Kayan Bir Yıldızın Hikayesi

Yazar Selim Gül

İnsanlar, bir kısım musibet, mahrumiyet ve mağduriyetlerin neticesinde Allah’ın rızasına nail olabilir. O’nun hoşnutluğuna götürürken yolların üzerine, bazı mihnet ve meşakkatler döşenebilir. Bütün bunlara katlanmaya elbette değer.

Ayşe annemiz (ra), Efendimize (sas) Uhud gününden daha şiddetli bir zamanının olup olmadığını sorduğunda, duyduğu cevap Taif günüdür. Böylesine zor bir günde bile O’nun duruşu ve duası, “Eğer bana karşı gazabın yoksa, Sen benden razıysan, çektiğim bela ve mihnetlere hiç aldırmam.” şeklindedir. Bu nebevi temsilin zirvesine şahit olan sahabeler de, rıza hedefine koşarken nice zorluklara katlanmayı göze almışlardı. İşte onlardan biridir, Muaz bin Cebel (ra).

Muaz, Yemen için görevlendirilmişti. Efendimiz (sas), onu yolcu ettikten sonra ardından ona tekrar seslenecek, geldiğinde mescidini ve kabrini ziyaret etmesini söyleyecekti. O, Medine’ye döndüğünde Efendimiz’i (sas) dünya gözüyle bir daha göremeyebilirim hissiyle ağlaya ağlaya ilerliyordu. Aynı zamanda kendisine şefkatle bakan gözlerden de kayboluyordu.

Hem yerde, hem de göklerde hicret eden Mükemmel Rehber (sas), bütün mefkûre muhacirlerine en güzel örnekti. Allah için zaten gidilmeliydi. Öteki tarafta O’nun ile ebediyen beraber olmak için de gidilmeliydi; hem de O’ndan dünyada ayrılmak pahasına… Dile kolay, dinlemek kolay, yazmak kolay, okumak kolay…  Ama gitmek kolay mı? Daha nelerden, kimlerden ayrılmıyorlardı ki?

Malum, sıradan bir şehir değildi; onun adı Medine-i Münevvere. İçinde Nebi, Nebi’nin evi, Nebi mescidi var. Dahası sıddıklar, şehitler, Cennetlik ama dünyadan terhisini bekleyenler de var. Ensâr, Muhacir, Peygamber ile hatıralar var… Cebrail’in (as) uğrak yeridir bu şehir, vahiy hatıralarıyla doludur bir şehir… İşte böyle nurlu bir beldeden ayrılmak, İslam’a hizmet etmek için hicret etmenin önemini, emanetin kutsiyetini ve mesuliyetin büyüklüğünü göstermeye yeter de artar bile.

Evet, Muaz da gitmeliydi ve gitmişti. Niçin? Tabii ki Allah rızası için!.. Zira ulaştırılması gereken bir emanet vardı; hem omuzlarında, hem temsilinde, hem lisanında saklı duran kutsal bir emanet. Ve elbette bir de kendisi emanet… Ordusu yoktu giderken, korkusu da yoktu ilerlerken.

Doksanlı yılların başları… Aynı hedefler, aynı idealler uğruna göçecek, önden gidecek, asrın gönüllü mefkûre muhacirleri Anadolu’da kınalanıyordu tek tek; hem de yaşları gencecik gençlerin içinden. Bu yiğitler, fedakâr, hasbi, iffetli ve diğergâm olmalıydı. Her kişinin değil, er kişinin işiydi bu iş.

Salih öğretmen de omuz vermiş, kendine hedef koymuş ve o da bir himmetle katılmış bu kervana. Çıkmış ikna turlarına, medenileri galebe ikna iledir düsturunca.

Düşündü, acaba zihnindeki listenin başına ilk kimi yazmalıydı? Bu öyle biri olmalıydı ki; teklifini ikiletmesin, ‘o gidiyormuş’ diye duyulunca diğer arkadaşlarına şevk olsun, yol olsun ve varacakları yere de maya olsun. Evet, evet! Ömer’i yazmalıydı. Sahiden kimdi bu Ömer?

O, Ankara’da bir meslek lisesinde öğrenciydi. Günlerden bir gün.. Mevsim yaz, hava sıcak..  Okuldan çıkar, aşağı caddeye iner ve yol kenarında bir araç beklemeye başlar. Hem de ceketini sırtına fırlatmış, kravatını biraz rahatlatmış, gömleğini sarkıtmış.. Sanki kınalanmasına kınalanmış da, bir vesile gerek..  Belki de kader çoktan takdir etmiş, ama vakti gelince bir sebep lazım:

O caddeden arabayla geçen onlarca kişiden biri de idealleri olan Ziya öğretmendir. Sağa yaklaşır, durur ve Ömer’i arabasına alır. Bu öğretmen, yapacağı hayrı katlamak ve kalıcı hale getirmek için, onu konuşturarak tanımak ister. Hedefine uygun ilk hamlesini yapar: “Seni düşünceli görüyorum delikanlı. Karadeniz’de gemilerin mi battı? Ne o öyle ceket, kravat, gömlek?”  Ömer hemen içini döker: “Yok be hocam. Fizikçi olmak istiyorum. Fakat bizim okuldaki fizik öğretmeninden dersi yeterince anlamıyorum, tam öğrenemiyorum konuları.” İşte bu, aradığı ve kolladığı bir andır Ziya öğretmenin: “Kısmetin varmış koçum. Öğretmenlik bölümünde okuyan bir tanıdığım var, ondan rica ederim, sana yardım eder, zaten o da boş vakitlerini böyle dolduruyor. Adresi not al lütfen.. İsmi de Salih. Benim kendisinden rica ettiğimi söyle ve selâmımı ilet. Büyük ihtimalle beni kırmayacak ve sana yardımcı olacaktır.”

web

Salih öğretmenden dinlediğim bu hikâyenin devamı şöyleydi:

Bir gün kapımızın zili çaldı. Delikanlının elinde evimizin adresi vardı. Ayrıca notun devamında malum rica ve selâm… Önceleri sadece matematik, fizik çalışmaya başladık ve iyi gidiyordu. Arkadaşların da gelebilir dedim, çok sevindi ve beraberce ders çalışmaya geldiler. Fizik okurken ve öğrenirken bunlara ilave olarak zamanla, kütüphanemdeki Varlığın Metafizik Boyutu gibi pırlanta kitapları da okumaya başladılar. İşte listenin başına vira bismillah deyip yazdığım genç bu idi, sonra diğerleri devam etti.

Acilen çağırdım, arkadaşlarına maya olmasını düşündüğüm Ömer’i. Gerekirse Muaz gibi ağlaya ağlaya gitsin arzu ettim. Geride, nice gözleri yaşlı kalanlar olsa da gitsin istedim. Geldiğinde kapıyı bizzat kendim açtım. Henüz selâmına mukabele etmemiştim. Değil ayakkabılarını çıkarmasını beklemek, bağcıklarını çözmesini bile beklemeden: “Hicret edebilir misin! Üniversiteyi yurt dışında bir ülkede okuyabilir misin?” deyiverdim. Ömer gibilere bir işaret yeterdi çünkü. Öylece donakaldı ayakta bir süre.

Öğrenmişti ki boyunduruk ağır, emanet ağır, şayet evet derse omuzlarına sarılır. “Biraz düşünsem mi?” dedi kısık sesle. Oysa konunun aciliyeti vardı. Gerçek dostun, hadi deyince ‘nereye’ diye sormayanıdır, diye öğrenmiştim. Ayakkabılarını dahi henüz çıkartmadan, hicret diyarında, bir eğitim alternatifini teklif etmemden bunu anlamalıydı. Kendisine tatlı sert veya biraz sitemli: “Olur mu canım öyle şey?” dedim. Üzüldüğümü hissettirdim. Bu duruşumu gizleyemedim, gizleyemezdim de. Dudaklarımın arasından “Rabbin seni yoktan var etmiş, insan etmiş, kalbine imanı lütfetmiş. Sen ise, şimdi ahesterevlik ederek biraz düşünmem lazım diyorsun?” ifadeleri çıkıverdi.

Kısacası, adeta yumruk gibi sözlerimi gencin yüreğine indiriverdim. Zira henüz habersizdim usulden, üsluptan. Bir süre sonra, boynunu bükerek “Kendi irademle ve gönüllü olarak kabul ediyorum hocam.” dedi, her şeye rağmen. Bu Ömer’den beklediğim cevaptı. Daha sonra elbette ailesinin de rızasını aldı. Artık vazifenin büyüğü tamamlandı, gerisi kolaydı zaten. Neler mi?

Pasaport, vize ve bilet masrafları için para lazımdı. Ailesinin maddi imkânları sınırlıydı. Bu yüzden maddi destek de olamıyorlardı. İş başa düşmüştü artık. Sorunu kendisi çözmeliydi. Minberden Yükselen Ses’leri dinlemek için aldığı kasetçalardan başladı satmaya. Sonra James Bont marka çantasını… Evindeki iki tüpten birini bile sattı. Kim bilir daha ne eşyalar sattı? Ama ihtiyaca yetmiyordu toplanan miktar. Bu samimi gayretini görünce, onu da yanıma alarak Çarşının Yiğitlerinden bir kaçının kapısını çaldık. Yani birlikte ‘şerefli dilencilik’ yaptık; zâhirde kendisi için, bâtında mefkûre muhaciri için…

Ve gitti… Şimdilerde ise, gittiği Orta Asya ülkesinin böyle mefkûre muhacirlerine ihtiyacı kalmadı. Çünkü Ömer gibiler nesilleri mayaladılar ve oralarda hizmet hareketinin örnekleri kendinden artık; tıpkı bir zamanlar Muazların yaptıkları gibi, onlar da Muazlaştılar.

