363
İnsan bu dünyaya ilim öğrenerek kemale ermek için gönderilmiştir.
(23. söz’den)
İnsanın en fazla muhtaç olduğu şey öncelikle ruhunun aydınlanmasıdır. Fiziki ışıklar insan ruhunu hakiki manada tatmin edemez. Nefsin ve şeytanın karartmaya çalıştığı ruhlarımızı nurla buluşturmak, elbette kalbimizin iman panjurlarını açmamız ya da iman düğmesine basmamızla mümkün olabilir.
“Alim-i mürşid koyun olmalı kuş olmamalı” der Üstad Hazretleri. Çünkü, kuş yavrusunu kay denen sindirilmemiş besinlerle beslerken; koyunun kendisi acı ve dikenli otlarla beslendiği halde kuzularını mis gibi sütle besler. Gerçek bir alim ve mürşid olan Üstad Hazretleri de Kur’andan aldığı feyizle, alemdeki hakikatleri ruhunda değişik merhalelerden geçirerek bizim algı ve idrak seviyemize uygun Risale-i Nur Külliyatını derç etmiştir. Üstad Hazretleri, bir çok mütefekkir din adamının yolda kaldığı iman rükünlerini -haşir, kader vb- zor mu zor meseleleri ihsan-i ilahi olarak halletmiştir. Hem vehbi hem de kesbi ilmiyle tam bir ilim okyanusu halini almıştır. Bize düşen bu okyanustan kabımız kadar faydalanmaktır.
Bir önceki yazıda; Üstadımız Bediüzzaman Hazretlerinin (ra) Sözler adlı eserinin 33. Sözünde insana düşünüp Allah’a olan imanını ziyadeleştirmesi için manevi otuz üç pencere açtığından bahsetmiştik. Şimdi önce orijinal metnini verelim ardından da bunu birlikte örneklerle süsleyelim.
Birinci Pencere*
“Bilmüşahede görüyoruz ki, bütün eşya, hususan zîhayat olanların pek çok muhtelif hâcâtı ve pek çok mütenevvi metâlibi vardır. O matlapları, o hâcetleri, ummadığı ve bilmediği ve eli yetişmediği yerden, münasip ve lâyık bir vakitte onlara veriliyor, imdada yetiştiriliyor. Halbuki, o hadsiz maksudların en küçüğüne, o muhtaçların kudreti yetişmez, elleri ulaşmaz.
Sen kendine bak: Zâhirî ve bâtınî hasselerin ve onların levazımatı gibi, elin yetişmediği ne kadar eşyaya muhtaçsın. Bütün zihayatları kendine kıyas et. İşte, bütün onlar, birer birer vücub-u Vâcibe şehadet ve vahdetine işaret ettikleri gibi, heyet-i mecmuasıyla, güneşin ziyası güneşi gösterdiği gibi, o hal ve bu keyfiyet, perde-i gayb arkasında bir Vâcibü’l-Vücudu, bir Vâhid-i Ehadi, hem gayet Kerîm, Rahîm, Mürebbî, Müdebbir ünvanları içinde akla gösterir.
Şimdi, ey münkir-i cahil ve ey fâsık-ı gafil! Bu faaliyet-i hakîmâneyi, basîrâneyi, rahîmâneyi neyle izah edebilirsin? Sağır tabiatla mı, kör kuvvetle mi, sersem tesadüfle mi, âciz, câmid esbabla mı izah edebilirsin?”
(RNK, Sözler 33. Söz)
Aleme şöyle bir göz gezdirdiğimizde, varlık aleminde yer bulan, özellikle kendisine hayat bahşedilmiş varlığın ne kadar çok ihtiyacı ve isteği olduğu ayan beyan görülür. Hayat, zaten tek başına bile perdesiz olarak Allah’ın (cc) varlığının en büyük delillerindendir. Hayat gibi hayatın devamı da böyledir. Bir aracın yapımı elbette önemlidir. Aracın hareketi için zorunlu enerji ya da yakıt olmazsa araç hareket edemez. Hayatın devamı için her bir hayat sahibinin kendisine mahsus ihtiyacı vardır. Mesela atı et ile aslanı ot ile besleyemeyiz. Bitkiyi ışıktan, havadan, belli bir sıcaklık ortamından, sudan ya da mineralden yoksun bırakırsak o bitkinin kuruması mukadderdir. En basit hayat tabakasında olan bir bitkinin hayatının devamı için bile bu denli ihtiyacı varsa, diğer ruh sahibi milyonlarca farklı hayvan türünün ihtiyaçlarını varıp siz düşünün. En aciz hayat tabakasını işgal eden nebatatın yukarda saydığımız tüm ihtiyaçları ayağına kadar getiriliyor. Nasıl mı? Güneş milyonlarca kilometre uzaktan hem ısı hem de ışığı ile, semadaki bulutlar binlerce kilometre uzaktan yeryüzüne bıraktığı yağmurla imdadına yetişiyor. Toprak; bitkinin Işığı kullanabilmesi için için zorunlu olan ve yaprağa yeşil rengini veren klorofilin üretimi için zorunlu olan başta magnezyum olmak üzere diğer tüm minerallerle imdadına koşar.
Aslında yardıma koşan ne bulut ne güneş ne de topraktır; onların hepsi Rabbimizin (cc) görevli memurlarıdır.
Bir elma kurdunun yaşam döngüsünde, larvasından çıkıp elmanın içinde yaşamına zemin hazırlayan güç ne büyüktür. Toprağın altında açtığı oyuklarla kendisine habitat (ideal yaşam ortamı) bulan binlerce çeşit omurgasız ve omurgalı canlı türünün her birine has elbise dikilmesi, tabiattaki besin zinciriyle gıdalar takdim edilmesi ne muhteşem bir güç ve kudret göstergesidir. Bir etçil kartala pençeyi ve kavisli gagayı; bir serçeye danelerle beslenmesi için özel kısa düz gagayı ve bir pelikana balığı rahatça yutabilmesi için özel dizayn edilmiş gagayı bahşetmesi ne muhteşemdir. Cenab-ı Hak meleküt alemindeki her ruha uygun olarak şehadet aleminde bir vücut elbisesi bahşetmiştir. Kaplumbağanın zırhlı elbisesinden tutun, kedinin postlu libasına, ondan balıkların pullarla bezenip yüzgeçleriyle hareket etmesine kadar her tür hayvanatın farklı uzuvlarla yaşamlarını kolaylaştırmasını sağlayan irade ne büyüktür.
Sen kendine bak! Diyor Üstad Hazretleri.
Haydi geçmişe ana rahmimdeki yaşam dönemimizi hatırlayalım:
Bir bebek fetüsü, ana rahmine düştükten belli bir süre sonra annesinin uterus (döl yatağı) çeperiyle kurduğu plasentadan beslenir. Plasentadaki özel kan damarları fetüsü tıpkı annenin bir organı gibi besler. Anne akciğeriyle bebeğe oksijen pompalanırken, zehirli gazları anne akciğeri aracılığıyla uzaklaştırır. Vücutta kaldığı zaman bebeği ölüme götürecek amonyak, üre vb azotlu atıklar ise annenin boşaltım sistemiyle uzaklaştırır. Adeta anne bebeğin hizmetine daha doğmadan başlar. Tablacı gibidir anneler. Rabbinin ihsan ettiği nimetleri anneler, henüz yavrusuna hamile iken yavrusuna aktarmaya başlar. Fetüs halindeki henüz doğmamış haldeki bebek, tüm aczi ve fakrıyla büyük bir kuvvet kazanıp adeta anasını kendine hizmetkar eder. Süngerimsi bir ortamda dokuz ay gününü gün eder. Tam doğmaya yakın annedeki süt depoları adeta taşarcasına sahibini bekler. Hele ilk ikram edilen süt, bebeğin dünyadaki hem ilk gıdası hem de ilk aşısı gibidir. Annesinden emdiği ilk süt antiseptik özelliğe sahip doğal bir dezenfektan gibidir. Ayrıca, ilk bağışıklık ve vücut direncini artıran harika bir koruyucudur. Katı besin yiyemeyen henüz dişi dişi çıkmayan bir bebek için her şeyi ile mükemmel halde özel kıvamdaki sütü, bebekten habersiz, bebeğin tam doğduğu tarihe hazırlayan da kimdir? Sorusuna akıl ve vicdan sahipleri ancak “Allah (cc)” diyebilir. Bunu kör tesadüfe, sağır tabiata mal etmek için vicdanın tefessüh etmesi ve mazallah tam bir kör ve cahil inkarcı olmak gerekir.
Hayatımız boyunca, aldığımız her bir nefes kadar verdiğimiz nefes de çok mühimdir. Nefese alamasak da vücuttaki zararlı gazları atmasak da ölürüz. Böylece Rabbimiz bizlere bir nefeste iki hayat bahşeder. Şimdi akciğer gibi bir organı bir hücrenin (zigotun) mitoz bölünmeleri sonucu oluşumunu sağlayan merhamet-i sonsuz olan Rabbimiz (cc) değil de ya kimdir?
Bir çift akciğerin içindeki görev birimi olan alveollerin toplam yüzeyi, yaklaşık yetmiş metre kare olduğunu gören bir çift göz, bu sanatın arkasındaki sanatkarı göremiyorsa, insanlıktan istifa etmiş acınası bir zavallıdır.
Seksen senede seksen bahar gören gözleri, dallarında tebessüm eden çeşit çeşit meyveleri sebzeleri gördüğü halde o nimetleri bahşedeni düşünüp bulması gerekmez mi?
Seksen yıllık ömründe günde iki-üç kez sofralar dolusu önüne serilen yediği ve içtiği sayısız çeşit nimetleri, kendisine ikram eden merhamet sahibine ibadet ve dua ile teşekkür etmesi gerekmez mi?
“Ulul elbab” yani saf akıl sahibi olmak; nimetin arkasındaki mün’imi görebilmek ve ona şükretmeyi ve Allaha (cc) saygıyı gerektirir.
“ Ben insanları ve cinleri yalnızca bana kulluk yapmaları için yarattım”
(Zariyat Suresi 56. Ayet )
Sadece Allaha (cc) kulluk için yaratılan insan, eğer bu vazifesini yapmazsa; meyve vermesi için dikilen bir ağaçtan kuruduğu için meyve alınamayan ağacın akibeti gibi ötelerde aynı akibete uğraması hak ve adalet değil midir?
İnsan, eşref-i mahluk olduğunun şuurunda bütün mahlukata saygılı olmalı değil midir?
İnsan, imanın kendisini gerçek insan haline getirdiğini bilmeli değil midir?
Benimle birlikte pencereyi aralayan düşünce ufkunu yakalayan dostlara selam ve sevgiyle…