“Hani Kur’an herkese hitap ediyordu baba?” | Ahmet Kurucan

Yazar Mizan

Geçen hafta yayınlanan sosyal dayanışma ve yardımlaşmayı konu edinen yazımda Tevbe suresi 79. ayetine vermiş olduğum iki ayrı meal birilerinin dikkatini çekmiş. O meallerden biri ayetin lafzını merkeze koyan, her bir kelimeye sözlüklerde yer alan manalar esas alınarak verilmişti. Nüzul sebebi, nüzul ortamı, ayetlerin siyak ve sibakı (öncesi ve sonrası), maksadı ve vermiş olduğu mesaj nazara alınmadan verilen o meal -isterseniz harfi ve lafzi tercüme diyelim buna- derli-toplu bir anlama sahip değildi. Tercümeyi okuyunca “Allah burada ne diyor, kimden bahsediyor, neden böyle söylüyor” soruları cevapsız kalıyordu.

Ama yukarıda bahsettiğim arka plan bilgileri ile birlikte verdiğim ikinci tercüme -ki ben buna tercüme değil meal-ı münif demeyi tercih ettim- bu soruların hepsine cevap veren ve insan zihninde bütüncül bir anlam çağrıştıran muhtevaya sahipti. Çok zor bir iş. Zira son tahlilde önünüzde duran Allah’a ait bir kelam. Dolayısıyla Allah’a söylemediği bir şeyi söyletme riski taşıyor. Bu tercihte mühim olan metnin özgün anlamının anlaşılması için yapacağınız ilavelere dikkat etmeniz, fazla sayılabilecek bir kelime bile kullanmamaya özen göstermeniz, Allah’ın kelamına meal adı vererek kendi yorumunuzu katmamanızdır. Te’vil ve tefsir kitaplarında yer alacak cinsten izahlar yapacaksanız onun yeri meal değildir.

O yazı yayınlandıktan sonra bir arkadaştan şöyle bir mesaj aldım. Kur’an meali okuyan kızı demiş ki babasına: “Baba! Hani Kur’an herkese hitap ediyordu. Bak ben anlamıyorum.” İşte bu. Benim 3 sayfalık bir yazı ile anlatmaya çalıştığım şeyi o kızımız iki cümlede özetlemiş. Kaç yaşında olduğunu bilmediğim o kızımız değil ve sadece bugün de değil, sahabe neslinden sonra günümüze kadar uzayan dönemlerde her Müslümanın sorunudur aslında bu. Kimileri farkında kimiler değil ama Kur’an Hz. Peygamber (sas) dönemindeki hitap özelliğini yitirip metin olarak önümüze konduğu günden bu yana sadece lafzi tercümeden hareketle Kur’an anlaşılmaz, anlaşılamaz. Arapçanın ana dil olması da bir şeyi değiştirmez. 15 asırdır ümmetin içinde bulunduğu fasit daireden bahsediyorum. Bunu kırmanın ve parçalamanın en birinci ayağı hiç şüphesiz Kur’an ayetlerinin her birinin özgün manasının bilinmesidir. Bahsini ettiğim yazıda bana aynı ayete iki ayrı meal verdiren saik de budur.

Kızına meal okutan, okumasını isteyen baba buna karşı ne diyor acaba? Kendisi söylesin. Şöyle yazdı bana: “İkna edene kadar akla karayı seçiyorum.” Akla-karayı seçiyor güzel de ikna ediyor mu acaba? Ben edebildiğine, o kızcağızı aklen tatmin kalben mutmain edecek ölçüde izahlar getirebildiğine emin değilim.

Meselenin ehemmiyetini bir kez daha göstermek için bu yazıda aynı konuya devam etmek istiyorum. Ayeti Tevbe süresinden seçtim. Ayet numarası 9. Latinize harflerle önce ayetin orijinalini vereyim. “İşterav bi-âyâti(A)llâhi śemenen kalîlen fesaddû ‘an sebîlih(i), innehum sâe mâ kânû ya’melûn(e)”

Lafzi tercüme şöyle: “Allah’ın ayetlerine karşılık az bir değeri satın aldılar, böylece O’nun yolunu engellediler. Onların yaptıkları gerçekten ne kötüdür.” Ali Bulaç’ın “satın aldılar” diye tercüme ettiği “İşterav” kelimesini başkaları  “sattılar” veya “değiştiler” şeklinde tercüme etmişler Tercümeleri şöyle: “Allah’ın ayetlerini az bir değer karşılığında sattılar/değiştiler”

“İşterav” fiili üzerindeki “satın aldılar” veya “sattılar” ihtilafı bir kenara tercümeden ne anlıyoruz buna bakalım. 5N 1K diye formüle edilen ne, nerede, nasıl, neden, ne zaman ve kim sorularının cevabını bulabiliyor muyuz? Allah’ın ayetleri nedir, kimdir bu az değer karşılığı satanlar, satın alanlar veya değiştirenler, az değer nedir, O’nun yolu ne anlama gelir, engellemek, alıkoymak ne demek? Bunların hiç birisinin cevabı yok. Bu sorularak cevap verebilmek için mutlaka nüzul ortamına ve nüzul sebebine gitmemiz gerekiyor.

İşte geçen haftaki yazımda ifade etmeye çalıştığım gibi bu bilgiler zihnimizin bir kenarında olarak Allah’ın maksadını anlaşılır bir şekilde kelimelere dökmek gerekir yapılacak tercümede. Meal-i münif budur.

