318
GÜNLERDEN MEKTUP GÜNÜ
Teknolojinin hayatımızı gasp etmesiyle birçok basit ama değerli duygularımızdan mahrum kaldığımızı, ilk mektubumun geldiği zaman anladım.
Hapishaneden önce aldığım son mektup 1990 yılında askerdeyken bir dostumdan aldığım mektuptu. Meğer ne değerli, ne kıymetli ve ne duygu yüklü bir ifade etme tarzıymış mektup. Sevgiliden gelen mektup, babadan gelen mektup, dosttan gelen mektup ve bayram tebrikleri hepsi kayboldu gitti artık ve eskicide satılan bir antika, bir “Heey gidi günler”de kaldılar. Yakınlık derecesine göre seçilen renkli kağıtlar, yazı stili, şekillerle ifade edilen duygular, zarfın çeşitliliği, saklanan pullar, bir dolap üstünde kutuya hapsolmuş mektuplar, fotoğraflar, gönderilen ses kasetleri, adına şarkılar yazılan postacı amcalar, ucu yanmış, kalpli ve kitap arasında kurutulmuş gül yapraklarıyla sevgiliden gelen mektuplar meğer ne önemli bir zerafetmiş. İnsanlar birbirine değer verirmiş meğersem ve yalnız değer verilenlere yazılırmış mektuplar. Şimdi bu güzelliklerin yerini, whatsapp gibi manevi değeri olmayan, anlık, basit bir şekilde ve duygudan çok uzak, ‘görüldü’lü mesajlar ve hazır kalıp emojiler aldı.
Cuma günü mektup günüydü koğuşumuzda. Gardiyan öğleden sonra gelir, demir kapı mazgalından toplu bir şekilde bırakır giderdi. Bütün koğuş umut dolu ve parıldayan gözlerle kapıya koşar, bütün mektupları alıp isim söyleyerek dağıtan arkadaşının sesinden kendi ismini duymayı beklerdi. Mektubuna kavuşan zarfı aldığı gibi gözle görülür bir neşeyle yatakhanedeki ranzasına, eli boş olanlar da hüzünle köşelerine çekilirdi. Dost, arkadaş grubumuz korkularından dolayı yazmazlardı bizlere. Mektuplar genellikle anne babadan, çocuklardan, kardeşten veya eşten gelirdi. Ve her mektuptan sonra parıldayan gözler, yerini bol özlem içeren gözyaşlarına bırakırdı. Gözyaşlarıyla beraber uzak bir noktaya dalıp giderdi mektup sahipleri. Bana mektuplar çoğunlukla eşimden gelirdi, sağ olsun hiç ihmal etmedi. Bir de bir iki defa kızımdan geldi. Çok değerliydi benim için o mektuplar, hiçbirini atmadım ve defalarca da okurdum o zamanlar. Mektupları her okuyuşumda sanki sevdiklerim yanı başımdaymış hissine kapılırdım. Tahliye olduğumda da çıkarken, hiçbir eşyamı almamış hepsini koğuşta bırakmıştım. Koğuşta yaşanan koğuşta kalmalıydı bana göre. Ve benimle özgürlüğe koşan, tahliye olan mektuplarımdı sadece.
Hapse girdikten sonra doğan kızını, Ahmet mektubunda görebildi. Kemal sevdiğine mektupla evlenme teklifi yaptı. Ali eşinin boşanmak istediğini aldığı mektupta öğrendi. Selman’a babasının vefatını, mektuplar ulaştırdı. İmran nişanlısına ancak mektuplarıyla ulaşabildi ve Özcan da çocuğunun hastalığını yine mektuplarla öğrendi…
Günlerden cuma, yani hem hüznü hem mutluluğu aynı anda yaşadığımız bir gündü. Benim içinse biraz özgürlük günüydü. Eşim, benim mahrum kaldığım doğanın fotoğraflarını kendisi bizzat çekip bana her hafta mektubunda gönderirdi ve kısa süreliğine de olsa özgürlüğümü yaşardım. Her şey olduğu gibi fotoğraflarda da sınır vardı. On taneden fazlasını kabul etmiyordu yönetim.
