Üç kadim dost yollardayız.
Gurbette yine gün geceye dökülüyor.
Her bir nesnenin, kaderindeki kışa daha şimdiden boyun eğişini ve onların hazin hallerini düşünürken, kendimizi, gurbette bir hastanenin önünde buluyoruz.
İlaç kokulu hastane koridorlarında dakikalarca yürüyoruz. Fotoselli kapılar bir bir açılıyor önümüzde. Uzun koridorların biri bitiyor diğeri başlıyor.
Bir odanın önünde sevgili eşi, onca kederlerin ve acıların yüzünden eksiltemediği tatlı bir tebessümle karşılıyor bizi.
“Hoşgeldiniz!” diyor. “Geleceğinizi duyduğu andan beridir gözleri hep kapıda, durmadan sizi soruyor”
Hijyen önlüklerimizi giyiyoruz, maskelerimizi takıyoruz, ellerimize mavi eldivenleri giyiyoruz. Her birimiz operasyona girecek bir doktor gibi oluyoruz.
Açılan kapıdan içeri giriyoruz.
Aman Allah’ım!
İnsanın gönlüne inşirah veren şen şakrak konuşmaları ve dur durak bilmeyen koşmaları ile bir zamanlar Anadolu’ya sığmayan, sesi Asya topraklarında yankılanan kahraman beyaz örtüler altında, kıpırtısız, öylece yatıyor.
Bizi görünce neredeyse bütün hortumları söküp atarak kalkıp boynumuza sarılacak gibi sevinçten çırpınıyor.
Koca çınar gitmiş, incecik bir dal kalmış. Önce sarsılıyoruz fakat gözleriyle karşılaşınca, o tanıdık gözlerden simaya aynı mananın, bir koca çınar heybetinin yayıldığını görüp, derin bir nefes alıyoruz.
İlk şaşkınlığımız geçip de odanın içine şöyle bir göz gezdirdiğimizde daha da dehşete düşüyoruz. Neredeyse her bir organın bir alete bağlı olduğunu fark ediyoruz. Ekranın bir ucundan çıkıp diğer ucunda kaybolan ve biteviye tekrar edip duran yeşil, mavi, kırmızı renklerdeki inişli çıkışlı grafik çizgileri, ara sıra derin derin nefes alan homurtulu aletler…
Bembeyaz örtüler içeresinde o yosun yeşili gözleriyle bize derinlerden, çok derinlerden bakıyor ama bir kelime bile konuşamıyor.
Önceki heybetli halini bilip tanıdığın bir insanın çaresiz bakışları, bir başka yakıyor insanın yüreğini fakat ölümün derin kuyularından, yukarıda parlayan hayat ışığına doğru tırmanma arzusunu ve ümidini hiç yitirmeyen bir irade insanıyla karşı karşıya olduğumuzun farkındayız.
“Çabuk iyileşmen lazım daha yapacak işlerimiz var” diyorum.
Dudaklarında acı bir tebessüm…
Yine de “inşallah” anlamına gelen hafif bir baş kımıltısı.
Gözlerimiz sık sık buğulanıyor, kendimizi bırakmamak için gözlerimiz kaçırmak zorunda kalıyoruz. Duygularımıza hâkim olmamız, onu üzecek her türlü şeyden kaçınmamız gerekiyor.
Ata yurdumuza minnet borcumuz var diyerek Türkmenistan’a tırlarla gönderdiği sıralar, masalar, tahtalar, halılar bir film şeridi gibi geçiyor gözlerimin önünden.
Hele bir gün bir toplantıda Türkmenistan’dan gelen talep listesini boydan boya sarkıtarak “boyumdan aşkın bu listeyi nasıl temin edeceğiz” deyişini unutmak mümkün değil.
Herkesin yardımına koşan bu kahraman şimdi gurbette bir hastane odasında öylece yatıyordu.
Yatağında kıpırtısız halde yatan bu küheylan İstanbul’a bir gelişinde Kurban Ömer’i anlatmıştı…
“Bir bayram günü Ankara baharını hazırlayan küheylanların Karşıyaka mezarlığındaki kabirlerine uğramıştım.
Serviler, menekşeler, kasımpatılar, küpeliler, kadife çiçekleri bu sükûn adasını gerçek bir cennet bahçesine çevirmişti.
Onlar hizmete giderken Bolu Mengen yakınlarında bir kazada on ikisi birden şehit olmuşlardı. Hepsi genç, hepsi pırıl pırıldı. Her biri geride taze yetimler ve dullar bırakmıştı.
Yanında götürdüğüm küpelileri, yiğitlerin bahar kokan topraklarına birer birer diktim.
“Meğer ne kadar da özlemişim sizleri” dedim. Bir bir okşadım onları.
Sıra infak kahramanı Mustafa Aydoğan’a gelmişti. On iki yiğidin arasında bir dolunay gibi duran bu cömert prensin toprağına, yanımda getirdiğim küpelileri dikmek için yöneldim.
Cömertlik ormanlarını velveleye veren yiğit, sessiz sakin öylece yatıyordu.
Bulduğum bir tahta parçasıyla mermerlerin arasındaki toprağı dalgın dalgın eşmeye başladım.
Ağır bir duygu bütün bedenimi sarmıştı. Hareketlerim ağırlaşmış, elim, ayağıma karışmıştı.
Mezarın bir köşesinde çiçeği yerleştirecek kadar bir çukur açtığımı fark ettim. Elim çiçeklere uzanmıştı ki arkamdan bazı sesler duydum.
Dönüp baktım.
Üç kişi meraklı gözlerle bana bakıyordu. Çok duygulandıkları her hallerinden belliydi. İlk defa gördükleri birisi, babalarının mezarına çiçek dikiyordu. Genç kadın daha fazla dayanamadı ve sordu:
“Siz kimsiniz?”
“Benim kim olduğum önemli değil, asıl siz kimsiniz?”
Meğer karşımdakiler cömertlik prensinin, kızı, damadı ve torunuymuş.
“Peki, siz kimsiniz Allah aşkına? Neden babamın mezarına bu çiçekleri dikiyorsunuz. Biz yolda gelirken o kadar istememize rağmen bir türlü çiçek bulamadık ve buraya kadar hayıflanarak gelmiştik. Bir de baktık ki siz bizim arzuladığımız çiçekleri babamın kabrine dikiyorsunuz.”
“Ben öğretmenim, bizler, buradakiler babanın bursları ile okuyan kimseleriz.
Ben size burada yatanları anlatayım, torunu belki de dedesini yeteri kadar tanımıyordur.
Evladım bak! Bu büyük babanı iyi tanı! O Hazreti Osman gibi cömert bir insandı, fedakârdı.
Hizmet deyince önce o koşardı. Tâ 1990’larda, ”Allah için verin!” dendiğinde; “o zamanın parasıyla bir trilyon!” diye haykıran kahramandı.
Ankara’nın değil, Anadolu’nun tam ortasına cömertlik heykeli dikilesi bir adamdı.
Ne zaman bir sıkıntı olsa koşardı. Onun için onun aramızdaki adı IMF Mustafa’ydı. Dağların altında coşkun akan bir cömertlik nehri gibiydi. Hele kurban bayramlarında Mercedes arabasıyla bir deri toplaması vardı ki görülmeye değerdi.
Şu arka sıradaki yedi kişi Bolu şehitleri… Bir hizmet dönüşü hepsi aynı gün bir kazada şehit oldular.
Elimle en baştaki mezarı göstererek bu da bizim “Kurban Ömer’imiz” dedim.
Yanındaki de oğlu Fatih…
Sonra da Kurban Ömer’le başladım konuşmaya.
Cömert Prensin kızı, damadı, torunu, daim nöbetteki serviler beni dinliyordu.
Hey gidi günler! Hey gidi Kurban Ömer’im! Her Kurban Bayramı yaklaştığında nasıl da deliye dönerdin. Çalmadık kapı bırakmazdın âdeta Ankara’da…
Dile kolay tam on yıl, “kurban” diye diye inledin ve sonunda da adın “Kurban Ömer” kaldı.
Toplanan kurbanları dünyanın dört bir yanındaki yoksul insanlara gönderdikçe tombul yanaklarında pembe pembe güller açar, dünyalar senin olurdu.
Fışkı kokulu kamyon kasalarında kurbanlıkların arasında sağanak yağmurlarda sırılsıklam olur, üstün başın fışkı kokardı da “of” bile demezdin.
Seninle aynı evde kaldığımız günlerde sen hiç mutfaktan çıkmazdın.
Ne tatlı günlerdi o günler.
Onca para elinden geçerdi ama senin hayatında hiçbir değişiklik olmazdı. Bir gün toplantıya geldiğinde, üst-başın neyse ama ayakkabılarının partallığı herkesin dikkatini çekmişti. Harun Bey, yeni aldığı ayakkabılarla karşısında duran birine; “Ayakkabılarını kurban Ömer’e ver” dedi.
O da hiç tereddüt etmeden çıkarıp yeni ayakkabılarını sana uzatmıştı.
Ayakkabı değişim sahnesini buğulu gözlerle seyretmiştik.
Aramızdan ayrılmadan az önce kutsal topraklara gittin.
Güllerin Efendisi’nin köyünden döndüğünde bir nur parçası haline gelmiştin. İçin içine sığmıyordu: “Dava… Dava…” diye inleyip duruyordun.
Senin vazifen olmayan işlere bile “Öf!” demeden koşardın.
Marmara depreminde, Adapazarı’na bir kamyon malzeme gidecekti. Kamyon dolu bir halde dışarda bekliyordu. Bense çok yorgundum. Kamyonla gitmeye takatim yoktu. “Sen gider misin?” dediğimde; dudaklarından belli belirsiz bir sesle:
“Bugün bir oğlum olacak!” demiştin.
“Kurban Ömer’im! Kurbanın olayım, iyi ya işte! Oğluna anlatacak bir hatıran, bir destanın olsun. Sen bir hizmet erisin. Senin diğer babalar gibi doğumhanelerin kapısında bekleyecek zamanın yok.” dediğimde, boynunu büküp hemen Adapazarı yolunu tutmuştun. Saat üç civarında aradın ve müjdeyi verdin: Bir oğlun, bir yiğidin doğmuştu… Bu dünyanın tozuna toprağına bulaştırmak istemez gibi o oğlunu da aldın götürdün… Sen vazifeni yaptın. Biz buna şahidiz canım kardeşim, kurban Ömer’im!”
Hastaneden ayrıldığımızda gece yarısı olmuştu. Arabamız bol yıldızlı bir yaz gecesinde bir başka şehre doğru hızla yol alırken; her mevsim bir başka koşan kahraman bir hastane odasında kıpırtısız yatıyordu.