Kısa bir nüzul ortamı ve sebebi bilgisi sunduktan sonra bu meal-i münif denemesini yapalım. Tevbe suresinin ilk 24 bir rivayete göre ilk 28 ayeti Mekke fethinden sonra nazil olmuştur. Ayetlerin muhtevası anlaşmalarını bozan Mekke müşriklerine verilen bir ültimatomdur. Hz. Ebu Bekir’in hac emiri olarak Mekke yolunda olduğu bir zamanda nazil olduğu bilinen ve bir anlamda savaş ilanı olan bu ayetleri devrin anlayışına göre ya devlet başkanı olarak Efendimiz (sas) ya da onun kabilesinden birinin tebliğ etmesi gerekmektedir. Bu sebeple Hz. Ali’yi gönderir Allah Resulü (sas).

Müşriklerin söz konusu anlaşmalarını bozmalarına vesile olan olaylardan bir tanesi de Ebu Süfyan’ın Hz. Peygamber karşısında yer alan kişilere vermiş olduğu yemektir. Rivayetlere göre verilen o yemek kendi aralarında dayanışmaya ve Müslümanlar karşısında güç birliği yapmalarına vesile olmuştur. İhtimal ki Ebu Süfyan gibi bir dâhinin yemek verme hedefi de buydu.

Bir önceki ayette ise kaide kural tanımaz Mekke müşriklerine karşı verilen bu yaptırımı sert bulan ve muhtemel bir savaşta çekingen durma ihtimali bulunan kişilere tatmin sadedinde müşriklerin karakteri anlatılır ve denir ki: “Eğer onlar size karşı galip gelselerdi ne akrabalık bağlarını gözetirler ne de anlaşma kurallarına uyarlardı.”

Ele aldığımız ayet ile alakalı olarak dile getirdiğimiz bu iki kısa arka plan bilgisi bizi özgün manaya yaklaştırmış olması lazım. Demek ki Allah’ın ayetleri ile kast edilen, arabalık bağları ve anlaşma şartlarına uyulması; az bir değer, anlaşmaları bozmaları kararının verilmesine neden olan sebeplerden biri olan Ebu Süfyan’ın verdiği yemek; Allah’ın yolundan alıkoyma da lider kadrosunun vermiş oldukları kararlar nedeniyle anlaşmalara uygun bir şekilde yaşamayı düşünen kişilere bu imkanın verilmemesi. Öyleyse meal-ı münif şöyle olmalı: “Onlar Allah’ın ayetlerini yani akrabalık bağlarının gözetilmesi, anlaşma şartlarına uyulması gibi emirlerini az bir dünya menfaati karşılığında sattılar. Üstelik başka insanları da Allah’ın yolundan alıkoydular. Gerçekten onlar ne fena iş yapıyorlar!”

Bir hatıra ve bir hatırlatma ile bitireyim yazıyı. 35 yıl önce Ankara İlahiyat sıralarında öğrenci iken tefsir dersinde klasik tefsir metinleri okuyoruz. Her hafta 2 saat olan bu derslerde çeşitli tefsirlerden 7-8 sayfalık metinler bunlar. Bir hafta İ. Kesir, diğer hafta Zemahşeri, bir başka hafta Taberi vs. Öğrenciler olarak bizlerin elinde piyasadaki çeşitli mealler var. Hoca tefsirini okuyacağımız ayetlerin meallerini okutuyor bize. Fakat değişmeyen bir sonuç var; o da hoca meallerin/tercümelerin hiçbirini beğenmiyor ve ardından kendine mahsus şivesi ve tavrıyla kendine hitap ederek: “otur bir meal yaz” diyor. Her hafta tekrar eden bu manzara karşısında siz olsanın ne yaparsınız bilmem ama bizler biraz da öğrencilik psikolojisinin etkisiyle her defasında kahkahalarla gülerdik. Gülmemizin iki sebebi var. Bir, her ayet ve her mealde aynı cümleyi söylemesi. İki; kendine has insanı gerçekten güldürecek hali ve tavrı.

Ama bugün 35 yıl öncesine geriye dönüp baktığımda Hocaya hak veriyorum. O zaman anlamamışız hocayı. Bu yazıda anlatmaya çalıştığım şeyi söylerdi hocamız bize. “Bu tercüme ile Allah’ın maksadı ve muradı anlaşılmıyor” derdi. Allah gani gani rahmet eylesin. Güzel bir insandı. Mekânı cennet makamı Firdevs olsun.

Hatırlatma ise Hocaefendi’ye ait. 30 yılı aşkın süredir gerek ders halkasında gerek sohbet ortamlarında kendisinden defalarca duymuşumdur tercüme, meal, meal-i münif, te’vil ve tefsir ekseninde aynı noktaya parmak basan değerlendirmelerini. Kendi ifadeleriyle “mücerred manada meal okumanın faydadan çok zarar bile verebileceğini”  kaç defa soylemiştir. Onun için “meal üstü tefsir altı” diye ifade ettiği açıklamalı bir mealin yazılmasını ne kadar istediğini, bu amaçla bazı girişimlerde bulunup, işin altından kalkabilecek yetkinlikte olan kişilere ricada bulunduğunu herkes bilir.

Hasılı; bir din olarak İslami doğru anlamanın ilk adımı onun hitabı ve kitabı olan Kur’an’ın doğru anlamaktan geçer. Ama bizler henüz o ilk adımı olmasi gerektiği duzeyde bile atabilmiş, atmış olsak da atılmış adımları dilimize kazandırabilmiş, insanımıza anlatabilmiş değiliz. Heyhat! Bunu yapmadıktan sonra 10 yaşındaki kız çocuğundan da 20 yaşındaki delikanlıdan da 45 yaşındaki hanımdan da 75 yaşındaki dededen de “Hani Kur’an herkese hitap ediyordu. Bak ben anlamıyorum” cümlesini daha çoooook duyarız.

Kaynak : Tr724 | Ahmet Kurucan

Diğer Yazılar

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy