Güzel insanlar, söze önce Allah’ın kelamıyla başlamak istiyorum. Cenab-ı Hak Âl-i İmrân;144’cü ayeti kerimede şöyle buyuruyor: “Muhammed, sadece resuldür, elçidir. Nitekim ondan önce de nice resuller gelip geçmiştir. Şayet o ölür veya öldürülürse, siz hemen gerisin geriye dinden mi döneceksiniz? Kim geri döner, dinden çıkarsa, bilsin ki Allah’a asla zarar veremez. Ama Allah hidâyetin kadrini bilip şükredenleri bol bol mükâfatlandıracaktır.”
Bilenlerin malumudur, bu âyet Uhud savaşında münâfıkların yıkıcı dedikodularına cevap mahiyetinde inmiştir. Savaşta Hz. Peygamber (a.s.)’ın öldürüldüğü haberi üzerine münâfıklar çeşitli plânlar yapar ve dinden dönme sevdasına girerler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak, bu âyetiyle ebedî dâvanın fanî şahıslar üzerine bina edilemeyeceğini hatırlatır.
Yazıya serlevha yaptığım bu ayetten maksat, son günlerde Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin kamptan ayrılmasıyla alakalı sosyal medyada dolaşan dedikodularla alakalıdır.
Bu konuda öncelikle şunu söylemek istiyorum. Hocaefendi, öteden beri doktorların tavsiyesine itibar eder ve onların dediklerini takvâ düşüncesi çerçevesinde mümkün mertebe uymaya çalışır. Zira kendisi, takvâ kelimesini şöyle açıklar. “Takvâ; şeriat prensiplerini kemâl-i hassasiyetle görüp gözetmenin yan sıra, Cenab-ı Hakkın kâinata koyduğu şeriatı fıtriye kanunlarından azamî derecede yararlanma demektir.” Dolayısıyla hayatını hep takvâ çerçevesinde yaşayan bir insan olarak Hocaefendi, doktorların tavsiyesi üzerine âsude bir mekânda dinlenmeye çekilmiştir. Ayrıca bu tavrıyla da tâkva konusunda ki kendi söylediği kaideye uymuştur.
İkinci olarak Üstadımız, Kastamonu Lahikası 58. Mektupta “Ehemmiyetlidir” vurgusuyla bir meseleye açıklık getirir ki, o günkü talebelerinden bir kısmı Üstadımıza karşı haddinden fazla hüsnü zannederek ifrat noktasına varırlar. Dolayısıyla bu mevzuyu izah için büyük kardeşi Molla Abdullah ile olan bir muhaveresini anlatır.
Kardeşi Molla Abdullah’ın büyük bir evliya olan Hz. Ziyaeddin’e karşı müfritane bir muhabbeti ve hüsnü zannı vardır. Dolayısıyla Üstadımızı kendi şeyhine bağlamak için şöyle der: “Hz. Ziyaeddin bütün ulûmu biliyor. Kâinatta, kutb-u âzam gibi her şeye ıttılâı var.”
Üstadımız da ona şöyle cevap verir: “Sen mübalâğa ediyor ve benim kadar onu hakikî sevmiyorsun. Zira sen kâinattaki ulûmları bilir bir kutb-u âzam olan Ziyaeddin’i seversin. Eğer gayb perdesi açılsa ve hakikati görünse, senin muhabbetin ya zâil olur veyahut dörtte bire iner. Fakat ben, o zâtı senin gibi pek ciddî sever ve takdir ederim. Çünkü, o sünneti seniye dairesinde ehl-i imana hâlis bir rehberdir. Şahsî makamı ne olursa olsun, bu hizmeti için ruhumu ona feda ederim. Perde açılsa ve hakikî makamı görünse, değil geri çekilmek ve vazgeçmek bilâkis daha ziyade hürmetle bağlanacağım. Demek ben hakikî bir Ziyaeddin’i, sen ise hayalî bir Ziyaeddin’i seversin.”
Bu misalde olduğu gibi bazılarımız mübalağa ederek, Hocaefendi’nin şahsını seviyoruz. Halbuki, Hocaefendi’yi bizi sevdiren onun ortaya koyduğu hizmet düşüncesidir. İlk başta verdiğim ayette Efendimiz (sav) için Cenab-ı Hâk’kın, “Şayet o ölür veya öldürülürse, siz hemen gerisin geriye dinden mi döneceksiniz?” sorduğu gibi ben de şöyle sorayım. Elbette bütün faniler gibi Hocaefendi de bir gün vefat edecek. O öldüğü gün bu davadan vaz mı geçeceğiz? İnsanlar fani, İman ve Kur’an davası ise kıyamete kadar bâkidir. Asıl olan yaşadığımız müddetçe bu İman ve Kur’an davasını hayatımızın gayesi haline getirmektir.
Üstadımız yukarıdaki muhaverenin sonunda şöyle der: “(Şahıslara) haddinden fazla hüsn-ü zan ve müfritane âlî makam vermek yerine, fevkalâde sadakat, sebat, ve müfritane irtibat ve ihlâs lâzımdır. (Bizler) onda terakki etmeliyiz”.
Evet, değerli dostlar, sözün özü şu ki, Hocaefendi de bir insandır. Zaman zaman asude mekanlarda dinlenmek onun da hakkıdır. Ağzı olan konuşuyor olsa da bence herkes işine bakmalı ve bu iman davasını güneşin doğup battığı her yere ulaştırmaya gayret etmelidir.
YAZARIN TÜM YAZILARI İÇİN TIKLAYIN