Eskiler karşılaştıklarında birbirlerine “Nasılsın? İyi misin?” diye sorar, bununla da Cenab-ı Hak ile olan irtibatlarını kastederlermiş. “Allah ile aran iyi mi? Kurbiyetini artırdın mı? İbadetler nasıl gidiyor?” gibi soruları demek isterlermiş. Günümüz insanı bu sorulara genelde “iyi” olduğunu söyleyerek cevap veriyor. “Çok şükür” diyenlerimiz de çok, çok şükür.
Evet vaziyet, durum, idrak ediliyor olan an gibi manalarla karşılayabileceğimiz “hâl” ve ikamet edilen yer, mevki, mertebe gibi anlamlara gelen “makam” tasavvuf terminolojisinde en çok kullanılan kavramlardandır.
Türkçede de çok yaygın olan bu iki kelime, tasavvuf ıstılahında, insanın hissettiği duygularla alakalı olarak kullanılır. Şu örnekten gidelim: hani bazen durup dururken içimiz daralır, canımız bir şey istemez, hayat az ya da çok sıkıcı olur ya. İşte tam buna “kabz hâli” denir. Kâbıd olan Cenab-ı Hak, kalbimizi adeta avucuna alır ve sıkar. Murad buyurduğu vakit de Bâsıt ismiyle tecelli buyurur ve o durumdan bizi rahatlatır. Adeta avucunu açar ve vicdan genişliği, inşirah, yaşama sevinci, mutluluk, huzur ve ferahlık gibi kelimelerle karşılayabileceğimiz ruh hâlini bahşeder. Buna da “bast hâli” denir.
İşte bu tür duygularımız hâldir; geçicidirler, uzun süre devam etmezler ve bizim iradelerimize bağlı değillerdir. “Ben şimdi içimde bir sıkıntı yaşamak istiyorum” deyip kabz hâlini veya “içimde bir inşirah duymak istiyorum” diyerek bast hâlini yaşayamayız. Bu gibi duygular, tamamen Yüce Allah’ın bizimle alakalı takdirleridir. Elbette hayatımızdaki bazı sıkıntılar bizde kabz hâline sebep olabilir veya sevdiğimiz bir iş, bir insan, bir ibadet, bir hizmet, bast hâlini yaşamamıza vesile olabilir. Ama bütün bunlar geçicidir ve bizim isteğimizle cereyan etmezler. Yüce Allah bunları istediği vakitte, istediği kadar kalblerimize gönderir. Bunu vurgulamamızın sebebi, hâl ile makamın ayrıştığı yer olmalarından ötürüdür. Yani hâl geçici ve iradelerimize bağlı olmaksızın gelişirken, makam, kalıcı ve iradelerimizle alakalı olarak cereyan eder.
Hâlle alakalı “kabz” ve “bast”ı örnek vermiştik. Makama örnek olarak da “tevbe” ve “rıza”yı verebiliriz. Kendine göre, işlediği bir günah veya bir gafletinden ötürü bir mümin, Cenab-ı Hakk’a yönelir hem affını diler hem O’na teveccüh eder. Zaten tevbe, Hakk’a dönüş, O’na yöneliştir. Kul, bu vesileyle yaptığı yönelişini iradesiyle devam ettirebilir, sürekli olarak Rabbine dönük yaşayabilir, bütün ömrünü tevbe ile tevbekâr olarak geçirebilir.
Aynı şekilde rızadan da bahsedebiliriz: İnsan, bir taraftan Yüce Allah’ı razı edebilmek için O’nun emir ve yasaklarına göre hayatını düzenler. Kalbini O’nun hoşnutluğu çerçevesinde tutmaya çalışır. Diğer taraftan da O’nun kendisi hakkındaki takdirlerine gönülden razı olur. Şükür ve sabır yörüngeli bir hayatı idrak etmeye gayret eder. Yani hem Allah’ı razı etmeye çalışır hem de O’ndan razı olma cehdi içine girer. Rızanın bu ikisi de birbirinden zor yönleriyle hayatını geçirir.
Tevbe ve rıza üzerinde bu ciddiyetle duran böyle bir mümin, tevbe ve rıza makamında ömrünü bereketle yaşamış olur.
Ayrıca hâle örnek olarak murâkabe, kurb, muhabbet, havf, recâ, şevk, üns, itminan, müşâhede ve yakîni, makama örnek olarak da takva, zühd, sabır, şükür ve tevekkülü de verebiliriz.
İnsan, geçmişi ve geleceği beraber yaşayan yegâne varlıktır. Arkamızda bıraktığımız acı tatlı hatıralar, dünyevî uhrevî ileride bizi bekleyen şeyler ister istemez bizi meşgul eder. Bu meşguliyet, içinde bulunduğumuz ânı yaşamamıza engel olur. Aslında en önemli ve en değerli zaman parçası, içinde bulunduğumuz andır. Geçmiş arkada kalmış, gelecek ise meçhuldür. En gerçek olan vakit ise idrak ediyor olduğumuz zaman parçasıdır. İşte bu zaman parçasına yani âna hâl denir ve ona odaklanmak, hayatı anbean yaşamak, kaçırmadan, geçmiş ve geleceğin savurmasına fırsat vermeden değerlendirmek, o anda ve her anda yapılması en doğru olan şeyi yapmak, Hak yolcularının üzerinde en çok durduğu hususlardandır. Hayatını bu seviyede bir idrakle geçiren insana ise “vaktin çocuğu” manasına “ibnü’l-vakt” denmiştir.
Bu açıdan bakınca, hayatın hâl ve makamdan ibaret olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Evet mümin, hâlden hâle geçip terakki eder, idrak ettiği bazı makamların üzerine başka makamlar da koyar ve bitip tükenme bilmeyen azmiyle Hak yolunda mesafe almaya devam eder.