönemde yalana karşı âdeta ilan-ı harp edilmişti. İbn Şihab ez-Zührî, İbn Sîrîn, Süfyan es-Sevrî, Âmir b. Şerâhil eş-Şa’bî, İbrahim İbn Yezîd en-Nehaî, Şu’be, Ebû Hilâl, Katade İbn Diâme, Hişam ed-Destevâî, Mis’ar İbn Kudâm, evet, hepsi de yalana karşı harp ilanında bulunmuşlar ve birer hisbe memuru gibi yalanı ve yalancıyı takip ediyor ve yalanları doğrulardan ayıklıyorlardı.

Ebû Hilâl, Şu’be, Said b. Ebî Sadaka, Katâde b. Diâme’den rivayet ettikleri bir hadiste: “Şöyle mi demişti, böyle mi demişti?” diye tereddüte düştüklerinde, hakem olarak Hişam ed-Destevâî’ye müracaat ederlerdi. Şu’be ile Sevrî, herhangi bir meselede tereddüde düştüklerinde ise Mis’ar İbn Kudâm’a müracaat ederlerdi.[34]

Bunlar, mezhep taassubu içinde bulunan şahısları adım adım takip ederler; nerede olursa olsun yalan söylemeye müsait her şahsın karşısına dikilir ve söyledikleri her hadisi “Kimden duydun?” diye sorarlardı.

a. Hıfz Misyonu

Bu arada dev hafızlar, hafıza dâhileri de durmadan hadis ezberliyorlardı. Ahmed İbn Hanbel’in, değişik kanal, değişik sened, farklı metin, yani muhteva aynı olsa bile, sahihi, haseni ve zayıfıyla bir milyon hadis ezberlediği söylenir ki; kırk bin hadis ihtiva eden meşhur Müsned’ini üç yüz bin hadisten seçerek meydana getirdiğinde şüphe yoktur. Vâkıa, bu kırk binin içinde mükerrerler ve oğlu Abdullah’ın ‘Zevâid’i vardır.

Bütün hayatını hadise, Allah Resûlü’nün mübarek sözlerine hasreden Yahya İbn Maîn, mevzû hadisleri de ezberlerdi. Bir keresinde, Ahmed İbn Hanbel, neden böyle yaptığını sorduğunda: “Yanıma gelen insanlara, bu mevzûdur, şu mevzûdur; bunların dışında kalanlardan alabildiğini alırsın, derim.” cevabını vermişti.[35] İmam Zührî’den Yahya b. Said el-Kattan’a, Buhârî ve Müslim’den Dârekutnî ve Hâkim’e uzanan çizgide daha dünya kadar nekkâd ezberciler yetişti…

b. Hakperestlik Duygusu

Yalanın takibi, yalana karşı tavır, derken hakkın hatırını âlî tutma.. ve doğru olmayanın konuşulmasına meydan vermeme. Meselâ; bir gün Hz. Ömer hutbe irad ederken: “Kadınlarınızın mehirlerini kırk ukıyyenin üstüne çıkarmayın!” demişti ki, maksûrenin ardından bir kadın: “O da niye ey mü’minlerin emîri? Allah, Kur’ân-ı Kerim’de ‘Onlara kantar kantar verdiğiniz altın ve gümüşten, onları boşayacağınızda hiçbir şey geri almayın!’ derken, siz ‘kırk ukıyye diyorsunuz.’ ” şeklinde karşılık vererek, koca halifeye: “Adam hata etti; kadın isabet etti!” veya “Yâ Ömer, sen dinini bir kadın kadar dahi bilmiyorsun!”[36] dedirtiyordu.

