‘Hutbe-i Şamiye’ Aynasına Bakabilmek

Yazar Hizmetten
‘Risale-i Nur, kendi sadık ve sebatkâr şakirtlerine kazandırdığı çok büyük kâr ve kazanç ve pek çok kıymettar neticeye mukabil fiyat olarak, o şakirtlerden tam ve hâlis bir sadakat ve dâimî ve sarsılmaz bir sebat ister.”  Bediüzzaman
İslam alemi, bugün tarihinin hiçbir döneminde yaşamadığı kadar felaketlerle karşı karşıya bulunuyor. Özellikle de Batı dünyasında, İslam’la ilgili pek çok yanlış anlamanın devam ettiği ve çoğu insanın, Müslüman ile teröristi bir görerek ‘Bir din nasıl olur da binlerce insanın yok edilmesini teşvik edebilir?’ gibi şaşkınlık içinde sorular sorduğu bir devirde İslam’ın güzel ve gülen yüzünü ortaya koyan Hizmet’in yok edilmeye çalışılması ise zulmün belki de ulaştığı son nokta olsa gerek. Çünkü, Çağdaş dünyada ılımlı, sevgi ve hoşgörüye dayalı gerçek İslam’ın kuvvetli örneklerini Hizmet gösterdi ve Allah’ın inayetiyle göstermeye de devam edecektir.
Fakat, peşine düştüğümüz hedef bu kadar pahalı olunca, o hedef nispetinde de sıkıntıya katlanmamız, imtihanlardan geçmemiz ayet ve hadislerin bildirmesiyle kaçınılmaz oluyor. Sevdası büyük olanın imtihanı da ağır olur, denmesinin sebebi de bu. O büyük gayeye yürüdüğümüz yolda birer tepe şeklinde önümüze çıkan çok zor sıkıntıları, sevmediğimiz tavırları, söz ve davranışları, o kutlu hedef hatırına imtihan vesilesi bilmek ve güzel huyla onları aşıp tekrar yola koyulmak çok da kolay değil tabii ki… Ama, bu dönem öyle bir dönem ki sadece ümitli olmak da yetmiyor, aynı zamanda ümit kaynağı olmak da zaruri hale gelmiş… Her şeyin yolunda gittiği günlerde ümit adına bazı hususları mırıldanmak çok büyük bir marifet değildir. Asıl marifet, yalancı bir şafağın bile çakmadığı bir dönemde iradelere fer verecek bu sözleri söyleyebilmek ve dağınıklığa düşmemektir.
Bediüzzaman Hazretleri, Hutbe-i Şamiye ile asırlardan beri dura dura paslanmış ve bütün nöronları körelmiş, harekete geçme imkân ve kabiliyetleri kalmamış insanlara o gün bir kere daha maddi manevi bütün duygularıyla harekete geçme yollarını gösterdiği gibi, bugün de bazı kimselerin ümit kırıcı sözlerle karamsar bir hava estirdiği ortamda o:
“Ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılabatı içinde en yüksek ve gür sada, İslam’ın sadası olacaktır.” ifadeleriyle, ölmüş iradelerimize ümit kaynağı oluyor.
O, gelişigüzel olumsuz bir tablo çizmek yerine öncelikle problemlerin teşhisinde bulunmuş; sonra da alem-i İslâm’ın yeniden dirilmesi adına gerekli olan reçeteleri sunmuştur. Onun teşhis ettiği en önemli hastalıklardan biri ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî rabıtaların bilinmemesi; tedavi adına ortaya koyduğu reçete de meşveret ruhuyla vifak ve ittifak anlayışının yeniden diriltilmesiydi.
Bediüzzaman, Hutbe-i Şamiye’de bize tuttuğu aynayla arızalarımızı şöyle gösteriyor:
1- Ye’sin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi.
