Zaman, tuhaf bir aynadır. Bazen başarı diye bakarsın, ardında kibri gösterir. Bazen ilerlediğini sanırsın ama aslında yoldan çıkmışsındır. Hele bir de alkışlar, takdirler ya da “önde gelen” olma hissi insanı kuşatmışsa, işte o zaman içten içe çürümeye başlamış olabilir. Kazandığını sandığın bir anda, Allah katında kaybedenlerden olmak… İşte asıl felaket budur.
İnsanlık tarihi boyunca nice topluluklar, nice dava insanları bu büyük tehlikeyle yüzleşmiştir. Zamanla özünden uzaklaşan, ilkeler yerine şekilleri önemseyen, rıza-i İlahi yerine rıza-i halkı önceleyen niceleri, “Ben oldum!” deyip yavaş yavaş eksen kaymasına uğramıştır. Oysa Kur’ân hatırlatır:
“Ey iman edenler! Allah’tan sakının ve herkes yarın için ne hazırladığına baksın.” (Haşr, 18).
Bu ayet, geçmişle övünmeyi değil, gelecekle yüzleşmeyi öğütler. Dün çok çalıştın, çok koştun diye bugünün gafletine fetva verilemez. Allah her an yeniden kulunu imtihan eder. Kazanma süreci, sürekli bir teyakkuz hâli ister.
Risale-i Nur’da geçen bir ifadede şöyle denir: “En büyük tehlike, en çok kazanılan zamanlarda gelir. Çünkü şeytan, o zamanlarda ‘Sen oldun!’ der.”
Şeytan artık inkârla değil, övgüyle yaklaşır. “Sen bu hizmetin temelisin. Sen olmasan bu iş yürümez” der. Bu cümleler kalpte gizli bir put inşa eder. Niyet bozulur, amelin ruhu çürür. Görünürde hâlâ çalışılıyor gibidir ama özde sadece kendi heykelini yontuyordur insan.
Şöhret, alkış, konum, takdir… Bunlar nefsi okşayan ve zararsız gibi görünen en sinsi tuzaklardır. Nitekim Fethullah Gülen Hocaefendi bu konuda şöyle buyurur:
‘’Şöhret, insanı Allah’tan uzaklaştıran en sinsi tuzaktır. Alkışlar arasında kaybolanlar, bir gün kendilerini boşlukta bulurlar.’’
İnsan bazen hizmet ettiği zannıyla aslında kendi imajını besler. Bir projeyi yaparken niyeti ‘Allah görsün’ değil de ‘millet görsün’ olmuşsa, Hocaefendi’nin ifadesiyle:
‘’Amellerin ruhu ihlastır. İhlası olmayan amel, ceset gibidir; şekil vardır ama hayat yoktur.’’
İşte bu noktada ihlasın inceliği zedelenir.
İnsanlar sana “Ne güzel işler yapıyorsun” dedikçe, sen içten içe kendine kıymet biçmeye başlarsın. Oysa kalbin en sinsi kaybı da tam burada başlar. Çünkü kişi, hâlâ hizmet ediyor görünür ama aslında sadece kendi itibarına çalışıyordur. Ruh, şeklin gerisinde kalır. Kalbin derinliklerinden bir sızı sızar. O sızı zamanla huzursuzluğa, huzursuzluk boşluğa dönüşür. Sonra hiçbir başarı ruhu tatmin etmez olur.
Zamanla yorgunluk, kabullenilme isteği ve alışkanlıklar insanı rehavete sürükler. Yıllarca aksiyonla yaşayan biri, bir gün durur ve “Artık biraz da ben dinleneyim” der. İşte o an başlar içe doğru çöküş. Dıştan hiçbir eksiklik görünmez. Camiye gidilir, toplantılara katılınır, işler yürür… Ama kalbin iç sesi sessizce susmuştur. Kur’ân’ın “kalplerinde hastalık olanlar” diye nitelendirdiği o iç buhran başlamıştır. Gözü dolu, kulağı açık ama kalbi boş bir hâl… Ve en çok da bu hâl yorar insanı.
İşte böyle zamanlarda bir hayırhah dostun varlığı en büyük nimettir. Sizi seven ama sizi alkışlamayan, sizi önemseyen ama sizi uyarabilen bir dost… Hz. Ömer’in (ra) o meşhur sözünü hatırlatır:
Bana hatamı söyleyen kişi, en hayırlı kardeşimdir.”
Çünkü kişi kendi kör noktalarını göremez. Grup bağlılığı, başarı sarhoşluğu, duygusal önyargılar gözleri perdeleyebilir. Bu yüzden her gün samimi bir muhasebe şarttır:
“Bugün kimin için yaşadım? Kim için konuştum? Kim için yoruldum?”
Bu sorular kalbin temizliğini muhafaza eder.
Hocaefendi bir sohbetinde şöyle buyurmuştur:
‘Şöhret afettir; insanı Allah’tan uzaklaştıran en sinsi tuzaktır. Alkışlar arasında kaybolanlar, bir gün kendilerini boşlukta bulurlar.’’
İşte bu yüzden mümin, her halinde tevazu içinde yaşamalıdır. Ne kadar yürürse yürüsün, hâlâ yolun başında olduğunu bilmeli.
Ve kalbinde şu duayı taşımalı:
“Allahım, beni bana bırakma. Nefsimle bir an bile baş başa kalırsam helâk olurum.”
Çünkü bilir ki, kurtuluşun tek ölçüsü samimiyet ve Allah’ın rızasıdır. İnsanlar memnun olsa da Allah razı değilse, o iş, gösterişli ama içi boş bir vitrin olur.
Efendimiz (sav), kıyamet gününü anlatırken şöyle buyurur:
“Nice insanlar vardır ki, amel defterleri dağlar kadar sevapla dolar. Ancak ihlas eksikliğinden ötürü hepsi silinir.” (İbn Mâce, Zühd 26).
Bu söz, her hizmet ehlinin yüreğinde bir alarm gibi çalmalı. Çünkü asıl kazanç, görünmeyen kazanıştır. Ve asıl kayıp, kalpten sessizce başlayan çürümeyle gelir.
Evet, bu kuşak çok şey kazandı. Ama aynı zamanda en çok kaybetme tehlikesiyle de karşı karşıya. Maddî değil, manevî kayıplar… İhlas, sadakat, dava ruhu, kardeşlik, istikamet…
Bu değerlere sahip çıkmazsak, binalar diksek de, sayılar artsa da, gerçekte bir hiçlikten ibaret kalabiliriz. Bu yüzden her sabah şu niyetle başlamak gerekir:
“Bugün bir tek Allah bilsin. Kimse görmese de olur. Yeter ki O razı olsun.”
İşte bu niyet, bizi yeniden kazananlardan kılar.
Ve yazının onunda şu dua yankılansın yüreklerimizde:
Allah’ım! Bizi kendimize bırakma,
Nefsimizle başbaşa kalırsak yıkma.
Yolumuzu ihlastan ayırma,
Kazandık derken kaybetmeyelim rahmetini!
2 yorumlar
[…] buying rybelsus online […]
[…] clomid […]
Yoruma Kapalı