Kızımın fotoğrafları, denizin, ağacın, yeşilliğin fotoğrafları ve “görüldü” kaşesinden anladığım, gardiyanın benden önce okuduğu mektuplardı cuma gününü hüzünlü ve güzel yapan. Ve bir sonraki cumaya kadar bütün neşemizi, özgürlüğümüzü o fotoğraf karelerinde yaşardık. Kapalı görüşlerde telefonda, camın arkasından söylenemeyen sözler mektuplarla ifade edilirdi. Bu yüzden mektuplar daha bir değerli oluyordu. Açık görüşte anne babasının yanında duygularını rahatlıkla ifade edemeyen eş, mektubunda dile getirirdi ne kadar özlediğini. Keşke o mektuplar toplanıp kitaplaştırılabilse veya o mektupları okuyup görüldü damgası basan gardiyanlarla bir röportaj yapılabilse.
Beşiktaşlı Murat lakabında bir arkadaş vardı yatakhanemde. Her gün mektup yazardı eşine sayfalar dolusu. Her şeyin olduğu gibi, mektup yazmanın da bir saati vardı hapiste. Gece on ikiden sonra koğuştaki herkes yatakhanelerine çekilir bazıları da boş olan salonda köşeye çekilmiş mektup yazardı. Murat her gün radyonun kulaklığını takar, nice sayfalarla buluştururdu kalemini eşi için. Cuma günleri Murat’a eşinden gelen zarf, hep daha kalın olurdu bizimkilerden. Yenge de, eşi gibi sayfalar dolusu yazardı. İşte bu yüzden hep imrenmişimdir Murat’a. Bir insan sayfalarca ne yazabilir, nasıl bir duygu yoğunluğudur bu diye düşünür, denemek için elime kağıt kalem alırdım fakat bir sayfayı anca doldurabilirdim. Yaşadığımız dünün kopyası sanki: Aynı mekan, aynı insanlar ve aynı işler. Ve Murat’ı kıskanır, sürekli nasıl bu kadar çok yazdığını merak ederdim. Benim yazdığım mektuplar ancak bir sayfayı bulabiliyordu. Hatta üç satır yeterliydi.
“Mahpusum, hapishanedeyim ve sizi çok özledim. Şimdi düşünüyorum da duygularımız, kelimelerimiz ve hayal dünyamız, bedenimiz gibi burada tutsak ve özgür değil. Hayallerimi de yazamam ya…”
Mektuplar sevdiklerimizden bir parçaydı, özgürlüktü. Ve sanırım yıllar sonra bu mektuplar, görüldü damgalı koğuş anısı olarak hep karşımızda olacak ve acı bir hatıra olarak kalacaklar…
HAPİSHANE BENDE NELER DEĞİŞTİRDİ?
Bu sürece iyi tarafından bakabileceğim tek açı bu başlıktır diyebilirim. Üç günlük nezaret sürecinde zamanın, namazın, güneşin değerini anladım. Saat olmadığı için zaman kavramından uzak yaşıyorduk. Her gün zırt pırt baktığımız saat meğer ne değerli, ne kıymetliymiş.
Zamansızlık, dipsiz bir kuyu gibiymiş, boşlukmuş adeta. Polislerden öğrenebildiğimiz saate göre namazlarımızı kılıyorduk. Ve namazın günümüzü beşe bölüp, hayatımızı da düzene soktuğunu ilk defa orada anladım. Dışarıda özgürken yüzüne bakmadığım lezzetlerden altı ay uzak kalınca, onları bile özler oldum. Hapis hayatımda bir lahmacuna sanırım üç gün nöbetçilik yapabilirdim, o kadar değerliydi yani. Anlayın işte…
Silivri yolunda perişan olan ailemin değerini anladım. İşlerden dolayı vakit bulamadığım çocuğumla daha fazla vakit geçirmem gerektiğini anladım. Yarım kalan işlerini, toplantılarını bir şekilde tamamlayabiliyor insan da ailesiyle, çocuğuyla geçiremediği zamanları geri alıp telafisini yapamıyor maalesef… Her gün arayıp soran dostlarım, arkadaşlarım dediklerimin yalnızca menfaat ilişkisi olduğunu ve asıl kötü günde yanımda durabilecek olan iyi dostlarımın, bir elimin parmakları kadar olduğunu gördüm.
Dışarıdayken sıradanlaşan gökyüzünü, hapisteyken tel örgüsüz görebilme hayali kuruyordum. Çünkü avlumuzun çevresi duvar, yukarısı da tellerle örülüydü. Ve ben, şemsiye tutarak kaçtığım yağmuru ve gözlük takarak korunduğum güneşi ilk defa bu denli özledim. O tel örgünün yalnızca gökyüzümüzü değil de hayal gücümüzü de engellediğini, gün geçtikçe ben de anladım. Toprağa dokunabilmenin, denize girebilmenin, ağaçtan yaprak kopartabilmenin ve demir parmaklıksız pencereden dışarıya bakabilmenin, özgürlük olduğunu anladım. Kapıyı istediğin zaman açıp çıkabilmenin anlamını daha iyi kavradım. Gece yarısı kalkıp sana ait olan buzdolabından dilediğini yiyebilmenin, tuvalette kapıda birilerinin beklemediğini bilerek elinde telefonunla zaman geçirebilmenin veya sudoku çözebilmenin, çocuğuna dilediğin zaman sıkı sıkı sarılabilmenin, üzerin aranmadan evine girebilmenin, her daim güler yüzlü karşılanmanın, istediğin zaman istediğin kanalı açıp izleyebilmenin, istediğin müziği dinleyebilmenin, telefonla istediğin kişiyi arayıp süre dolma derdi olmadan muhabbet edebilmenin, yalnız kalabilmenin, çamaşır makinesini kullanabilmenin, temiz çarşaflı ve sana ait olan yatağında rahatça uyuyabilmenin, farklı giysiler giyebilmenin ve en çok da çorabını çıkarıp istediğin köşeye fırlatabilmenin değerini çok iyi anladım. Normalde gözüme bu kadar basit görünen şeylerin, hapiste hasret kalınması ne kadar da farklıymış ve o sıradanlaştırdığımız şeyler aslında ne kadar da önemliymiş…
Kaybedince anlıyor insan sahip olduklarının değerini. Özgürlük meğer ne önemli şeymiş, su gibi, hava gibi… En önemli ve faydalı olan da bana, içeride Allah’ı tanımamdı. Dua etmeyi, ona yalvarmayı ve sadece onun varlığının tek gerçek olduğunu, kaderi, namazı daha iyi anladım. Hayatımın her evresinde bildiğim Kur’an’ı hapishane de keşfettim. Hz. İbrahim’in ateşe atılırken yaptığı duayı ancak hapiste idrak edebildim. Mazlumiyeti orada gördüm. Gerçek sevgiyi hapis hayatımda anlayabildim. Çok değer verdiğim dünya hayatının aslında ne kadar boş olduğunu da yine hapiste gördüm. Toplum olarak insani değerlerden ne kadar uzak olduğumuzu, insan olmadan Müslüman; insan olmadan Türk-Kürt; insan olmadan alevi; insan olmadan başka vasıflar almaya çalıştığımızı ve insanlıktan gittikçe uzaklaştığımızı gördüm. Yıllardır, masum olarak bir yıl civarı hapiste yatan Necip Fazıl Kısakürek’i dilimizden düşürmezken, Nazım Hikmet’e, Kemal Tahir’e öteki diye hiç bakmadığımızı gördüm. Şimdi daha objektif bakıyorum. Karşımdakini önce insan olarak kabul ediyor, ocu bucu demeden önce insani değerlerle yargılıyor ve sonra vasıflarına bakıyorum. Bizden veya sizden tarafına bakmadan, kötüye kötü, iyiye iyi diyorum.
Sıfırdan başlamanın hafifliğiyle, küçük şeylerden de lezzet almaya çalışıyorum. Kısacası elimdekinin değerini daha iyi anlıyor ve farklı pencerelerden de bakabiliyorum artık hayata. En azından karşılıksız sevmeyi öğrendim, bu da az şey sayılmaz…