Yıllar geçti. Okulunu bitirdi. Hayata atıldı. Öğretmen olarak görev yaptığım özel dersaneye çıkageldi bir yaz gününde. Meğer izne gelmiş. Elinde bir davetiye, bu sefer de bekârlıktan evliliğe hicret… Hey gidi günlerimizi konuştuk, uzun uzun. Tam kalkarken, “Salih hocam şu ana kadar hiç kimseye anlatamadığım ve içimde sır gibi sakladığım bir şey var ki…” diye başladı. “Buyur” dedim arzulu bir tavırla. “Ama anlatmakta kararsızım.” dedi. Israrımı görünce kırmadı ve Ömer devam etti sözlerine:

“Hocam, ülkeye varınca 6-7 arkadaşın kalabileceği bir ev kiralamıştık. İçine de birkaç eşya ayarladık. Maalesef Türki Cumhuriyetlerinde henüz güvenlik sağlanamıyordu. Şehir eşkıyaları yer yer iş yerlerini hatta evleri basıyor, yağmalıyor veya soyuyorlardı. Bir gece bizim evi de bastılar. Her bir arkadaşı ayrı ayrı aldılar, hırpalayarak çıkardılar. Hem öyle bir dayak atıyorlardı ki hepimizin sabaha sağ çıkamayacağını düşünmüştüm. İki kolumda iki eşkıya beni sürüklerken, tekmelerini hissediyordum bedenimde. Ama çok hırpaladılar hocam, çok..” dedi. Taif dönüşünde atılan talihsiz taşlar yüzünden kanlar içinde kalan O’ nun (sas) hırpalanan mübarek vücudunu düşündüm o an. Sonra devam etti Ömer:

“Bir ara başımı kaldırdım gökyüzüne doğru. Yıldızlar pırıl pırıldı.  Zaten Gökteki Yıldızları örnek alarak gelmiştik buralara. Daha yapacak çok hizmet vardı, ama içimde doğan his, sanki bu gece benim son gecemdi. Kalbimden geçirdim ki; madem son gecem, bir dileğim, bir duam olsun Rabbimden. ‘Eğer bana karşı gazabın yoksa, Sen benden razıysan, çektiğim bela ve mihnetlere hiç aldırmam’ duası ve duruşu modeldi benim için. İçimde tekrarlanan ses şuydu: Razı mısın ya Rabbi benden? Buralara gelişimden, gelmek için vatanımdan ayrılışımdan, ayrılırken sevdiklerimi gözleri yaşlı bırakışımdan..?” Ve o, kıssanın finalini şöyle tamamladı:

Bu hengame yaşanırken, gözlerimle bir yıldız nişan aldım gökyüzünden. Kalbi ve hâli lisânla dedim ki: “Şayet Sen razıysan ya Rab, şu yıldız şimdi, hemen şimdi izninle kayıversin, benim gibi yoluna kurban oluversin.” Aman Allah’ım! Hoş bir tevâfuk ile veya ilâhi bir inâyetle -sanki bana ve benim gibi hicret eden daha liseyi yeni bitirmiş mefkûre muhacirlerine selâm edercesine- semâdan o yıldız kaydı gitti.

Gayrı o andan sonra başıma her ne gelirse gelsin! O razı olduktan sonra ne gam!

Elinde düğün davetiyesi olan Ömer, bu sırrını benimle paylaşırken adeta kalbi gülüyor ama kirpikleri ıslanıyordu. Hey gidi günler hey! diyerek derin bir nefes aldı.

Evet, Ömer ne esnaftı ne de öğretmen… O, adanmış gençlerden… O, vitrinde değil, mutfakta çilekeş belletmen… Kendi kategorisinde ilklerden, önden gidenlerden, süvari gibi değilse de adeta piyadelerden… Bunlar yazılmalıydı çoktan, yıllar geçse de üzerinden…

Hüzünlü Taif günü yapılan nebevi dua ve duruş, daha sonraki taliplilere ve takipçilere sadece bir haber değil aynı zamanda bir hedefti. Muaz’ın Peygamberimizden ayrılmaya katlanması da bir ufuktu, gelecekte Muazlaşmak isteyenlere. Ömerlerin çileler altında rıza soluklaması, ilklerin yolunda bir iz sürme cehdi ve gayreti idi.

Şu kadirşinas ifadeler ise Gönüllüler Hareketinin Teşvikçisi’nden: “Mefkûre muhaciri bu yiğitler, Çanakkale’ye gidiyor gibi, dünyanın değişik yerlerine seyahatler tertip ettiler. Kimi zaman evlerinde duvaklı gelinleri bırakıp gittiler. Kimi zaman parmaklarında nişan yüzüğüyle yollara döküldüler. Kimi zaman da gözü yaşlı anne-babalarının ellerini öptü, onları Allah’a emanet edip öyle yola koyuldular. İşte bütün bu fedakârlıklar karşısında bence onların alnı değil ayakları bile öpülür.”

Kim bilir, nice mazlumiyet ve mağduriyetlere dişini sıkıp sabreden veya vazifelerinden terhis olarak toprağa düşen çağın yıldızları da, inşaallah rıza hedefine nail olmuşlardır.

Şimdilerde, gökte kayan herhangi bir yıldıza rastladığımda, bu hatıra canlanıyor ve “Acaba bu da, bir yiğidin rıza arzusunun kabul alameti olmasın?” diye heyecanlanırım.

YAZARIN TÜM YAZILARI İÇİN TIKLAYIN

web

Diğer Yazılar

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy