461
Prof. Suat Yıldırım Hocam’ın Çağlayan Dergisi 2017 yılı Ağustos Ayı sayısında “Müslüman” Değişmez Kimlik mi, Yoksa Sıfat mı?” adlı makalesinde, özetle şu önemli ve yerinde tespitte bulunur: “Müslüman”, bir kimlik olmayıp, kimsenin elinde de ilelebet garanti değildir. Müslümanlık bir niteliktir ve o niteliği taşıdığınız ölçüde Müslüman olmuş olursunuz.
Nitekim yıllar önce Merhum Mehmed AKİF de, Müslümanların Kur’ân ve İslam’dan uzaklaştıklarını görünce, yukarıdakine benzer mülahazalarla ve içi yana yana şu mısraları terennüm etmek zorunda kalmıştır:
“Müslümanlık nerde, bizden geçmiş insanlık bile…
Âlem aldatmaksa maksat, aldanan yok, nâfile!
Kaç hakikî Müslüman gördümse: hep makberdedir;
Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir!
Allah Resûlü’nün: “Gün gelecek Kur’ân bir vâdide, Müslümanlar da ayrı bir vâdide olacak!” dediği günleri yaşıyoruz. Dünyanın farklı ülkelerinde yüzbinlerce Kur’ân hafızı var. Ama o Kur’ân hayatta yok, gönülde yok, kalpte yok, aksiyonda yok! Kuru kuruya seslendirmeler, merâsimler, bağırış çağırışlar ve sembolik olarak ağızlardan avaz avaz “ALLAH ALLAH!” nidaları!
Müslümanlar, Kur’ân’ın öğrenilmesine, talimine ve ezberlenmesine verdikleri önemin yarısını, onu anlamaya ve yaşamaya verselerdi, kesinlikle şu andaki, zillet ve meskeneti yaşamayacak ve insanların nefret ettiği bir dinin mensupları da olmayacaklardı.
Ashabın büyük çoğunluğu Kur’ân’ı ezberlememişti ancak, onların her birinde her dâim Allah hatırlanır ve görünürdü. “Lâilâhe İllallah” sözünü söyledikten sonra, kalp ve gönül dünyalarındaki değişim ve davranış sözlerine akseder, bu akis de, diğer insanların hemen dikkatini çekerdi.
Kur’ân, Müslümanların sadece hatim okumak için arkasından koştukları bir geleneğe dönüştü. Yâsinler, Tebârekeler dağıtıldı; hastalık ve dertlerden kurtulmak için okunup duruldu ama, “Acaba hayata dair neleri söylüyor bu Yâsinler, Tebarekeler ve Ammeler?” kimsenin umurunda olmadı.
“Her gün şu kadar cüz okumalıyız” geleneğinin binde biri onu anlamaya ayrılmadı; içindeki ilahi buyruklar hayatın parçası olmadı, davranışlara aksetmedi. Sadece ve sadece sık sık okundu, okundu ve sürekli okundu! Ama ne okundu? Kimse neyi ve neden okuduğunu anlamadı, anlamak için de herhangi bir efor sarfetmedi.
Müslümanların, sünnetleriyle beraber her gün kırk rek’at kıldıkları namazlarında, en az kırk defa tekrarladıkları FÂTİHA’nın bile, en kısa anlamı, okuyanlar tarafından anlaşılmadı, hatta anlamı merak bile edilmedi.
Hayat kitabı olan Kur’ân, mevcut hâliyle ölüler kitabına dönüştürüldü. Mezarlarda okundu, cenazelerde okundu, mevlitlerde okundu, 40. ve 52. gecelerde okundu… Okundu ama hep okundu!
Kur’ân’a en büyük kötülüğü, onun inananları olduğunu iddia eden kemtâlihler yaptı. İnsanları kandırmak için meydanlarda ellerinde Kur’ân’ı salladılar; “ben de iyi okuyabiliyorum!” diye riyakârca duyuracak şekilde insanlara okudular, yalan söylediler, aldattılar, her hareketleriyle de okuduklarının tersini yaptılar.
Kur’ân, her türlü hakkı ve hukuku en ince noktasına kadar garanti altına alan bir kitap iken, onun sahtekâr tâbileri, ondaki bütün emirleri yasak, yasakları da emir şekline çevirdiler. Geçmiş kitaplardakinden daha çok, Kur’ân’da tahrif yaptılar. Tahrif yapanların başında da din adamları geldi! Sömürdüler, ekmek kapısı haline getirdiler, ses yarıştırdılar, ezberlemekle pâyeler alıp caka sattılar!
Siz hiç yana yakıla “Şu âyeti anlayamadım! Acaba ne anlama gelir, farklı bir anlamı da olabilir mi?” diye merak edip soran bir Müslümana denk geldiniz mi? Ama her gün yüzlerce “Şu kadar cüz okur musun, beş Yasin, on Fetih alır mısın?” şeklinde teklifler ve istekler geldi, rakamların arkasına takınıldı, sayılar tamamlandı. Ama sâdece sayılara.
Kur’ân’da Hak Teâla her daim merhametini hatırlatmakta ve merhametli olunmasını tâbilerinden istemekteydi. Müslüman bunu tersinden aldı, zâlimleşti. Evde zâlimleşti; eşine, evladına ve çevresine şiddet uyguladı. Mahallesinde zâlimleşti, komşusunu, çevresini maddi manevi zararlara uğrattı. İşyerini zulmete boğdu, ezenlerle ezdi, hakkın ve hakikatin sesi olamadı. Yönetimde zâlimleşti; yönettiklerine akla hayale gelmedik zulümleri irtikâp etti. Hak ve hukukta zâlimleşti; hakkı hukuku ayaklar altına aldı çiğnedi, ezdi, tekmeledi. İnsanlığı zulmetten nura çıkarmak için gelen Yüce Kitabımız Kur’ân’ı, bir zulüm kitabı haline dönüştürdü. Yaktı, yıktı ve parçaladı.
Kur’ân, herhangi bir işi, yakınına, eşine dostuna değil, ehil olana verin açık emrini yaparken, Müslümanlar bu ilkenin altını üstüne getirdiler. Evlatlarına, yakınlarına, eş ve dostlarına ehil olmayan işleri teslim ettiler. Emanete hıyanet ettiler. Böylece hem Kur’ân’a karşı geldiler, hem de bunun cezası olarak geri kaldılar, parya oldular ve başkalarının oyuncağı haline geldiler.
Kur’ân, tâbilerine insanı sevin dedi! Tâbileri nefreti seçti, zulmü tercih etti, ezmeyi, yakmayı ve yıkmayı yol edindiler. Silm (barış) dini olan İslam’ı, şiddet dinine çevirdiler. Sonra da utanmadan bunun sorumlusunu hep dışarıda, özellikle de Batılı ülkelerde aradılar. İç siyaseti dizayn için Batıya sövdüler, lânetler yağdırdılar, efelendiler ve efelendiler. Ama sadece efelendiler.
Kur’ân, tâbilerini hidayette ve doğrulukta rehber olan peygamberlerin yoluna davet etti. Ancak onun tâbileri, peygamberlerin yolunu ve ahlakını değil, Firavunların, Kârunların, Nemrutların, Ebu Cehil ve Ebu Leheplerin ve Ümm-ü Cemillerin yolunu yol edindiler.
Kur’ân, “çalmayın, gasp etmeyin, hak hukuk yemeyin!” dedi. Onlar çaldılar; hem de çuvallarla, bavullarla çaldılar. Gasp ettiler, hem de sınırsızca gasp ettiler. Hukuku çiğnediler, hem de en alçakça çiğnediler!
Kur’ân, tâbilerine, “dünya hayatı süsten, geçicilikten ibarettir, sakın aldanmayın!” dedi. Onlar dünyayı ebedi sandılar, saraylar peşinde koştular, tırlarla paralarını taşıdılar, adalar satın aldılar, saltanatın arkasına takıldılar, ebediymiş gibi hayata devam ettiler. Ölüm ötesi hayatı ve Mahkeme-i Kübrâ’yı ise hiç mi hiç hatırlarına getirmediler.
İslam’ın Sâdık u Masdûk Peygamber’i, “yalanı” en büyük günahlardan saydı. Onun ümmeti olduğu iddiasında bulunanlar, yalanı gündelik hayatlarının ayrılmaz bir parçası haline getirdiler. Yalan söylediler, bir adım ileri gidip iftirada bulundular, yalandan beslendiler ve hayatlarını yalan üzerine bina ettiler, hatta fıtrat haline getirdiler.
Ve bütün bunlar olurken, din adamları, cemaat ve tarikat liderleri, kanaat önderleri, aydınlar ve özellikle de İlahiyatçı akademisyenler, oturdukları yerlerden hiç kımıldamalılar, konforlarını bozmadılar, suya sabuna dokunmadılar, dilsiz şeytana, sağır sultana ve görmeyen kör gözlere evrildiler. Kısır tartışmalarla oyalandılar, hayata ve geleceğe dair müspet anlamda zerre kadar bir katkı sunamadılar. Ve bütün bu olanların hepsi de, sıfat ve nitelikleri değil, sadece adı Müslüman olanların yaşadığı coğrafya ve ülkelerde gerçekleşti. Allah bizleri, adıyla değil, sıfat ve nitelikleriyle Müslüman eyleye!
Kaynak: Prof. Dr. Muhittin AKGÜL | Samanyoluhaber