Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), esirleri de ashâbına zimmetlemiş, hangi esire daha çok kim tesir edebilecekse o esiri onun uhdesine vermişti.
Zaten, “Sizden birisi, öldürme maksadıyla elindeki esiri kardeşinin esiriyle takas etmesin!” şeklindeki beyanları, “yaşatma ideali” merkezli bir duruşun iradi olarak ortaya konulduğunun açık bir tesciliydi.
Daha sıcağı sıcağına Bedir’de, “Kardeşinin şehîd edildiğini Sa’d’a sakın haber vermeyin ki uhdesindeki esirleri öldürmesin!” buyurması da aynı hassasiyetin tabii bir sonucuydu.
O (sallallahu aleyhi ve sellem) esirleri;
Köleleştirmemiş,
Başkalarının yaptığı gibi esir pazarına götürüp satmamış,
O âna kadar yapageldiklerinden dolayı hakaret edip aşağılamamış, bilakis, insanca muamele etmiş ve etrafındakilerden de çok açık ve net bir şekilde aynı hassasiyeti istemiş,
Temelinde “hayır” olan bir muamele ortaya koymuş,
Yediğinden yedirmiş, içtiğinden içirmiş ve giydiğinden giydirmiş,
Hatta, bunun da ötesinde yemeyip yedirmiş, giymeyip giydirmiş,
Şartlanmışlıklarını yok edecek şok adımlar atmış ve şartların en kötü olduğu demlerde bile kalblere nasıl yürünebileceğinin yollarını göstermiştir!
O günkü genel kültürün tesirinde kalarak esirleri gereksiz bir yük gibi gören ve bir an önce öldürüp bu yükten kurtulmanın gerekliliğini dile getiren bir sahâbisine, “İnsanların esir olarak buraya getirilmesi seni rahatsız etmiş gözüküyor!” diye ikazda bulunmuş ve duruşunu değiştirmesi istikametinde uyarmıştı!
Halbuki O (sallallahu aleyhi ve sellem), esirleri de bir emanet olarak görüyordu!
Olayları yaşarken öğreneceklerdi ve öğreniyorlardı!
Esirleri zimmetlerken, başta akrabalık olmak üzere değişik bağların nazara alındığı ve kimin üzerinde kim tesir edebilecekse taksimatta bu yakınlığa dikkat edildiği anlaşılmaktadır. Mesela, menşe’ itibariyle Benî Mahzûm kabilesinin bir ferdi olan Ümmü Seleme Validemiz’e, aynı kabilenin önemli iki ferdi olan Hâlid İbn-i Hişâm ile Ümeyye İbn-i Ebî Huzeyfe’yi zimmetlemişti. Bunlardan Hâlid İbn-i Hişâm, Bedir’in baş aktörü Ebû Cehil’in ana-baba bir kardeşi idi. Amca oğullarının kendi evine gönderildiğine şahit olduğu ilk anda Nebevî bu uygulamayı anlayamayan Annemiz, bir koşu Allah Resûlü’ne gelmiş ve “Yâ Resûlallah!” demişti. “Amcaoğullarım kendilerini görmemi, belli başlı ihtiyaçlarını gidermemi ve şu sıkıntılı zamanlarında kendilerine cemilede bulunmamı talep ediyorlar! Sana sormadan bir şey yapmak istemedim; ne dersin?”
Aldığı cevap, “Bunların hiçbirinde mahsur yok; dilediğin iyiliği yapabilirsin!” şeklindeydi.
O gün Sevde Validemiz’e de Kureyş’in hatibi olarak bilinen kudretli şairi Süheyl İbn-i Amr’ı zimmetlemişti. Süheyl İbn-i Amr, Sevde Validemiz ile birlikte Habeşistan’a hicret eden ve Mekke’ye döndükten sonra vefat eden kocası Hazreti Sekrân’ın kardeşi oluyordu.
Bu duyarlılık ve uygulamanın muhataplarda icra ettiği tesiri görebilmek için o günkü esirlerin anlattıkları, her şeyi özetler mahiyettedir; Ebu’l-Âs şunları söylüyor:
“O gün (Bedir) ben de Ensâr’la birlikte Medîne’ye getirilenler arasındaydım. Yemek vakti gelip de bir şeyler yemek istediklerinde onlar, Resûlullah’ın tavsiyesini yerine getirmek için ellerindeki ekmeği en önce bana veriyorlar, kendileri ise kuru hurma yiyerek açlıklarını gidermeye çalışıyorlardı. Hatta onlardan birisi o gün, elinde bulunan ekmeği uzatıp da bana verince, onu alıp da yemekten hayâ ederek bu ekmeği yanımdaki bir başkasına verdim; bir de ne göreyim, elden ele dolaşan aynı ekmek, çok geçmeden yine benim önüme gelmişti!”
Mus’ab İbn-i Umeyr’in kardeşi Azîz’in anlattıkları da farklı değil:
“O gün (Bedir) ben de Ensâr’la birlikte Medîne’ye getirilenler arasındaydım. Yemek vakti gelip de bir şeyler yemek istediklerinde onlar, Resûlullah’ın tavsiyesini yerine getirmek için ellerindeki ekmeği en önce bana veriyorlar, kendileri ise kuru hurma yiyerek açlıklarını gidermeye çalışıyorlardı. Hatta onlardan birisi o gün, elinde bulunan ekmeği uzatıp da bana verince, onu alıp da yemekten hayâ ederek bu ekmeği yanımdaki bir başkasına verdim; bir de ne göreyim, elden ele dolaşan aynı ekmek, çok geçmeden yine benim önüme gelmişti!”
“O gün onlar, kendileri yaya yürürken bineklerine bizi bindiriyorlardı!” diyen Velîd İbn-i Velîd, gördüğü muamelelerin sonucunda Müslüman olmuş ve karşılaşacağı kötü muamele ve işkenceler pahasına durması gereken safta yerini almaya başlamıştı. Zira, esaret bedelini ödedikten sonra kardeşleri onu Mekke’ye götürmüş ve çetin işkencelerin muhatabı etmişlerdi!
Peki, sonuç ne oldu?
Gözlere yaş yürüdü ve en katı kalbler bile yumuşadı.
Bedir sonrasında esir alınan 70 kişinin 16’sı, takip eden on gün içinde Müslüman oldu.
Tesiri dalga dalga yayıldı ve sonraki günlerde bunun arkası da geldi.
İnsanı kör ve sağır eden garaz, kin ve nefret gitti; görmeyen gözler açıldı, duymayan kulakların da pası silinip gitti!
Beklentilerinin aksine insanca muamele görenler, insanlığın muallimleri mertebesine yükseldiler!
Kim kazandı?
Veya şöyle soralım:
Bu duruşun kaybedeni var mı?
Kaynak:Reşit HAYLAMAZ