İmtihan ağır olunca insan ister istemez ye’se kapılıyor zaman zaman. Ama, ümitsizliğin çaresi, Allah’ın rahmetinden ümit kesmemektir. Günümüzde sadece ümide sarılmak değil, aynı zamanda canlı bir irade ortaya koymak ve etrafa ümit kaynağı olmak da iktiza ediyor. Üstad’ın, hizmetin temel düsturları ve Nur talebelerinin vasıfları konusunda birçok risalede saydığı en önemli özelliklerinden birisi ümittir. “Sakın ola ki yılmayın ve tasalanmayın; eğer gerçekten mü’minler iseniz, her zaman için üstün olan sizsiniz.” ( l-i İmran Sûresi/3:139) “Allah’ın rahmetinden, rahat ve genişliğe çıkarmasından asla ümidinizi kesmeyin. Şurası bir gerçek ki, O’na inanmayan kâfirler güruhu dışında hiç kimse, Allah’ın rahmetinden, rahat ve genişliğe çıkarmasından ümit kesmez.” (Yusuf Sûresi/12: 87)
2- Sıdk’ın (Sadakatin) toplumsal hayatta ölmesi. 
Doğruluk ve dürüstlüğü, gönlümüzü yakan sevdamızı sosyal hayatımıza da aksettirmeliyiz. Bundan başka bir şey için de dünyada yaşamaya değmez zaten. Hakiki bir mümin, Allah’ın rızası için dünyada kalmalı, Allah için yaşamalı, Allah için oturmalı, Allah için kalkmalı ve her şeyi Allah için yapmalı. İnsan ancak bu duygu sayesinde burada Allah için olabilir. Allah için olan da şeytan için olmaktan kurtulur. Şeytan için olma, her fırsatta kendinden bahsettirme şeklinde tezahür eder. Şeytanın oyuncağı haline gelen kimse ister ki; alem onu dillere destan yapsın, adeta kahramanlaştırsın… Böyle tehlikeli bir sürece girmeden Allah’a yürümeyi (ölmeyi) arzu etmek sadakat ifadesidir… Sıdk bir peygamber sıfatıdır, güzel ahlakın kapısı doğrulukla açılır; en makbul kullar mertebesine ve Cennet’in zirvesine sadâkatle ulaşılır.
3- Adavete muhabbet.
Muhabbete mutlak surette yakınlık duymalı; maneviyatımıza ve benliğimize saldıran düşmana düşmanlık duymalıyız, kardeşlerimize değil…
‘Bazan insanın gururu ve nefisperestliği, şuursuz olarak, ehl-i imana karşı haksız olarak adâvet eder; kendini haklı zanneder. Halbuki, bu husûmet ve adâvetle, ehl-i imâna karşı muhabbete vesile olan iman, İslâmiyet ve cinsiyet gibi kuvvetli sebepleri hafife almaktır, kıymetlerini düşürmektir.
Adâvetin ehemmiyetsiz sebeplerini, muhabbetin dağ gibi sebeplerine tercih etmek gibi bir divâneliktir.
Madem muhabbet adâvete zıttır; ziya ve zulmet gibi hakikî içtima edemezler. Hangisinin esbabı galip ise, o hakikatiyle kalbde bulunacak; onun zıddı hakikatıyla olmayacak. Meselâ, muhabbet hakikatiyle bulunsa, o vakit adâvet şefkate, acımaya inkılâp eder. Ehl-i imana karşı vaziyet budur. Elhasıl: Muhabbet, uhuvvet, sevmek, İslâmiyetin mizacıdır, rabıtasıdır.’ diyor Üstad.
4- Ehl-i imanı birbirine bağlayan nurani bağları bilmemek.
Hizmet içerisinde ve bulunduğumuz toplumda birlik ve beraberlik duyguları içinde yaşamalı, bizi birbirimize bağlayan onca ortak nokta varken kapalı bir kapıya takılıp kalmamalıyız. Kin ve düşmanlık duygularını bertaraf etmeli, sosyal ve ahlaki hasletleri hayatımızın her anına mal ederek yaşamaya çalışmalıyız.
5- Çeşit çeşit sari hastalıklar gibi intişar eden istibdat.
Meşvereti sosyal ve içtimai hayatımıza hakim kılarak, birbirimize karşı saygıyı, hoşgörüyü, nezaket ve adabı göstererek hürriyet ve demokrasi tavrımızı geliştirmeliyiz. Dünya bunu hasretle bekliyor bizden.
6- Bütün himmetini şahsi menfaatlerine harcamak.
Mazlumlar, mağdurlar, mehcurlar, mevkuflar…hapiste, hücrede… hicret yollarında… onca sıkıntı içinde bulunan erkek, kadın, bebek… bunca kardeşimiz varken, sadece kendimizi ve ailemizi, çoluk çocuğumuzu düşünüp tavuk gibi sadece onların peşinde koşturmamız vefaya sığmaz. Bulunduğumuz beldelerde bize düşen Hizmetleri yapmanın yanında, o masum insanlar için elimizden gelen her şeyi yaparak Cenâb-ı Hakk’a niyazda bulunmalıyız. Bunların hepsinin maddeten olduğu gibi, muavenet açısından olduğu gibi, dua açısından da desteklenmesi gerekmektedir. İşte bu zor imtihanla bize aralanan gök kapılarını değerlendirerek, ötelere, ötelerin ötesine bakan ruhanîlerin/meleklerin bakışlarındaki şefkat havasını yakalamak, onlar için “Allah’ım! Bu mazlumları, mağdurları, zâlimlerin, münafıkların şerrinden muhafaza buyur!” demek…
Eğer bugün sendeliyorsak bunun sebebi Üstad’ın ruhumuza tuttuğu bu aynaya yansıyan arızalardan dolayıdır. Özellikle de ümitsizliğe kapılıp sürekli suçlu ve yanlış bulma peşine düşmekle başlıyor bu sarsılma. Evvela, “Sakın ola ki yılmayın ve tasalanmayın!’ sözünü ruhumuza nakşedip suçu da, çareyi de, kendimizde aramalıyız. Suçu ona, buna, doğuya ve batıya atarak meselelerimizi çözemeyiz. Üstad Hazretleri, Sözler, Şualar, Mektubat, Lem’alar ve Mesnevi-i Nuriye gibi eserlerinde nefs-i emmareyi te’dip etmenin Allah’a giden en kestirme ve en emin yola ulaşma olduğunu anlatıyor. “Nefislerinizi temize çıkarmayın, kendinizi hatasız, günahsız görmeyin. (Necm Sûresi/53: 32) Allah’ı unutup da, Allah’ın da kendilerine kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın!” (Haşir Sûresi/59: 19) “Sana gelen her bir iyilik Allah’tandır. Başına gelen her bir fenalık ise nefsindendir.” (Nisâ Sûresi/4: 79) “O’nun Vechi [Zâtı ve rızası] dışında her şey yok olup gitmeye mahkûmdur.” (Kasas Sûresi/28: 88)
Kur’an-ı Kerim, Bakara Sure-i celilesinin son iki ayetinde: “Unuttuk, bir halt karıştırdık, hata ettiysek, Sen, onlardan dolayı bizi muaheze etme!” duasını öğretiyor. Ve İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu iki ayeti okumadan da yatmıyordu. “Allah’ım, hatalarımızdan dolayı bizi muaheze etme!” mülahazası…
‘Hafizanallah, ya el-ayak, göz-kulak, dil-dudak ile işlenen günahlar var ise şayet?!. Onlar, kalp ile Allah arasında öyle sütreler oluşturur ki, kalbin Allah ile münasebeti kesilir; “Var mı, yok mu?” bilemez insan. O’na ibadet yaparken bile şeklen, yatar-kalkar; ne his, ne heyecan?!.’ diyor Hocaefendi bu konuda.
O halde, nefs-i emmaremizi tedip ile bir taraftan sızlayan, inleyen bir gönül ile, yani heyecan mızrabını hassasiyet tellerine dokundurmak suretiyle çıkaracağımız seslerle affımızı Cenâb-ı Hakk’a sunarken diğer yandan daima ümitle kardeşlerimiz için kurtuluş arzularımızı dillendirmeliyiz. Elimizden gelen bütün gayreti ortaya koymalıyız.
Hocaefendi, bugün yaşadığımız süreçleri onlarca, yüzlerce kez yaşadı belki. Ama hiçbirinde tamamen ye’se kapılıp bu işi yarıda bırakmamıştı. Mesela, 12 Mart Muhtırası’nın ardından, güya irticâî faaliyet yapma suçundan 3 Mayıs 1971’de tutuklanmış, altı ay hapishanede kaldıktan sonra tahliye edilmişti. Hapishaneden çıktığı dönemde, iyi bir mü’min olarak tanıdığı ve vefa beklediği bazı kimselerin bile “Artık bu işlere beni karıştırma!..” dediğine şahit olmuş ve çok kırılmıştı. Din ve vatan uğrunda başladığı hizmetlerin anlaşılamamış olmasından dolayı pek kederlenmiş ve davaya müteallik işlerin yarım kalacağından endişe etmişti.
O günlerde, birkaç arkadaşıyla küçük bir odada toplanmış; orada hislerini aktarmaya ve inkisarını ifade etmeye çalışmıştı. Bazı insanların Hizmet’i suçlamaları ve küçük bir tazyikten dolayı geri çekilmelerinden dolayı ne kadar ızdırap çektiğini anlatmıştı Hocaefendi o gün:
‘…Bir aralık, gözyaşları içinde “Boyunduruğu yere mi koyacaksınız?” deyince Yusuf Ağabey birden ayağa fırladı, yumruğunu göğsüne vurdu ve “Hocam, yoluna canım kurban!.” deyip gürledi. Diğerleri de onu takip ettiler; çokları kendi köşelerine çekilseler de bu vefalı dostlarım bir kere daha yüzümü güldürdüler ve ondan sonra da o günkü ahdlerine hep sâdık kaldılar. Sağlam duruşlarıyla, bitmeyen fedakârlıklarıyla, sönmeyen aşk u iştiyaklarıyla sürekli kuvve-i maneviyeyi takviye ettiler ve sonrakilere hüsn-ü misal oldular.’
Evet, kendi düşüncelerini hizmetin önünde tutmuş, dinine hizmet ettiğini zannederek esas nefsine hizmet etmiş, en küçük bir yalpalamada hemen suçlu arama peşine düşmüş, kendisine yönelen övgülerle hizmeti kendinden bilmiş ve bir cübbe giymiş nice insanların bugün dedikleri gibi o gün de başkaları ‘bu iş bitti artık, yeni bir yöntem lazım.’ demelerine karşılık bu yiğit fedakar ağabeyler hizmete inandılar ve bugüne gelmesine vesile oldular.
Bugün, bu davayı miras alan hizmet gönüllülerine de aynı vefa ve fedakârlıkla, sönmeyen aşk u iştiyakla hizmete sahip çıkmak düşüyor.
Bediüzzaman ve Hocaefendi’ye örnek almış insanlar olarak kendimizi sürekli iç kontrolüne tabi tutmamız, kendimiz ile yüzleşmemiz, Allah ile münasebetimizi tekrar tekrar gözden geçirmemiz lazım: ‘Allah ile münasebetim nerede, acaba ben nerede duruyorum? Nerede durmam lazım geldiği halde, şimdi neredeyim? Bana kadar ihlasla getirilen bu davaya hakiki manada sahip çıkabiliyor muyum?’
‘Risale-i Nur, kendi sadık ve sebatkâr şakirtlerine kazandırdığı çok büyük kâr ve kazanç ve pek çok kıymettar neticeye mukabil fiyat olarak, o şakirtlerden tam ve hâlis bir sadakat ve dâimî ve sarsılmaz bir sebat ister.’ diyor Bediüzzaman Kastamonu Lahikası’nda..vesselam…
Kaynak:Fikret Kaplan | Samanyoluhaber.com 

Diğer Yazılar

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy