Soru: Karşılaşılan problemlerin çözümünde realiteleri görmenin ve sebepleri yerine getirmenin yanında ızdırabın etkisi nedir? Bunlar arasında nasıl bir ilişki vardır?
Cevap: Gerek şahsî hayatımızda gerekse toplum çapında karşı karşıya kaldığımız problemlerin çözümü adına yapılması gereken öncelikli iş, mevcut durumun doğru okunarak hastalığın iyi teşhis edilmesidir. Eğer kuyunun dibinde bir hayat yaşamasına rağmen bir insan kendisini ferah-feza iklimlerde görüyorsa oradan kurtulması çok zordur. Çünkü böyle bir kişi, içine düştüğü perişaniyetten ötürü ızdırap duymayacak, yanık bir gönülle Allah’a yönelmeyecek ve oradan kurtulma adına atması gerekli olan adımları da atmayacaktır.
Buna karşılık nasıl bir çukurun içinde bulunduğunu bilen ve bundan rahatsız olan bir insan bir taraftan ıztırar ve çaresizlik hâliyle Allah’a yönelecek, diğer yandan da bundan kurtulma adına ne yapması gerekiyorsa onu yapacaktır. Yerine göre kuyunun dışındakilerden yardım isteyecek ve kendisine salınan ip veya kovaya tutunacak, yerine göre de pençeleriyle ayaklarını basacağı yerler kazacak ve oradan çıkmaya çalışacaktır. Netice itibarıyla Allah, kendisine gönülden teveccüh eden ve bütün sebepleri yerine getirmeye çalışan böyle bir kulunu yardımsız bırakmayacak, nur-u tevhid içinde sırr-ı ehadiyetin tecelli etmesiyle onu sahil-i selamete çıkaracaktır.
Kuyu İçindekiler ve Dışındakiler
Bu açıdan öncelikle yapılması gerekli olan iş, durumu iyi tahlil etmek; kuyunun dışı neresidir, içi neresi, bunu çok iyi belirlemek; ideal olanla buna aykırı olanı ayırt edebilmektir. Hemen ifade etmek gerekir ki bizim için ideal olan dönem, hakiki mânâda İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem), ideale en yakın olanı da Raşit Halifeler’in yaşadığı dönemdir. Daha sonraki dönemlerde de yer yer zılliyet plânında böyle dönemler yaşanmıştır. Meselâ Emevilerdeki Ömer İbn Abdülaziz dönemi ile Abbasilerdeki Hâdî, Mehdî ve Harun Reşit dönemleri bunlardandır. Zılliyet plânında ideale en yakın hayatın en uzun sürdüğü zaman dilimi ise Osmanlılar döneminde yaşanmıştır. Onlar, hiçbir İslâmî devlete nasip olmayan, belki yüz elli veya iki yüz sene zılliyet planında ideal veya ideale çok yakın bir hayat yaşamışlardır.
İşte bunlar dışarının güzelliklerini iliklerine kadar duyup hissettikleri için bir çukura düşmenin veya kuyu dibinde yaşamanın nasıl tahammül edilmez bir felâket olduğunu anlayabilirler. Onlar yitirdikleri Cennet’le aralarına bir metre mesafe girdiğinde, sahip oldukları değerlerin bir metre ötesine düştüklerinde bunu rahatlıkla hissedebilirler.
Başkaları ise o Cennet gibi hayatı duyup hissetmediklerinden, Cennetlerinden uzaklaştırılmanın ve kendi değerlerini yitirmiş olmanın farkına varamaz ve bunun ızdırabını duyamazlar. Onlar, bir dönemde hislerimizin, aşk u heyecanlarımızın, gözyaşlarımızın nasıl çalındığından ve bizim manevî açıdan nasıl züğürt bırakıldığımızdan da habersizdirler. Çünkü onların şahit oldukları camiler aşk ve heyecanla dolup taşan mekânlar değildir. Aynı zamanda onlar mektebin insanı nasıl Allah’a yükselten bir miraç hâline geldiğini hiç görememiş, sokağın nezahetine şahit olamamış, dolayısıyla da böyle bir hayattan mahrum kalmışlardır. Bu mahrumiyet ise onların içinde bulundukları çukuru görmelerine engel olmuştur.
Bu mahrumiyeti aşmanın ve realiteleri görmenin yolu ise idealimizdeki hayatın yaşandığı çağa gitmek ve o çağı bütün renk, desen ve şivesiyle görüp anlamaya çalışmaktır. Eğer siz Efendimiz’i çok iyi tanır, Efendimiz’den O’nun has arkadaşlarına yürür ve onların yaşadıkları zamanı bütün boyutlarıyla kavrarsanız, kendi durum ve konumunuzu doğru değerlendirebileceğiniz bir ölçüye sahip olmuş olursunuz. Esasen nasıl bir eğrilik içinde bulunduğumuzu anlamanın yolu da buradan geçer. Eğer düşünce ve hareket dünyanızın sıhhatini kontrol edebileceğiniz bir endazeniz veya bir mihenk taşınız varsa, kayma ve sapmalarınızı rahatlıkta tespit edebilir ve nasıl bir durumda bulunduğunuzun farkına varabilirsiniz.
Evet, yaşadığımız perişaniyetten kurtulmak istiyorsak öncelikli olarak devr-i risaletpenahiyi çok iyi hazmetmeliyiz. Öyle ki açlığımızı ve susuzluğumuzu onunla gidermeli, aşk u iştiyakımızı onunla kamçılamalı, Allah’a karşı alâkamızı onunla coşturmalıyız. Bunu başarabilir ve yaşadığımız çağa bu pencereden bakabilirsek yuvanın nasıl derbeder ve perişan hâle geldiğini, sokağın nasıl berbat edildiğini, eğitim müesseselerinin yüzüne bakılacak hâllerinin kalmadığını ve hatta insanların şahlanıp kanatlanacakları mekânlar olan mabetlerin bile lâl kesildiğini görebiliriz. Zira ne orada konuşanlar ciddi bir şey söylüyor ne de orada ibadet edenler ne yaptıklarının farkındalar. İşte bu hakikati gören insanlar kuyunun dışını iyi resmetmeli ve aynı zamanda içinde bulunduğumuz hâli de güzel dramatize etmeliler ki, günümüz insanlarının gözünü hakikate açabilsinler. Açsınlar ki onlar da kendi hâllerine bakıp, “Ne perişan hâldeymişiz!” diyebilsinler.
Muztarrın (Çaresiz Kalmış İnsanın) Duası
Bu başarılabilir ve insanlara nasıl bir kuyunun içinde yaşadıkları gösterilebilirse onlar da ıztırar (çaresizlik) ruh hâliyle Cenâb-ı Hakk’a teveccüh edecekler ve O’ndan yardım talebinde bulunacaklardır. Kur’ân-ı Kerim’de yer alan, أَمَّنْ يُجِيبُ الْمُضْطَرَّ إِذَا دَعَاهُ وَيَكْشِفُ السُّوءَ “Çaresiz kalıp inleyenin duasını kabul edip sıkıntılarını gideren Allah’tan başka kim olabilir?” (Neml sûresi, 27/62) âyet-i kerimesi, muztarrın duasının kuvvetle kabule karin olduğuna işaret etmektedir.
Peygamber hayatlarına bakıldığında bunun pek çok örneğini görmek mümkündür. Mesela Yunus İbn Metta (aleyhisselâm), balığın karnına düştüğünde, لَا إِلَهَ إِلَّا أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ “Senden başka ilâh yoktur. Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben kendime yazık ettim.” (Enbiyâ sûresi, 21/87) sözleriyle durumunu Allah’a arz etmiştir. O, “Balığın karnından, denizin karanlıklarından ve havanın zulmetinden beni kurtar.” demek yerine meseleyi Allah’a havale etmiştir. Kendine düşeni yapıp ıztırar hâliyle Allah’a tam teveccüh edince nur-u tevhid içinde sırr-ı ehadiyet zuhur etmiştir. Yani Cenâb-ı Hakk’ın celâlî tecellilerinin söz konusu olduğu bir yerde, Hz. Yunus’un şahsî durumuna göre O’nun cemalî tecellisi zuhur etmiştir. Arkasından kavminin arasına döndüğünde ise Kur’ân’ın ifadesiyle yüz binden ziyade insan kendisine iman etmiştir. (Sâffât sûresi, 37/147-148) Demek ki o, kavminin arasından Cenab-ı Hak’tan bir işaret gelmeden ayrıldığı için balığın karnına düşmüş olsa da bunun kefaretini tam olarak yerine getirmiş ve Allah’a gönülden yakarışta bulunmuştur.
Aynı şekilde İnsanlığın İftihar Tablosu, Mekke-i Mükerreme’den ayrılıp Medine’ye doğru yola çıktığında müşrikler de O’nu takibe koyulmuşlardı. O ise Sevr sultanlığına sığınmıştı. (O’na karşı saygısızlık olacağını düşündüğüm için sığınma ifadesini kullanmaktan da fevkalâde rahatsız oluyorum. Çünkü O, ne Sevr sultanlığına ne Hira sultanlığına ne de Medine sultanlığına sığınmaz. O, sadece Allah’a sığınır. Esasında O’nun yaptığı, iradesinin hakkını verme ve sebeplere riayet etme adına bir iz kaybettirmeden ibarettir.) O’nun burada nasıl dua ettiğini bilmiyoruz. Fakat demek ki önemli bir şey dedi ve Allah’a tam bir teveccühte bulundu ki Allah O’nu çok küçük sebeplerle müşriklerden korudu.
Hz. Yusuf’un kuyuya salınan bir iple oradan kurtulmasına veya Hz. Musa’nın asâsını vurmasıyla denizin ikiye yarılmasına da bu açıdan bakabilirsiniz. Kur’ân-ı Kerim onların duaları hakkında bir bilgi vermiyor. Fakat bu yüce nebilerin, sebeplerin bütün bütün tükendiği bir noktada, bütün benlikleriyle Allah’a yöneldiklerinde ve içten O’na yakarışta bulunduklarında şüphe yoktur. Neticede bütün bu durumlarda nur-u tevhid içinde sırr-ı ehadiyet zuhur etmiş ve bu kutlu nebiler Allah tarafından gönderilen bir kurtuluşa mazhar olmuşlardır.
Nur-u tevhid içinde sırr-ı ehadiyetin zuhur etmesi, bir şahsın konum ve durumuna veya maruz kaldığı andaki ihtiyacına göre Allah tarafından cemalî ve rahmanî tecellilerin gelmesi ve böylece muztar durumda kalan kişinin sahil-i selamete çıkması demektir. Fakat bunun gerçekleşmesi için, kişinin maruz kaldığı felâketi görmesi ve bunun karşısında çaresizliğini hissetmesi, ardından da bütün benliğiyle Allah’a yönelmesi gerekir. Dolayısıyla bu bir yönüyle iyiyle kötüyü, karanlıkla aydınlığı birbirinden ayırmaya ve ışık iştiyakıyla karanlıkta dert yanmaya bağlıdır.
Sebeplere Riayet
Maruz kalınan olumsuzlukların farkına vardıktan sonra ıztırar hâliyle Cenâb-ı Hakk’a teveccüh etmenin yanında iradenin hakkının verilmesi ve sebeplere riayet edilmesi gerekir. Çünkü bu, Cenâb-ı Hakk’ın her şeyi kuşatan iradesine, meşietine ve muhit kudretine önemli bir çağrıdır. Dolayısıyla sebepler bizi içinde bulunduğumuz felâketten kurtarmaya yeterli görünmese bile, biz irademizin hakkını verip bulunduğumuz konum itibarıyla yapmamız gerekeni yaptığımız takdirde Allah da bizim bu çırpınışlarımızı karşılıksız bırakmayacaktır.
İşte Hz. Musa’nın asasıyla denize vurması bir yönüyle neticenin meydana gelmesi adına böyle bir sebeptir. Her ne kadar bu sebeple netice arasında bir uygunluk bulunmasa da sebeplere riayet bir yönüyle Allah’ın rahmet kapısının tokmağına dokunmak gibidir. Siz bunu yaparak iradenizi ortaya koyarsanız Allah da sizi maksadınıza ulaştıracaktır.
Biz Yunus İbn Metta’ın sebepleri yerine getirme adına balığın karnında ne yaptığını bilemiyoruz. Fakat balığın midesine birkaç yumruk indirmiş ve balık da rahatsız olup onu sahile atmış olabilir. Aynı şekilde ne Kur’ân’da ne de Sünnet’te Hz. Yusuf’un sebeplere tevessül adına ne yaptığına dair de bir malumat yoktur. Fakat o da kuyuya salınan kovayı görünce hemen dışarıdakilere seslenmiş veya kovaya tutunmuş olabilir.
Sebeplere tevessül adına bir başka misal de Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatından verelim. Bilindiği üzere O, Medine-yi Münevvere’ye hicret ettiğinde orada Müslüman nüfusundan daha fazla başkaları vardı. Bazıları, Efendimiz’in misyonuna ve Allah’la münasebetine inanmadıklarından dolayı durmadan O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı türlü türlü komplolar hazırlıyorlardı. Bu durumun farkında olan İnsanlığın İftihar Tablosu muhtemel bir suikast girişimine karşı tedbir alma adına bir seferinde, “Keşke birisi kapıda nöbet tutsa da ben de rahat uyusam.” diyecektir. O tam böyle düşünürken halazadesi Zübeyr İbn Avvam kılıcını kuşanmış hâlde kapıda belirmiş ve O’na perdedarlık yapmak istediğini söylemiştir. Ardından da “uyûn-u sâhire”den (uyanık gözler) biri olarak sabaha kadar göz kırpmadan O’nun kapısında nöbet tutmuştur. Efendimiz’in bu tavrı, bir taraftan O’nun ıztırar hâlini ortaya koyarken diğer yandan da sebeplere nasıl riayet ettiğini göstermektedir.
Hâsılı, maruz kaldığımız problemlerin çözümü adına, bir kere en başta hem teker teker hem de toplum olarak ışık ve karanlığı, iyi ve kötüyü birbirinden tefrik edebilmemiz, arkasından da ızdırapla kıvranmamız gerekir. Zira beli bükülmüş İslâm dünyasının yeniden belini nasıl doğrultacağını düşünürken beynini zonklatan ve ızdırapla inim inim inleyen bir insanın bu hâli, ellerini açıp sabahlara kadar yalvarma kadar önemli bir duadır. Ondan sonra ise maruz kalınan durumdan sıyrılma yolları araştırılmalı ve bu istikamette bütün vesilelere başvurulmalıdır. Zira sebepleri yaratan Allah’tır ve bu, O’na karşı saygılı olmanın bir gereğidir.