Bu türlü durumlarda, tâbiîn imamları da aynı şekilde davranıyorlardı. Meselâ, Zeyd İbn Ebî Üneyse: -Kardeşinin dikkatsizliğinden mi, vehminden mi, mezhep taassubundan mı, yoksa başka bir sebepten mi- “Kardeşimden hadis almayın!” diyordu.[37]

Sahabe adına ilk telifte bulunan ve Buhârî, Müslim seviyesindeki büyük hadisçilerin imamı Ali İbnü’l-Medînî’ye: “Baban nasıldır?” diye sorulduğunda: “Bana değil, onu başkasına sorun!” cevabını veriyor; ısrar edilince de: “Hadis dindir, babamsa zayıftır.”[38] şeklinde konuşuyordu.

Ebû Hanife Mektebi’nde yetişip, İmam Şafiî’ye üstadlık yapan ve: “Duyduğum bir şeyi unuttuğumu hatırlamıyorum; duyduğum bir şeyi ikinci defa tekrar ettiğimi de hatırlamıyorum.” diyen İmam Şafiî’nin ona, su-i hıfzından şikâyette bulunduğunda: “Günahlardan sakın; çünkü ilim nurdur ve Allah’tan olan bu nur, âsiye hediye edilmez.” cevabında bulunan meşhur Vekî’ İbn Cerrah, babasından hadis rivayet ederken onu başka rivayetlerle destekleme ihtiyacı hissederdi. “Neden böyle yapıyorsun?” dediklerinde, şu cevabı verirdi: “Babam devletin hazine memurlarındandır. İhtimal, memuru bulunduğu devlet hesabına bazı sözleri yumuşatabilir.”[39]

c. İlel Kitapları

İşte, bu büyük zatlar bir de bu mevzuda dünya kadar ilel kitapları yazdılar; yani, hadislerin senet veya metinlerindeki arızaları, tam bir hekim hazâkat ve hassasiyetiyle ortaya koyan eserler tedvîn ettiler. Zuafâ ve Metrûkîn kitapları yazdılar; zayıf ravileri, kendilerinden hadis alınmayan ve hadisleri terkedilen ravileri birer birer teşhir ettiler.

Onlar bu mevzuda o denli hassas idiler ki, biri “Babam hazine memurudur.” diye, babasından rivayetlerini başka rivayetlerle desteklerken.. bir diğeri, babasını soranlara, onun hadis rivayetinde itimat edilemeyecek derecede zayıf olduğunu söyleyerek ondan hadis rivayet etmelerini engelliyordu.[40]

Yine hadisin dev imamlarından Abdurrahman İbn Mehdî, Şu’be, Sevrî, İbn Mübarek ve İmam Malik’e: “Bu insanların çoğu yalanla itham ediliyorlar. (Biz de bunlar yalancıdır diye kitaplara alıyoruz. Bunları fâşetmek nasıl olur?) diye sordum. Dördü de: ‘Hadis dindir, daha önemlidir; çünkü onda hakikat-i Ahmediye gizlidir.’ şeklinde konuştular.”[41] demektedir.

Hadis hususunda alabildiğine sert, tavizsiz ve arkadaşlarının: “Bunu çocukluğundan beri tanıyoruz; rüyalarına bile günah misafir olmamıştır.” dediği Yahya İbn Said el-Kattan’a: “Sen milletin bu kadar şeref ve haysiyeti ile oynuyorsun; şu hadis uydurur, şu zayıftır, şu metruktur diyorsun. Bir gün, Allah bütün bunları sana sormaz mı?” dendiği zaman, o, şu cevapta bulunur: “Onların Allah katında hasmım olmasını, Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) hasmım olmasına tercih ederim.”[42]

Evet, işte sünnet, bu fevkalâde hassasiyet içinde tesbit edildi. Buna rağmen, bir kısım hadisler uydurulmadı da denemez; uyduruldu ama, uydurulan hadisler, sahabe ve tâbiînin hadis sarraflığına çarptı ve karakolları çok iyi tutmuş bu hassas nöbetçileri aşamadı. Aşanlar da zamanla ayıklandı ve sahih hadis külliyatına girmeye yol bulamadı. Bu mevzuda, ayrıca şu yollar da takip ediliyordu:

5. Mevzû Hadislerin Ayıklanması

a. İtiraf

Çok defa yalan hadis uyduranlar, ömürlerinin sonunda, ölmeden önce veya bâtıl mezheblerinden rücû, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’e iltihak edince uydurdukları hadisleri itiraf ediyorlardı.

b. Yalan Takip Altındaydı

Ayrıca yukarıda izahına çalıştığımız yollarla yalancılar çok iyi takip ve tespit ediliyordu. Hayatında bir defa yalanına rastlanan bir zattan artık hadis alınmıyor, hatta sika olmakla birlikte zamanla vehme düşenlerden de rivayette bulunulmuyordu. Burada tipik bir misal vereceğim:

Ebû Dâvûd’un Sünen’inde ismine çok rastlanan İbn Ebî Lehîa adlı biri vardır. Zühdde, takvada çok ileri olan bu zat, hafızasından değil, kitaplarından rivayette bulunurdu. Bir aralık kitaplarını zayi edince, birdenbire hadis rivayeti hususundaki kadr ü kıymetini yitirdi. Artık bundan sonra kendisinden hadis alma mevzuunda o kadar hassas davranılıyordu ki; meselâ İmam Buhârî, ondan yalnızca başka hadislerle teyit edilen hadisleri veya sadece fetvaları alıp kaydetti.

c. Üslûp Ele Veriyordu

Edebiyatta üslûp diye bir mevzu vardır. Söz gelimi, Moliere’i otuz defa okumuş bir insan, Shakespeare’i, Tolstoy’u, Dante’yi, Necip Fazıl’ı, Nurettin Topçu’yu, Sezai Karakoç’u defaatle gözden geçiren bir insan, yığınla söz arasında onların sözlerini rahatça ayırt edebilir. Bu bir üslûp âşinalıktır. Hatta çok defa otuz defa okumaya bile gerek yoktur. Oysaki, yukarıda isimlerini verdiğim hadis imamları hayatlarını hadise vakfetmiş, Efendimiz’in sözlerine vâkıf söz sultanı, dil üstadı ve hafıza kahramanı insanlardı. Her gün, sabahtan akşama kadar, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sözleriyle haşr ü neşr oluyorlardı. Dolayısıyla, Efendimiz’in lâl ü güher sözlerini, O’na ait olmayanlardan çok rahat ayırabiliyor ve ağızlarında bir iki defa söyledikten sonra, çok rahatlıkla, “Bu hadistir veya değildir…” diyebiliyorlardı.

d. Mikyas, Kur’ân ve Mütevatir Hadisler

Hadisler, çoğu muhaddisçe “mütevatir” ve “âhad” diye ikiye ayrılmıştır. Bir hadis, yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir cemaat tarafından rivayet edilmişse, bu hadis “mütevatir hadis”tir ve Ehl-i Sünnetçe ilmin üç sebebinden biridir. Bunun dışındaki hadislerse, “âhad hadis” yani tek bir nâkilden gelen hadistir. Bazıları, sahabe asrında âhad olmakla birlikte, tebe-i tâbiîn döneminde iştihar etmiş olanlarına “meşhur hadis” demişlerse de, asıl ayrım “mütevatir” ve “âhad” olarak yapılmıştır.

İşte, âhad hadisler çok defa Kur’ân’ın ve sünnetin muhkemâtına vurulur ve onlara uyarsa kabul edilir, uymazsa “fîhi nazar” denilip tartışmaya açık tutulurdu.

e. Zaman ve Mekân Üstü Mülâkat

Her ne kadar usûl-i hadiste yer verilmese de, bu rabbânî insanlar arasında, zaman ve mekânı aşarak, doğrudan doğruya Fem-i Güher-i Nebevî’den hadis alanlar vardı. Meselâ, Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri, sahih hadis kitaplarında rastlanılmayan ve kendisine sağlam hadis diyemeyeceğimiz: “Ben gizli bir hazine idim; bilinmek istedim, kâinatı yarattım.”[43] sözünü: “Ben bizzat Resûlullah’tan aldım.” demektedir.

Aynı şekilde, büyük imam Celâleddin es-Süyûtî’nin, defalarca Efendimiz’le hem de yakazada görüştüğü menkuldür.[44] Yine, İmam Buhârî, kendi kanallarıyla tespit ettiği her bir hadis için, abdest alır, iki rekât namaz kılar ve meseleyi Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’a havale eder: “Doğru mu yâ Resûlallah?” der; kendince aldığı bir işarete göre de o hadisi kitabına kaydederdi.[45]

Ruhun bir zaman-mekân üstü yanı vardır. Zaman-mekân adına bildiklerimiz henüz kesin şeyler olmadığı gibi, bu mevzuda bilinen şeyler de çok fazla değildir. Mevcut fizik kanunları ve mu’talarıyla (verileriyle) isbat edilmemişse de, Einstein, mekânın üç buuddan sonra bir dördüncü buudunun da var olabileceğini söylemiştir. Ehlullah, öteden beri bu mesele üzerinde durmuş ve zamanüstü, mekânüstü hâlleri, varlığın iç nizamının tecellîleri olarak görmüşlerdir. Bu mevzuda yeri gelmişken, çok objektif olmamakla birlikte, yakın tarihte yaşanmış bir hâdiseyi nakletmekte fayda mülâhaza ediyorum:

Son zamanlara kadar İstanbul’un çeşitli camilerinde hadis, fıkıh, tefsir, kelâm gibi dinî ilimler okutulurdu. İşte, Fatih Sultan Mehmed Han Camii’nde hadis takrir veya imlâ eden mühim bir hocaefendi, bir gün evinde eline bir sopa alıp, canını sıkan kedisinin ayağını kırar. Ertesi gün şafak vakti camiye geldiğinde hergünkü mekânda bir başka buuda girer ve zamanüstü bir noktaya ulaşır.

Bakar ki, âlî bir divan kurulmuş; bir tarafta bir mustantik, yanında hâkim, bir de kedisi ve kendisi. Mahkeme heyeti hocaefendiye: “Bu kedi senden davacıdır, ayağını kırmışsın. Şimdi kısas uygulayacak ve senin de ayağını kıracağız!” der. O anda lütf-u ilâhî olarak hocaefendinin hatırına bir hadis-i şerif gelir ve: “Hayır, bana kısas uygulayamazsınız!” diye itiraz eder. “Neden?” diye sorduklarında, şu cevabı verir: “Efendimiz, Batnü’n-Nahl’de cinlerden biat aldığı zaman onlara: ‘Başka mahlukatın suretine girerek, temessül ederek, değişik şekil ve kılıkta ümmetime görünmeyin!’ buyurmuştu. Hâlbuki bu, bizim evde temessül ederek veya başka bir mahlukun içine girerek, ya da perisprisi bir başka canlıyla bizim eve gelerek, bana öyle göründü.”

Hoca, delil olarak ileri sürdüğü hadis-i şerifin senedini de verir ve o çok sıkışık anında, hadisi rivayet eden sahabi, çiçek gibi caminin kubbesinde açarak: “Ben, bizzat kulaklarımla bu hadisi Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) dudaklarından dökülürken duydum.” der. Ve, mahkeme, hocanın beraetine karar verir.

Bundan sonra hoca, belki yüz arkadaşına: “Ben tâbiîndenim.” der ve “Nasıl olur?” diye soranlara da: “Ben, sahabiyi hakikaten gördüm.” diye cevap verirmiş.

f. Ravilerle İlgili Eserler Yazılmıştı

Ravileri, sahabeyi, tâbiîni ve tebe-i tâbiîni daha iyi ve yakından tanımak için, bunlara dair mufassal eserler yazılmış; kim nerede doğdu, nereye hicret etti, nerede ikamet etti, nerede yaşadı, nerede öldü, nerede ilmini neşretti, kimlerle görüştü, kimlerden ders aldı, bu eserlerde tek tek açıklanmıştır.

Bu mevzuda ilk eser veren İbn Medînî’dir. O’nun hangi sahabenin Mekke’den, Medine’den ayrılıp nereye gittiği, Taif’te mi, Şam’da mı, Kûfe’de mi, Basra’da mı, Mâverâünnehir’de mi, nerede kalıp, kimlere ders verdiği ve kimlerle görüştüğünü anlatan Kitabü mârifeti’s-sahabe‘sinden sonra, İbn Abdi’l‑Berr’in el-İstîâb‘ı, İbn Hacer’in el-İsâbe fî temyîzi’s-sahabe‘si, İbnü’l-Esîr’in Üsdü’l-gâbe‘si, İbn Sa’d’ın et-Tabakât‘ı, İbn Asâkir’in Tarih‘i, Buhârî’nin Tarih‘i ve Yahya İbn Maîn’in Tarih-i kebîr‘i bu sahada yazılmış mühim eserlerdendir.

Bunlardan kiminde üç bin, kiminde beş bin, kiminde onbin sahabinin hayatı anlatılmaktadır. Bu kitaplara ve meselâ Zehebî’nin el-Kâşif‘ine baktığımızda, her zat hakkında: “Bu zat şu, şu, şu şahıslardan hadis rivayet etmiştir; kendisinden de şunlar şunlar hadis rivayetinde bulunmuşlardır.” şeklinde bilgiler verildiğini görür; böylece kimlerin kimlerden hadis alıp almadığını öğrenir ve senet açısından hadislerin değerlendirmesini yapabiliriz.

g. Hadis Kitapları Süzgeçten Geçirildi

Daha sonra, bütün bu kadar tahkik ve titizliğe rağmen, sahih hadisleri muhtevi hadis külliyatına, belki tek tük mevzû hadis sızmıştır diye, hadisler yeni baştan elekten geçirilerek bir kere daha, inciler sun’î incilerden tefrik edilerek, ayrı ayrı telifler meydana getirildi.

Bu mevzuda ilk defa Makdisî, Tezkiratü’l-kübrâ‘sında mevzû hadisleri bir araya topladı. O ve diğerleri bu hususta insafsız denilecek ölçüde öylesine hassas ve hakperestçe davrandılar ki, meselâ İbnü’l-Cevzî, kendi mezhep imamı olmasına rağmen, Ahmed İbn Hanbel’in kırk küsur bin hadis ihtiva eden Müsned‘indeki bir hayli hadisin mevzû, zayıf veya metrûk olduğuna hükmetti. Daha sonra gelen İbn Hacer el-Askalânî, İbnü’l-Cevzî’nin mevzû, zayıf veya metrûk hükmünü verdiği hadisleri yeniden elden geçirdi ve on üçü dışında geri kalanların hepsinin değişik kanallarla sıhhatini tespit edip, on üçünü sağlam bir esasa dayayamadığını ‘el-Kavlu’l-müsedded fi’z-zebbi an Müsned-i Ahmed’ isimli eserinde belirtir.[46]

Burada şu noktayı ifade etmek gerekiyor ki, hadisçiler, İbnü’l-Cevzî için, fazla dikkatli olmadığından pek çok sahih hadise mevzû veya metrûk damgası vurması sebebiyle “mütesâhil” derler.[47] Onun mevzû olduğuna hükmettiği hadisleri İbn Hacer gibi, hâtimü’l-huffâz ve Resûlullah’la yetmiş küsur defa vicahî görüşen Celâleddin es-Süyûtî de yeniden tetkikten geçirmiş ve: “Ben bunların içinde mevzû hadis görmedim; belki zayıf olabilir.” demiştir.[48] Süyûtî, ayrıca İbnü’l-Cevzî’nin “Mevzûâtü’l-kübrâ“sını da tetkik ederek, ‘yapma inciler’ mânâsına gelen meşhur “el-Leâliü’l-masnûa“sını yazmış ve İbnü’l-Cevzî’nin mevzû dediği hadislerden hangisinin gerçekten mevzû, hangisinin metrûk ve hangilerinin sahih olduğunu göstermiştir.

Bunlardan başka ayrıca bir kısım müstedrekler yazılmıştır ki, bunlarda, Buhârî ve Müslim’in hadisin sıhhati konusunda kendi koydukları ölçülere uyduğu hâlde, Câmiu’s-Sahih‘lerine almadıkları hadisler ayrı kitaplar hâlinde bir araya getirilmiştir. Bunlardan en meşhuru Hâkim’in Müstedrek‘idir. Daha sonra gelen ve hakkında İbn Hacer’in: “Hayatımı ona hayranlıkla geçirdim. Hafıza dualarını yazıp yutardım ki, Allah bana Zehebî’ninki gibi bir hafıza versin.” dediği[49] Hafız Zehebî, Hâkim’in Müstedrek‘ini inceden inceye kritiğe tâbi tutmuş.. tespit etmiş, tahlil etmiş ve her şeyi bir kere daha aydınlatmıştır.

Daha sonraları, halk arasında hadis diye meşhur olmuş sözler hakkında da kitaplar yazılmıştır. Sehâvî, “el-Makâsıdü’l-hasene“sinde, Aclûnî, “Keşfü’l-hafâ“sında bunları tek tek ele alıp ve hangilerinin hadis, hangilerinin hadis olmadığını ortaya koymuşlardır. Meselâ, ilmi teşvik eden onca hadisin yanı sıra halk arasında iştihar etmiş bulunan: “İlim Çin’de de olsa öğrenin.”“İnsanların hayırlısı, insanlara faydalı olandır.” gibi sözleri hadis terazilerinde tartarak, bunların hadis adına öyle pek fazla bir ağırlıkları olmadığı gerçeğini ortaya koymuşlardır.[50]

Şimdi, bu kadar tahkik, bu kadar ince eleyip sık dokuma ve rivayet hususunda gösterilen bu kadar titizlikten sonra, sahih hadis külliyatı ve sahih hadis mecmuaları hakkında hâlâ şüpheler irad etmek ve İslâm’ın ikinci büyük ve mühim kaynağına leke sürmeye çalışmak, acaba neyle izah olunabilir?

[1] Buhârî, ilim 38; Müslim, zühd 72.
[2] Buhârî, istitâbe 6; Ebû Dâvûd, sünne 28.
[3] Tirmizî, ilim 9; İbn Mâce, mukaddime 5.
[4] Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, 9/86.
[5] İbn Mâce, mukaddime 3; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/452.
[6] Buhârî, ilim 38; Müslim, mukaddime 1-4; zühd 72.
[7] İbn Mâce, mukaddime 3.
[8] Dârimî, mukaddime 25.
[9] İbn Sa’d, et-Tabakatü’l-kübrâ, 6/110.
[10] İbn Mâce, mukaddime 3; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/452.
[11] İbn Mâce, mukaddime 3.
[12] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/88.
[13] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/68.
[14] Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye fî ilmi’r-rivâye, s. 177.
[15] Buhârî, daavât 6.
[16] Dârimî, mukaddime 51.
[17] Tirmizî, ilim 19; Ebu Davud, ilim 1; İbn Mâce, mukaddime 17.
[18] Tirmizî, ferâiz 10; İbn Mâce, ferâiz 4; Muvatta, ferâiz 4.
[19] İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 3/129; Aliyyü’l-kârî, el-Masnû’, s. 98; Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, 1/449-450.
[20] İnşikak sûresi, 84/8.
[21] Buhârî, ilim 35, Müslim, cennet 79.
[22] Buhârî, husûmât 4; Müslim, müsâfirîn 270; Tirmizî, kıraât 9; Ebû Dâvûd, vitr 22; Nesâî, iftitâh 37.
[23] Buhârî, isti’zân 13; Müslim, âdâb 33-37; Ebû Dâvûd, edeb 127-128.
[24] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/153, 159; Humeydî, el-Müsned, 1/189.
[25] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/495; Buhârî, el-Edebü’l-müfred, s. 337; Hâkim, el-Müstedrek, 2/475.
[26] Hatîb el-Bağdâdî, er-Rihle fî talebi’l-hadîs, s.127; el-Kifâye fî ilmi’r-rivâye, s.127; Zehebî, Tezkiratü’l-huffâz, 1/56.
[27] İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 5/285; Hatîb el-Bağdâdî, er-Rihle fî talebi’l-hadis, 198.
[28] Tirmizî, ilim 19; İbn Mâce, mukaddime 17; Dârimî, mukaddime 32.
[29] Hatib el-Bağdâdî, el-Kifâye fî ilmi’r-rivâye, s.177.
[30] Dârimî, mukaddime 47; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, 7/113; Hatîb el-Bağdâdî, er-Rihle fî talebi’l-hadîs, s.93; İbn Abdilberr, et-Temhîd, 1/56.
[31] Müslim, mukaddime 5.
[32] Müslim, mukaddime 5.
[33] Râmehürmüzî, el-Muhaddisü’l-fâsıl, s. 208; İbn Abdilberr, et-Temhîd, 1/43.
[34] İbn Hacer, Tehzîbü’t-tehzîb, 2/395; Râmehürmüzî, el-Muhaddisü’l-fâsıl, s. 395.
[35] Hatîb el-Bağdâdî, el-Câmi’ li ahlâki’r-râvî ve âdâbi’s-sâmi’, 2/192; Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl, 31/557; Bâcî, et-Ta’dîl ve’l-cerh, 1/290.
[36] Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 7/233; Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, 1/317.
[37] Müslim, mukaddime 5.
[38] İbn Hacer, Tehzîbü’t-tehzîb, 5/153; İbn Hibbân, el-Mecrûhîn, 2/15.
[39] Sehâvî, el-İ’lân bi’t-tevbih li-men zemme ehle’t-tarih, s.66.
[40] Sehâvî, el-İ’lân bi’t-tevbih li-men zemme ehle’t-tarih, s.66.
[41] İbn Abdilberr, et-Temhîd, 1/47.
[42] Hâkim, el-Medhal ile’s-Sahîh, s.111; Bâcî, et-Ta’dîl ve’l-cerh, 1/282; Ebû Nuaym, el-Müsnedü’l-müstahrec, 1/53.
[43] Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, 1/173; Aliyyülkârî, el-Masnû’, 1/141.
[44] Nebhânî, Câmiu kerâmâti’l-evliyâ, 2/158; el-Fethu’l-kebîr, 1/7.
[45] Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl, 24/443; Hatîb el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd, 2/9; Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ, 12/402.
[46] İbn Hacer, el-Kavlu’l-müsedded fi’z-zebbi an Müsned-i Ahmed, s. 1-45.
[47] Suyûtî, Tedrîbü’r-râvî, 1/278, 279; Zehebî, Mîzânü’l-i’tidâl, 1/131.
[48] Suyûtî, el-Leâliü’l-masnûa, 1/2; Tedrîbü’r-râvî 1/278-279.
[49] Ebu’l-Mehâsin ed-Dimeşkî, Zeyl-ü Tezkirati’l-huffâz 1/348; Suyûtî, Tabakâtu’l-Huffaz, 1/522.
[50] Bkz.: Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, 1/154, 472.

Diğer Yazılar

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy