Hudeybiye’nin Getirdikleri

Yazar Egeli

Size bir vâkıayı arîz-amîk anlatarak, önemli bir hususun mukaddimesini hazırlamaya çalıştım ki, o da Hudeybiye’nin getirdikleriydi. Ne getirdi Hudeybiye? Allah Resûlü bir sulh yapmıştı, bu sulh Müslümanlara ne kazandırdı?

1. İslâm’a Koşanlar

Evvelâ, bu sulh döneminde İslâm’ın Kılıcı Halid b. Velid (radıyallâhu anh) Müslüman oldu.

Halid b. Velid, harplerde dize getirilecek bir insan değildi.. olmamalıydı da… İlerde İslâmî izzete dönüşecek gurur mevcudiyetini devam ettirdiği sürece, kılıç zoruyla İslâm’a girmesi imkânsızdı. Ayrıca, istikbalin bu eşsiz kumandanını, Cenâb-ı Hak, lütfuyla korumuş ve onun, izzetiyle İslâm’a girmesine zemin hazırlamıştı. Eğer böyle bir sulh dönemi olmasaydı, Halid’in buzları nasıl eriyecekti!

Nitekim, Mekke’de yapacak iş kalmayınca Halid, evet o kavgacı insan, hiç olmazsa biraz düşünme fırsatı bulmuştu. Hudeybiye’de Müslümanların zâhiren mağdur edilmeleri ve ikinci sene gelip yaptıkları umrenin hâl ve keyfiyeti, Halid ve Halid gibi düşünenleri derinden derine tesiri altına almıştı. Evet, sulh dönemi, onun için de bir durulma dönemi oldu. Ve bir müddet sonra da gelip Allah Resûlü’ne teslim olduğunu ilan etti.[1] Bu teslimiyet de onun “Seyfullah” olmasını netice verdi. Ve zaten, Allah Resûlü bu neticeyi beklemekteydi. Amr İbn Âs (radıyallâhu anh) da bu dönemde Müslüman olanlardandır.[2] Hudeybiye musalahasıyla gelen bu monoton, bu ülfet dolu hayat, bu yiğitleri, bu kahramanları ve harp meydanlarının küheylanlarını bıktırdı.. bıktırdı; gelip aksiyon cephesini seçtiler ve Allah Resûlü’nün tarafına geçtiler…

Osman b. Talha (radıyallâhu anh) da bu dönemde kazanılan büyüklerdendir. Osman b. Talha (radıyallâhu anh), hayatı boyunca Beytullah’ın anahtarını taşımış ve daha sonra da Allah Resûlü o anahtarları yine ona vermişti.[3] İsimleri geçen bu şahıslar, askerî ve siyasî dehalarıyla, ordular bozan insanlardı. İşte bu insanlar, sulh döneminin yumuşak ikliminde ancak kendilerini idrak edebilmişlerdi.[4]

2. Kâbe Kimsenin Tekelinde Olamaz

İkincisi: O güne kadar Kureyş, her şeye tepeden bakıyordu: “Beytullah bizim.” diyor ve hiç kimseyi yanına sokmuyorlardı. Gelen herkes bâc ödüyor ve Kâbe’yi öyle ziyaret edebiliyordu. Aksi hâlde, Beytullah’ı ziyaretleri mümkün değildi.

Hâlbuki Allah Resûlü’yle yapılan anlaşmada böyle bir şart ileri sürülmemişti ki, bu da Kureyş adına çok büyük bir hata ve çok büyük bir atlamaydı. Müslümanlar ertesi yıl Kâbe’yi bâc ödemeden tavaf edince[5] diğer kavim ve kabilelerde bir uyanma oldu. Demek ki Kureyş, Kâbe’nin yegâne sahibi değildi. Öyle olsaydı, Medine’den gelen Müslümanlar, vergi ödemeden Kâbe’yi nasıl ziyaret edebilirlerdi? O hâlde kendileri niçin böyle bir hakka sahip olmasınlardı ki!

İşte herkeste bu fikir uyanmış ve Kureyşlilerin resmen, Kâbe’nin tek hâkimi olmadıkları ortaya çıkmış oluyordu. Böylece, daha sonraki yıllarda, herkes herhangi bir şeye takılmadan gelip Kâbe’yi ziyaret edecek ve şeâiri haykırabilecekti.

3. Hizmet Sulh Atmosferinde Olur

Üçüncüsü: Sulh ile, Kureyş gailesinin olmayacağı on sene garanti altına alınmış oluyordu. Bu on senelik zaman dilimi, Müslümanlar için çok mühimdi. Allah Resûlü bu dönemde yetiştirdiği irşad ekiplerini çeşitli yerlere gönderme fırsatını buldu ki, bu da, bütün Arap Yarımadası’nda İslâm’ın sesinin duyulması demekti.

Evet artık her yerde Kur’ân sesi yükseliyor ve herkes İslâm dinine koşuyordu. Kur’ân-ı Kerim’in: يَدْخُلُونَ فِي دِينِ اللّٰهِ أَفْوَاجاً “Fevç fevç Allah’ın dinine girerler.”[6] diye müjdelediği an işte bu andı. 10 sene, yeni bir neslin yetişmesi demekti. Kureyş, Müslümanlara nasıl bir fırsat verdiğinin farkında değildi. Farkında olsalardı, böyle bir anlaşmaya asla yanaşmazlardı. Bu zaman diliminde Müslümanlar hem keyfiyet hem de kemmiyet plânında epey mesafe katettiler. İslâm’a yeni dehaletler, bir taraftan ümidi, diğer taraftan da askerî gücü artırıyordu. İşte bu güç ile Müslümanlar bir gün Mekke’nin kapısına dayanınca Kureyş’in yapacak hiçbir şeyi kalmayacaktı.

4. Sulhta İslâm’la Tanıştılar

Dördüncüsü: Bu sulhün kazandırdığı ayrı bir avantaj da, Hudeybiye anlaşmasına kadar, iki taraftan birbirine gidip gelme olmuyordu. Karşılaşmalar hep kılıçların konuştuğu meydanlarda vuku buluyordu. Harp psikolojisi içinde, İslâmî hakikatleri karşı tarafa anlatmak da mümkün değildi. Sulh sebebiyle gidip gelmeler oldu. O güne kadar İslâm’a ait güzelliklerden habersiz yaşayanlar gidip gördüklerinde, bu güzellikler karşısında hayranlıklarını gizleyemiyorlardı… Medine’de yaşanan hayat, Cennet hayatından farksızdı.. ve onu gören büyüleniyordu. Abdest, ezan, cemaatle kılınan namaz ve o insanların namazdaki huşû ve hudûları, Mekkelilerin gönlünü, baş döndürücü bir cazibeyle kendine çekiyordu. Hudeybiye sulhü sayesinde, içine İslâm’ın sesinin, soluğunun ve Kur’ân mesajının girmediği hemen hiçbir ev kalmamıştı. Ebû Cehil’in evinde bile eğer, o güne kadar yaşasaydı, tek başına sadece kendisi kalacaktı. Onun için Hudeybiye, Mekke fethinden evvel bir fetihti.

Evet, Allah Resûlü, bir adım atarken, nasıl attığını çok iyi biliyordu. Nazarının ulaştığı yere ayağını da koyuyordu. Nazar ve ayak bütünlüğü içinde hâdiselerin üstesinden geliyor ve problemleri bir bir çözüyordu.

5. İslâm Resmen Tanınmaya Başlandı

Beşincisi: Bütün kavim ve kabileler bu sulh sebebiyle, Efendimiz ve O’nun temsil ettiği site devletinin, sağla-solla mukavele ve anlaşma yapabilecek bir devlet hüviyetinde olduğunu kabullenmeye başlamışlardı. Günümüzde nasıl, yeni kurulan veya bağımsızlığını ilan eden devletler, diğer devletlerin onları devlet olarak tanımalarıyla meşruiyet kazanıyor ve bunu devletlerarası münasebetlerinde bir referans olarak kullanıyor; öyle de Allah Resûlü onlarla böyle bir mukavele akdettiğinden dolayı tanınmış oluyordu. O’nu Kureyş tanıyınca Taifli niye tanımayacaktı ki? Evet, tanımalar, birbirini takip etti.

İşte Allah Resûlü, Hudeybiye gibi en ağır şartlar altında imza attığı bir anlaşmadan, böyle iç içe fetihler çıkaran harika bir insandı. Hiç düşünmeden, hemen karar vermek zorunda kaldığı bir atmosfer içinde, hiç akla ve hayale gelmeyen böylesi bir fethin zeminini hazırlayabilme, hiç şüphesiz beşer düşünce sınırlarını aşan ve mucize diyebileceğimiz bir muvaffakiyetti ki, bu da O’nun hak peygamber olduğuna en canlı bir şahittir. Zira hiçbir beşerin, ne kadar dâhi de olsa, böyle zâhiren hezimet gibi görülen bir anlaşmadan, bu şekilde bir fethe ulaşabilmesi görülmemiştir. Çünkü böyle bir başarı beşer takatini aşan bir güç, bir irade ve bir ilme vâbestedir.

6. Arkasında Allah Vardı

Evet, O’nun çözdüğü problemlere bakınca, O’nun arkasında bütün varlığa hükmeden Sonsuz Kudret’i görmemek mümkün değildir.

Ayrıca, O’nun, bu Kafdağı’ndan ağır meselelerin altından rahatlıkla kalkmasının arkasında, Kudret Eli’ni, O’nun sıyanetini, riayetini, hıfzını, himayesini ve O’nu korumasını, “Bu benim Peygamberimdir.” demesini görüyor ve bütün benliğimizle coşarak “Muhammedün Resûlullah” (sallallâhu aleyhi ve sellem) diye haykırıyoruz.

Evet, Allah Resûlü karar verirken çok hızlı karar veriyor.. bu hızlı karar için de işin içine girebiliyor.. ve içine girdiği her işin de üstesinden gelebiliyor. Evet, nasıl oluyor da O’nun hayatında -siyer şahit- bir kerecik olsun tamir isteyen bir davranışa rastlamıyoruz, hatta başkalarına göre hezimet, mağlubiyet, sarsıntı durumlarında bile, işin bir kenarından tutar-tutmaz o hezimetten bir zafer çıkarabiliyor ve kendi hesabına idbârları ikbâl yapabiliyor!

Evet, mağlubiyetler, O’nun elinde muvaffakiyete inkılâp ediyor, hezimetler de zafere dönüşüyor.. ve bozgunlar, O’nun sayesinde, fütûhat şeklinde arz-ı endam etmeye başlıyordu.. O, âdeta eşyanın akışına, tabiatına, fıtratına zıt, ayrı bir akış, ayrı bir tabiat, ayrı bir fıtrat meydana getiriyordu.

Oysaki bunlar Allah’a (celle celâluhu) ait şeylerdi: وَاللّٰهُ خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ “Sizi de sizin işinizi de yaratan Allah’tır.”[7] Allah (celle celâluhu), en ekmel, en eşref, en efdal mahlukunun eliyle kendi işlerini yaratıyor… Niçin yaratıyor?: “Bu benim kulum, bu benim peygamberim, bilesiniz.” demek için ve: “Bilesiniz ki, Ben, her şeyde O’nu destekliyorum. Siz milyonlar, milyarlar olsanız; O Benim biricik kulum da bir tane olsa yine hepinize galebe çalacaktır. Neden? Çünkü Ben O’nu, nezdimdeki bütün kuvvet hazineleriyle destekliyorum. لاَحَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إلاَّ بِاللّٰهِ O’nun arkasında Ben varım ve hiç kimse unutmamalıdır ki, arkasında Allah’ın (celle celâluhu) bulunduğu Zât’a karşı ilan-ı harp etmek, Allah’a (celle celâluhu) karşı ilan-ı harp etmek demektir.”

Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) mağlup olmadı, mağlup olmayacak. O’nu mağlup etme sevdasında olanlar, akıllarıyla zıtlaşıyor, kalbleriyle de ters düşüyorlar demektir. Daha doğrusu, kendilerini olmazların kuruntularına salmış bahtsızlardır. Böylelerini Allah, ırgalar, sinyaller verir, ikaz eder, “Kendinize gelin, ey haddini bilmezler!” der.. bütün bunlardan bir şey anlamayınca da derdest eder ve işlerini bitirir.

Evet, Hz. Muhammed’le (sallallâhu aleyhi ve sellem) muharebe yapılmaz, O’na karşı çıkılmaz. Müeyyidi Allah’tır (celle celâluhu) O’nun. Hatta bir yerde O’nun biricik Hâmisi, zevcelerinin dahi küçük bir tavır almalarına karşı, O’nu teselli sadedinde mealen buyuruyor ki “Allah senin arkandadır, melekler senin arkandadır.”[8] Yani semavatın bütün ruhanî sekenesi seni teyit etmektedir. Senin orduların bunlar olunca, artık milyonlarla, milyarlarla sana karşı çıkılmaz ki! Karşı çıkan kafasını sert bir yere çarpıp kendi kafasını parçalamış olur.

Evet, Allah (celle celâluhu) belki imhal eder, ötede herhangi bir itiraz ve mazeretleri kalmasın diye, onlara on defa, yirmi defa, otuz defa mehil verebilir ve âdeta onlara şöyle der: “Görün, anlayın, doğru yola gelin, ahirette itirazınız kalmasın.” Ama, hadisin ifadesiyle, “Bir kere de yakaladı mı artık iflah etmez.”[9]

[1] İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, 4/252; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 4/240.
[2] Taberî, Tarihu’l-ümem ve’l-mülûk, 2/146; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 4/238.
[3] İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, 2/137; İbn Hacer, el-İsâbe, 3/371.
[4] İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, 4/252; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 4/238.
[5] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 4/12.
[6] Nasr sûresi, 110/2.
[7] Sâffât sûresi, 37/96.
[8] Tahrîm sûresi, 66/4.
[9] Buhârî, tefsir (11) 5; Müslim, birr 61.

Kaynak: Sonsuz Nur / M.Fethullah Gülen

Diğer Yazılar

“Aç açabildiğin kadar sineni ummanlar gibi olsun. Kalmasın alaka duymadığın ve el uzatmadığın bir mahzun gönül”

 

M.Fethullah Gülen

Bu Sesi Herkes Duysun Diyorsanız

Destek Olun, Hizmet Olsun!

PATREON üzerinden sitemize bağışta bulanabilirsiniz.

© Telif Hakkı 2023, Tüm Hakları Saklıdır  |  @hizmetten.com 

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy