“Hizmet Hareketi eğitimcilerinin, rehber abla ve abilerinin, öğretmenlerinin dünyasında “subjektif mükellefiyet” nasıl anlaşılmalı, eğitim ve rehberlik çalışmalarına nasıl yansıtılmalı?” sorusunun cevabını birlikte anlamaya çalışalım. Subjektif mükellefiyet; ferdin iman ve idrak seviyesine göre Rabbe karşı sorumluluklarının derecesinin şekillendiği, manevi kıvama bağlı subjektif bir müminlik şuurudur.
Peygamberler, hassaten Sevgili Peygamberimiz, insanlara iyilikleri ve güzellikleri yaşayarak gösteren, yanlışlıkları ise nedenleriyle izah eden ve bu yanlışlara düşmemeleri için insanları ihtar ve ikaz eden zirvedeki rehber ve eğitimcilerdir. Peygamberler bu çalışmaları yaparken de Allah’ın kendilerine lütfettiği bir manevi seviyenin derinliğiyle tebliğ ve irşad ufkunda tahkik yolculuğunun zirvelerinde dolaşmışlardır…
Hizmet Hareketi rehberleri ve eğitimcileri de Peygamberlerin izinden yürüyerek ve onlar gibi insanlarla ilgilenme sürecine, subjektif mükellefiyetle yaklaşarak çalışmalarını sürdürürler. Peki bu noktada insanlarla, gençlerle ve çocuklarla ilgilenme sorumluluğunun hangileri objektif ve normal davranışlardır ve hangileri ise subjektif mükellefiyetin sınırlarını zorlar, bunları anlamaya çalışalım.
Önce objektif yükümlülük ve subjektif mükellefiyet hususlarında Fethullah Gülen Hocaefendi’nin çizdiği sınırlara bir bakalım:
“Bu iki kelimenin ihtiva ettiği manalar açısından; “objektif yükümlülük”, usûlüddin mizanlarıyla sınırları belirlenen, dinin özündeki kolaylık prensibine dayanan ve herkes için geçerli olan vazife ve sorumlulukların; “subjektif mükellefiyet” ise, her ferdin, şahsî duyuş, hissediş, idrak ve değerlendirmeleri neticesinde kendi üzerine aldığı vazifelerin ve vicdanî ölçüler çerçevesinde kendisi için belirlediği mesuliyet çizgisinin unvanıdır.”
Fethullah Gülen Hocaefendi, bu sınırları belirledikten sonra şuur ve irade seviyesinde alınan yolun altında bir rehberlik ve eğitim gayreti göstermenin de Allah katında ciddi bir vebali olduğunu çok etkili yorumuyla bakın nasıl anlatıyor:
“Her konum bir mazhariyet olduğuna göre her konumun kendine göre bir hakkı, eda edilmesi gereken belli vazife ve sorumlulukları vardır. Bu durum, “Bi hasebi’l-mağnem, el-mağrem” (Elde edilen ganimet, altına girilen risk ölçüsünde artar veya azalır.) sözüyle ifade edilmiştir. Yani bir insan ne kadar ganimete mazhar ne kadar lütuflarla serfiraz ise onların kadr u kıymetini bilmediği takdirde Allah onu o kadar perişan eder. Harem odasına kadar girmiş bir insan, oranın kıymetini bilmez ve oranın hususiyetlerine karşı saygısızca davranırsa onu salonda oturtmazlar, kapının önüne koyarlar. Bu sebepledir ki Hz. Pîr, ihlas kulesinin başından düşen bir insanın düz bir zemine değil, derin bir çukura düşme ihtimaline dikkatleri çekmiştir.”
Burada Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin şiddetli ikazına da dikkat kesilmemiz gerekiyor: “Samimî ihlâsı kıran adam, bu hılletin gayet yüksek kulesinin başından sukut eder. Gayet derin bir çukura düşmek ihtimali var; ortada tutunacak yer bulamaz…” Kendileri gerçek dava insanının veya rehberinin yakaladığı ihlas çıtasını yani subjektif mükellefiyeti bir “ihlas kulesinde yükselmek” ifadesiyle anlatıyor. Bu ihlas kulesinde, samimi ihlasla mesafe alınacağını ama bu yolda yükseldikçe de alınan seviyenin daha altına inmenin mümkün olamayacağı ve çok derin bir ihlassızlık çukuruna düşüleceği konusunda rehberleri uyardığını görüyoruz.
Eğitim ve rehberlik gönüllüleri, ihlas yolculuğunu bu subjektif mükellefiyet seviyesiyle yürütürken yakaladıkları performanslarını asla geriye düşürmemeleri çok büyük önem arz ediyor… Subjektif mükellefiyet ve ihlas kulesi tırmanışı sabır isteyen çileli bir yol. Bu meşakkatli yolda nefis ve şeytan sürekli durmayı ve geri dönmeyi fısıldayacaktır. Önemli olan her şeye rağmen bu hikmet yolundan geri dönmemek ve her şeye rağmen mesafe almaktır. Bu hususu Fethullah Gülen Hocaefendi şöyle ele alıyor:
“Eğitim gönüllülerinin performansına ve bu performansın devamlılığına bakıldığında, bunların arka planında ciddi bir meşakkat, zamana sabır gibi katlanılması zor durumlar olduğu görülmektedir. Bu sebeple bütün bu işlerin gösterişe, alâyişe ve şova bağlı yapılabileceğine ihtimal vermek zordur. Hususiyle yurtdışında hizmet eden insanların karşı karşıya kaldıkları durum daha iyi anlaşılacaktır. Netice itibarıyla zahirle hükmetme ve hüsnüzanda bulunmanın yanı sıra yapılan hizmetlerin zorluğu açısından da mesele değerlendirildiğinde, ilim, irfan yolunda ortaya konan bu işlere sahip çıkanların, inanmış ve samimi insanlar olduklarını düşünmek iktiza eder.”
Subjektif mükellefiyetin alt ve üst sınırları, rehberlerden rehberlere, eğitimcilerden eğitimcilere değişen ve her ferdin vicdan terazisinde tartılabilen hikmetli ve sırlı bir tahkik yolculuğu olarak karşımızda duruyor. Elle tutulamayan, ölçülüp biçilemeyen, insanlarla, gençlerle ve çocuklarla ilgilenmenin “bu kadar da yeter engellerine” takılamayacak bir ferdi fedakârlık ve sınırsız bir rıza gayreti olarak ele alınması gerekiyor. Yapılan çalışmaların ve gayretlerin hangilerinin objektif hangilerinin de subjektif olduğu hususunu şöyle ele almak mümkündür; her rehber ve eğitimcinin ortaya koyduğu gayretler ve çalışmalar genel kabul sınırlarındaysa objektif bir vazife sorumluluğu kabul edilebilir ancak herkesin yapamadığı özel gayret ve fedakarlık ölçülerindeki yaklaşımlar ise subjektif mükellefiyet alanına girer ki Hizmet Hareketi rehber ve eğitimcilerinden de bu seviyeyi yakalamaları ve istikrarlı bir kıvamda sürdürmeleri beklenir.
Yazarımıza, “[email protected]” mail adresinden ulaşabilirsiniz.
YAZARIN TÜM YAZILARI İÇİN TIKLAYINIZ