Kâbe’nin Tamiri
Cahiliye insanı, âdeta fitnenin çocuğuydu. Sanki onların bütün vazifeleri ve yaratılış gayeleri fitne çıkarmaktı. Üçü bir araya gelse, muhakkak orada bir fitne tutuştururlardı. İşte bu insanları bir araya getirip, onlardan bütün medeniyetlere üstadlık yapacak çapta insanlar yetiştirmek, sadece Allah Resûlü’ne has bir mucizeydi ve bütün bunları o sema buudlu fetanetiyle yapıyordu.
Kâbe’nin tamiri, Efendimiz’in nübüvvetine tekaddüm eden yıllardan birine rastlar. Kâbe tamir edilmiş ve Hacerü’l-Esved’in yerleştirilmesi, kabileler arasında inşikak ve ayrılığa sebep olmuştu. Herkes bu şerefin kendisine ait olmasını istiyordu. O sırada Allah Resûlü henüz risalet vazifesiyle serfiraz kılınmış değildi. Bununla beraber bu vazife henüz çimlenip meyve vermese de O’nun ruhunda bir nüve hâlinde vardı. Ancak bir bahar bekleniyordu ki, bu tohum neşv ü nema bulsun.
Tam o arada, kılıçlar kınından sıyrılmış, oklar sadaktan alınarak yaylarına yerleştirilmiş bir kavga arefesi yaşanıyordu. Eğer çare bulunmazsa, kim bilir kaç sene sürecek, nice can ve mal kaybına sebep olacak bir iç savaşla burun buruna gelinmişti. İçlerinden biri, her nasılsa bir teklifte bulundu: “Kâbe’nin şu kapısından ilk giren insanı hakem tayin edelim ve o ne derse rıza gösterelim.” dedi. Bu teklif, orada bulunanlarca kabul edildi. Herkes merakla bakıyordu ki ilk görünen insan, Hz. Muhammed Mustafa oldu. “el-Emîn geliyor.” dediler ve durumu O’na naklettiler. Allah Resûlü, hiç düşünmedi bile. Hemen “Büyükçe bir bez getirin.” dedi, getirildi. Hacerü’l-Esved, bu bezin ortasına kondu. Bütün kabilelerin ileri gelenleri, bezin bir ucundan tutup konulacak yere kadar götürdüler. Allah Resûlü de orada taşı bizzat kendisi alıp yerine yerleştirdi.[1]
Ve böylece, büyük bir iç harp önlenmiş oldu. Hiç düşünmeden, tereyağından kıl çeker gibi, bu kadar muğlak ve büyütülerek hâdise hâline getirilmiş bir meseleyi, kendisine daha teklif edilir edilmez, yapacağı icraatı düşünmeden ve en süratli bir intikalle halletmesi, acaba peygamber mantığından başka ne ile izah edilebilir? Daha peygamber değildir ki, vahiyle izah edilsin. Ancak peygamberlik gibi büyük bir hamûleyi yüklenebilecek, ısmarlama bir mantık ve peygamberlere has bir fetanettir ki, rahatlıkla bu işin altından kalkabilmiştir. Evet, O’nda mantık üstü bir mantık, muhakeme üstü bir muhakeme ve idrak üstü bir idrak vardı.. aslında Kur’ân’ı yüklenecek bir insan için de bu şarttı…
Muhatabını İyi Tanıması
Husayn, Allah Resûlü’nün huzuruna gelir. Niyeti O’na akıl vermektir. Allah Resûlü’nü ikna edecek ve O’nu davasından vazgeçirecektir. İki Cihan Serveri, muhatabını tanımada ve O’nun seviyesini tespitte mucizevî bir yapıya sahiptir. Hiç düşünmediği hâlde, muhatabına öyle kelimelerle hitap eder ki, siz, o kelimelerden bazılarının yerini değiştirseniz veya o karakterde olmayan bir insana, aynı ifadelerle hitapta bulunsanız, her şeyi karıştırır ve kat’iyen hedefe ulaşamazsınız. Hem kelimeleri seçmede, hem de muhatabın seviye ve durumunu tespitte Allah Resûlü, yektâdır. O’na benzeyen ikinci bir şahıs bulmak da mümkün değildir. Kiminle, nerede ve nasıl konuşulacağını öyle bir süratle tayin eder ki, bir an dahi düşünmez ve ne konuştuysa, neticede, konuşulanların bütününün, konuşulması zarurî olan kelimeler olduğu anlaşılır. O’nun hiçbir konuşmasında isabetsizlik görülmediği gibi, lüzumsuzluk da yoktur. Her sözünü kelime kelime tetkik edin, cümleleri içinde bir tek fazlaya rastlayamazsınız. Bu fetanet değilse ya nedir? Husayn’ı işte bu fetanet, bakın nasıl eritmiştir:
Husayn, sözünü ve diyeceklerini bitirince, Allah Resûlü, edebinden ve nezahetinden hiçbir şey eksiltmeyen, edep ve nezahet yüklü bir ifadeyle sorar:
– Yâ Husayn, sen kaç ilâha kulluk yapıyorsun?
– Yedi tane yerde, bir de gökte olmak üzere sekiz ilâha kulluk yapıyorum.
Gökte dediği, sinelerden bir türlü silemedikleri Allah’tır. Allah düşüncesi vicdanlarda kök salmış öyle bir inanç ve düşüncedir ki, upuzun cahiliye dahi onu silip götürememiştir. Vicdan yalan söylemez. Yeter ki dil, o vicdanın sesine tam ve doğru bir şekilde tercümanlık yapabilsin. Allah Resûlü’nün soruları, Husayn’ın bu sorulara verdiği cevaplarla devam ediyor:
– Sana bir zarar isabet ettiğinde kime yalvarır-yakarırsın?
– Göktekine.
– Malın helâk olduğunda kime yalvarırsın?
– Göktekine.
Allah Resûlü, sorularını böylece sıralıyor ve aldığı cevap hep aynı oluyor. O, ne sorsa Husayn hep “Göktekine” diyor. Husayn, bütün bunların arkasından gelecek cümleden habersizdir. Allah Resûlü ise, son olarak ona şunu söylüyor:
– O, senin dualarına tek başına icabet ediyor, sense O’na hiç gereği yokken ortak koşuyorsun! Ya benim dediğim nedir? İslâm ol kurtul![2]
Esasen şu konuşmada, bütün cümleler çok sadedir. Ancak muhatabın durumu ve düşünce seviyesi öyle tespit edilmiştir ki, Husayn’ın bu sözlerin sonunda diyecek bir şeyi kalmamıştır. Evet, Allah Resûlü’nün son ifadesinden sonra, muhatabına kalan tek bir cümle vardır, o da لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ “Lâ ilâhe illallah Muhammedun Resûlullah” cümlesidir. Yani muhatap, ya bu cümleyi söyleyip ebedî kurtuluşa erecektir, ya da temerrüdünde devam edip tek kelime dahi söyleyemeden çekip gidecektir. Başka bir tercih mümkün değildir.
Muhataba Göre Konuşma
Bedevi, çölde yaşayan insandır. Çok defa devesini yitirir, eşyasını bir yerde unutur veya bir kum fırtınasına tutulur, sonra da feryat ve figan etmeye başlar. Böyle bir insanın ruh hâlini düşünün. Bu insan sıkışıp darda kalınca ne diyecektir? Herhâlde, Hz. Hamza’nın bir gün gelip Allah Resûlü’ne dediklerinden başka bir şey demeyecektir..! Hz. Hamza, hidayete ereceği zaman Allah Resûlü’ne şöyle demişti: “Yâ Muhammed! Çölde, gecenin koyu karanlığını yaşadığımda anladım ki, Allah, dört duvar arasına sıkıştırılamayacak kadar büyüktür.”
Evet, Lât’ın, Uzzâ’nın, Hübel’in işe yaramadığını gören hemen herkes aynı şeyi söylüyordu. Çünkü onların derûnunda bu hakikati haykıran vicdandı ve vicdan doğru söylüyordu. İşte Allah Resûlü’nün huzuruna ruh hâletleri bu merkezde niceleri gelmiş, bedevice sordukları sorulara, kendi ruh dünyalarına uygun en güzel cevapları bulup hidayete ermiş ve gökteki yıldızlardan biri oluvermiştir.
Ahmed b. Hanbel, Ebû Temime’den (radıyallâhu anh), o da bir başka sahabiden rivayet ediyor: Bir gün Efendimiz’in huzurunda oturuyorduk. Huzura bir bedevi geldi. Doğrudan Allah Resûlü’ne hitapla: “Sen Muhammed misin?” dedi. Allah Resûlü, gayet mülayim bir ifadeyle: “Evet, ben Muhammed’im.”
– Hangi şeye davet ediyorsun?
– Azîz ve Celîl olan Allah’a davet ediyorum. Ama sadece O’na. Yanında başka şeyleri şerik koşmadan bir ve tek olan Allah’a. O, öyle bir Allah’tır ki, senin başına bir zarar gelse, O’na yalvarırsın.. ve senden bu zararı O giderir. Kıtlık ve belâ zamanında O’na dua edersin sadece.. yağmuru O gönderir ve otları O bitirir. Sen, uçsuz bucaksız çölde, herhangi bir şeyini kaybettiğinde O’na el açar, yakarırsın ve kaybettiğin şeyi, sana O buldurur.”
Bedeviye söylenen bu sözler ne harikadır! Nasıl bütün cümleler, onun can damarı olan hususlarla alâkalıdır! Kıtlık, belâ, musibet ve çöl ortasında çekilen sefalet ne demektir.? Bunu çok iyi bilen bedeviye, bütün bu hâl ve durumlarda tek melce ve mence olacak bir Kudreti Sonsuz’dan bahsediliyor. Esasen, onun vicdanından yükselen de aynı mânâlardır. Fakat bedevi, henüz bu sesin mânâsını kavrayabilmiş değildir. Ama sanki Allah Resûlü bu ifadelerle, sadece onun içinde yükselen bu sesin mânâsını ona talim edip öğretiyordu. Söylenen sözler bedeviye o kadar tesir edip onu öyle kıskıvrak yakalamıştır ki, bedevinin, Allah Resulü’ne teslim olup İslâm’a girmekten başka çaresi kalmamıştır. Kalmamış ve biat edip sahabi olma şerefine ermiştir.[3] Konuşulan şeyler, çok sadedir. Üslûpta öyle belâgat ve fesahat oyunları yapılmamıştır. Fakat şu bir gerçektir ki, hâlin iktiza ettiği duruma tam mutabık hareket edilmiş ve bedevi dize gelmiştir…
Zaten taş yürekli insanlardan, melekler gibi bir millet hâsıl etmek, yeryüzünde Hz. Muhammed Aleyhisselâm’dan başka kime nasip olmuştur ki? O, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine bahşettiği dinamikleri öyle yerinde ve ustaca kullanmıştır ki, meydana getirdiği inkılâp, hâlâ tarihçilerin ve sosyologların anlayamadıkları bir muammadır. Allah Resûlü’nün içtimaî hayat deryasına fırlatıp attığı cevherlerden meydana gelen dalgalar, gelip ta yirminci asrın sahiline kadar uzanmış ve asrımızın sahillerini dahi tesiri altına almıştır.. ve bu işin kıyamete kadar devam edeceğinde de şüphe yoktur.
Bugün dünyanın her yanında, akın akın İslâm’a dehaletler olmaktadır. Bu, içtimaî hayat deryasına Allah Resûlü’nün attığı cevherlerin meydana getirdiği o büyük dalgalanmaların, asrımızın sahiline vurmasından başka bir şey değildir. Zaten tesir gücü asırlar süren bu kudsî cazibe başka kime ait olabilir ki? Hz. Muhammed Aleyhisselâm’dan başka böyle bir cazibeye sahip olan ikinci bir şahıs var mıdır ki onun olsun. Asla ve kat’a. O ki, ferîd-i kevn ü zamandır.. her şey O’nun yüzü suyu hürmetinedir.
Huneyn’de Muhacir ve Ensar’a Hitabı
Nebiler Sultanı, nasıl en zor problemleri gayet kolaylıkla çözüyor ve halledilmez gibi görünen meseleleri rahatlıkla ve fevkalâde süratli bir şekilde hallediyordu; aynen öyle de, nice en dirayetli insanları tereddüde, hatta paniğe sevk edecek ani ve beklenmedik hâdiseler karşısında O, her zamanki vaziyet ve soğukkanlılığından hiçbir şey kaybetmeden süratle harekete geçer, bir hamlede o problemi, o kargaşayı halleder ve duruma hâkim olurdu. Yaptığı her hareket, attığı her adım, söylediği her cümle ve her kelime tetkik edildiğinde de görülecektir ki, O’nun her hareketi, her adımı ve sözlerinin her kelimesi, hassas bir mizan ve ölçü içinde planlanmış ve zamanlama, saniye ve âşirelerine kadar gayet hassas bir ustalıkla ayarlanmıştır. Eğer bir saniyelik bir gecikme söz konusu olsa veya söylenen sözlerden bir tek cümle ihmale uğrasaydı, bu derece muvaffakiyet gerçekleşemezdi. Hâlbuki Allah Resûlü, bu hareketini ölçüp tartmamış ve uzun boylu düşünmeye bile fırsat bulamamıştır. Öyleyse bu gibi vak’aları, O’nun fetanet-i a’zam sahibi olmasından başka ne ile izah edeceksiniz.?
Evet, O bir peygamberdi ve mantığı da peygamber mantığıydı. Peygamber olarak düşünüyor ve peygamber olarak hareket ediyordu ki, hiçbir teşebbüsünde falso görülmüyordu. Falso şöyle dursun muvaffakiyetleri hep zirvedeydi. Yani bir başkasının, O’nun ulaştığı yere ulaşması mümkün değildi. Bu hususla alâkalı yüzlerce hâdise ve vak’a vardır. Ama, biz, içlerinden en önemli gördüğümüz birini nakledeceğiz:
Hâdise, Huneyn Muharebesi’nden sonra cereyan etmektedir. İbn İshak naklediyor; aynı nakli Buhârî ve Müslim’de de görüyoruz:
Huneyn Harbi, Mekke fethinden sonra olmuştur. Burada elde edilen ganimetleri Allah Resûlü, daha ziyade gönüllerini İslâm’a ısındırmak istediği insanlara vermiştir. Bunların çoğu, kavim ve kabileler arasında söz sahibi dedikleri dinlenen insanlardır. Mekke’nin fethinden sonra, böyle insanların gönüllerinin tam oturaklaşmasında, fetihlerin devamlılığı açısından da zaruret vardır. Zira bunların birçoğu, istemeyerek Müslüman olmuştur. Zamanla içlerindeki buzlar eritilmezse bunlar, küfür cephesinde bulundukları zamandan daha tehlikeli olabilirler. Evet işin burasında dahi Allah Resûlü’nün fetaneti açıkça görülmektedir.
O gün, dağıtılması gereken 6000 esir bulunuyordu. Alınan develerin sayısı 24.000; koyun ve keçilerin sayısı ise 40.000’di. Ayrıca 4.000 okka ağırlığında da altın ve gümüş vardı. Bunlar dağıtılırken Allah Resûlü, daha ziyade Mekkelileri gözetir gibi davranmış, ganimetlerin çoğunu onlar arasında dağıtmış, bazı şahıslara hususiyet arz edecek şekilde paylar vermişti. Bunlar, biraz evvel de söylediğimiz gibi kalblerinin İslâm’a ısındırılmasında büyük fayda ve zaruret olan insanlardı. Meselâ, Ebû Süfyan ve ailesine 300 deve, 120 okka da gümüş; Hakîm b. Hizâm’a 200 deve; Nadr b. Hâris’e 100 deve; Kays b. Adiyy’e 100 deve; Safvan b. Ümeyye’ye 100 deve; Huvaytıb b. Abdiluzza’ya 100 deve; Akra’ b. Hâbis’e 100 deve, Uyeyne b. Hısn’a 100 deve ve Mâlik b. Avf’a da yine 100 deve verilmişti. Bunların dışında bazı ileri gelenlere de, durumlarına göre ellişer, kırkar deve dağıtılmıştı.[4]
Verilen, deveydi, altındı, gümüştü; fakat korunmak istenen, dindi ve fertlerin gönüllerinin İslâm’a ısındırılmasıydı. Zira Mekke fethi, çok kısa bir zaman önce gerçekleşmiş ve Mekkelilerin bazılarında bir burukluk hâsıl olmuştu. En azından herkesin az da olsa onuru, gururu kırılmıştı. Mekkeli’nin onuru ise, onların nazarında her şey idi. Cenâb-ı Hakk’ın verdiği bu fırsat, Allah Resûlü’nce en güzel şekilde değerlendirilmiş ve muhtemel yaralar böylece sarılmıştı. Ancak bu taksim, ensardan bilhassa gençleri biraz rahatsız etmişti. Hatta bazıları; “Daha onların kanı kılıçlarımızdan damlıyor, hâlbuki en fazla payı da onlar alıyor.” demişlerdi. Bu ise bir fitne başlangıcıydı. Söyleyen insanların az olması mühim değildi. Eğer bu fitne durdurulamazsa, önü alınamaz bir yangın hâline gelebilirdi. Kaldı ki, Allah Resûlü’ne karşı yapılacak en küçük bir itiraz, insanı dinden-imandan eder ve ebedî hasarete uğratır. Bu ise, birinci fitneden daha büyük bir musibettir.
Sa’d b. Ubâde, bu durumu derhal Allah Resûlü’ne bildirdi. Gerçi söyleyenler hep gençlerdi; yaşlılardan hiçbirinin aklından böyle bir şey geçmemişti; ancak bu fitnenin önü alınmazsa iş büyüyebilirdi.
Allah Resûlü, hemen ensarın bir yerde toplanmasını ve aralarına başka kimsenin de alınmamasını emretti. Ensar toplandı ve Allah Resûlü, onlara şu hutbeyi irad buyurdu:
“Ey ensar topluluğu! Duydum ki, gönlünüzde bana karşı bir kırgınlık hâsıl olmuş…”
Böyle bir hitap, kitle psikolojisi açısından müthiş bir başlangıçtı. Çünkü hiç beklemedikleri, çoğunun da toplanma sebeplerinin ne olduğundan habersiz olduğu bir topluma, ilk defa böyle bir sözün söylenmesi, aniden vurulan tokat gibi, herkesi kendine getirici mahiyette idi ve getirdi de.
Sahabe, zaten Allah Resûlü’ne itiraz edemezdi. En fazla, kalblerinde bir burukluk hâsıl olabilirdi ki, bu da peygamberâne bir tedbirle her zaman giderilebilirdi.. ve giderilebileceği hemen hemen bu ilk söz hevengiyle belirmeye başlamıştı bile. Evet, Allah Resûlü’nün bu ilk cümlesi, kalblerinde burkuntu olanlara müthiş bir tesir icra etmişti. Derhal herkeste bir toparlanma oldu ve gözler Resûlullah’a yöneldi. Bundan sonra söylenecek sözler muhakkak çok mühimdi. Herkes dikkat kesilmiş, söylenecekleri merakla bekliyordu. Allah Resûlü’nün bu ilk taarruzu, istenen faydayı temin etmişti ama, üst üste birkaç hamle daha yapması gerekmekteydi. Eğer yaptığı hamlelerde isabet kaydetmezse, bu hamleler faydadan çok zarar getirebilir ve istenenin aksi bir durum ortaya çıkabilirdi. Bu itibarla buradaki ölçü çok mühimdi. İşte Allah Resûlü’nün söz adına hamleleri:
“Ben geldiğimde, siz dalâlet içinde değil miydiniz? Allah, benimle sizi hidayete erdirmedi mi?”
“Ben geldiğimde, siz fakr u zaruret içinde kıvranmıyor muydunuz? Allah, benim vesilemle sizi zenginleştirmedi mi?”
“Ben geldiğimde siz, birbirinizle düşman değil miydiniz? Allah, benimle sizin kalblerinizi telif etmedi mi?”
Efendimiz, her cümle ve soruyu bitirdikçe ensardan topluca şu ses yükseliyordu: “Evet, evet, minnet Allah’a ve Resûlü’nedir.!”
Efendimiz, tam zamanında ve yerinde sözün mecrasını çevirdi. Hislerin galeyana geldiği şu hengâmda, derhal ensar namına da yine kendisi konuştu. Onların diyebileceği, en kötü ihtimalle şu sözler olabilirdi ve işte o sözleri Allah Resûlü söylüyordu. Zaten bir Müslüman, kendi peygamberine karşı bu şekilde hitap etmiş olsaydı mahvolur giderdi. İki Cihan Serveri devam etti:
“Ey ensar topluluğu! Dileseydiniz, bana başka türlü de cevap verebilirdiniz. Meselâ şöyle diyebilirdiniz: Mekke’den bize tekzip edilmiş olarak geldin ve biz sana inandık; terk edilmiş olarak geldin, biz sana sahip çıktık; yurdundan kovulmuş olarak geldin, biz sana yuvalarımızı açtık; muhtaç olarak geldin, biz senin bütün ihtiyaçlarını karşıladık! Bana bu şekilde cevap vermiş olsaydınız, doğru söylemiş olacaktınız. Sizi yalanlayan da olmayacaktı.
Ey ensar topluluğu! Müslüman olmalarını istediğim bazı kişilere bir miktar dünyalık verdiğim için kalben gücendi iseniz; herkes evine deveyle, koyunla dönerken, siz evlerinize Resûlullah’la dönmek istemez misiniz? Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, insanların hepsi bir vadiye, ensar da başka bir vadiye gitse, ben hiç tereddüt etmeden ensarın gittiği tarafa giderim. Eğer hicret meselesi olmasaydı, ben ensardan biri olmayı ne kadar arzu ederdim. Ey Allahım! Ensarı, çocuklarını ve torunlarını Sen koru!”
Bu sözler karşısında ağlamayan tek fert kalmamıştı. Herkes, hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve güçleri yettiği kadar da “Allah ve Resûlü bize yeter. Biz başka şey istemiyoruz.” diye mırıldanıyorlardı.[5]
Allah Resûlü’nün şu kısa ve özlü konuşması, muhtemel bir fitneyi anında bastırması ve dinleyenlerin kalbini bir kat daha kazanması, öyle müthiş bir hâdisedir ki, bunu izah etmek için zannediyorum “fetanet” kelimesine sığınmaktan başka çare yoktur…
Cümleleri teker teker tahlil edin… İşin zamanlamasını hesaba katın… İlk başlangıç cümlesiyle, beş on satır sonraki bitiş cümlesi arasında sahabenin ruhunda katedilen mesafeyi ölçün.. sonra, bunların hiç düşünülmeden, hiç hesap edilmeden, anında ve irticalî söylenmesini de, yukarıdaki hususlara ekleyin ve vicdanınıza, böyle bir söz sultanının kim olacağını soruverin. Herhâlde alacağınız cevap مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ “Muhammedün Resûlullah” olacaktır. Esasen, vicdanı tefessüh etmemiş her insan aynı cevabı kendi vicdanında duyabilir. Yeter ki temerrüt ve inhisar-ı fikri terk edip, hâdiseleri daha objektif olarak tahlil edebilsin…
Biz şimdi bu kısa konuşmanın bir tahlilini yapıp meselenin tafsilatını, ileride gelecek tali’li psikolog ve sosyologlara bırakalım.. evet bırakalım, hâdiseyi kendi açılarından izah ve tahlil etsinler ve Efendimiz’in fetanetini anlamada, insanımıza bir idrak buudu daha kazandırsınlar…
Evvelâ: Bu konuşma, tamamen ensar topluluğuna yapılmıştır. Zira, Mekkelilerin ve muhacirlerin, böyle bir konuşmaya sebebiyet verecek düşünce ve davranışları olmamıştı. Dolayısıyla böyle bir konuşma, ilk anda onlar tarafından dikkatle benimsenecek bir konuşma değildi. Bu itibarla, dinleyenler arasında onların bulunması, ensar topluluğunda olması gereken konsantreyi menfî yönden etkileyecekti. Bu da o esnadaki hitabet açısından çok mühim bir husustu.
İkincisi: Sadece ensarın bir araya toplanması, onları onore etmiş, Efendimiz’le bir arada olma ve başkalarının bu toplantıya alınmaması, onlarda psikolojik yönden müsbet mânâda ciddî bir tesir meydana getirmişti.
Üçüncüsü: Konuşulan hususlar arasında Mekkelileri ve muhacirleri rencide edebilecek bölümler olabilirdi. Meselâ: “İnsanlar davarlarıyla, develeriyle evlerine dönerken” ifadesi bunlardan biri sayılabilir.
Dördüncüsü: Sözün sonunda ensar methedilmekte ve onlar için dua yapılmaktadır. Yurt ve yuvasını terk ederek hicret eden muhacirîne, böyle bir ayrım yapılması ağır gelebilirdi.
Beşincisi: Bu konuşmanın Arapça orijinali, belâgat ve fesahat açısından da harikulâdedir.
Altıncısı: İfadelerin başında, dinleyenleri sarsıp daha sonra onları iyice yumuşatması; onlar hesabına konuşmakla da onları sadece dinleyici durumunda bırakması, baş döndürücü bir tespittir.
Yedincisi: İdare-i kelâm edilmeyip, bütün söylenenlerin azamî ihlâs ve samimiyet içinde söylenmesi, dinleyenlerde başka bir şey demeye mecal bırakmamıştı ki, bu da neticenin istihsali bakımından çok önemliydi.
Sekizincisi: Söylenen sözlerin, hiç düşünülmeden ve irticalî olarak ifade edilmesi de sözün tesirine apayrı bir buud kazandırıyordu.
Bunlar ve daha akla gelebilecek birçok husus gösteriyor ki, Allah Resûlü kendi hevasıyla değil, aksine O, kendisine bahşedilen fetanetin vahiy ve ilham yüklü mânâlarıyla söz söylüyor ve problem çözüyordu.
[1] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 2/18-19; Taberî, Tarihu’l-ümem ve’l-mülûk, 1/526.
[2] İbn Hacer, el-İsâbe, 2/87.
[3] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/65. (Hadis, küçük farklarla Ebû Dâvûd, libâs 25’te de yer almaktadır.)
[4] İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, 2/152-153.
[5] Buhârî, menâkıbü’l-ensâr 1-2; megâzî 56; Müslim, zekât 132-140; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/76-77; İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 5/169-177; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 4/355-360.