216
Üstad Hazretleri Sunuhat’ta bazı oluşumların ellerindeki imkanları kullanarak zihinlere yaptığı telkinlerle dinsizliğe, lâubâliliğe, başka bir dine meylettirmeye veya İslamiyet’ten şüphe ile soğutmaya bir kapı açmak istediğini ve “Nerede bir Müslim varsa nisbeten fakir, gâfil ve bedevî” olduğu desisesini kullandıklarını ifade etmektedirler.
Aynı yerde, Hazreti Bediüzzaman günümüzde Avrupa’nın üstünlüğünün bir maddi ve bir de manevi üstünlüğünün sebeplerini açıkladıktan sonra, bu planı uygulamak için yeryüzünde nerede Müslümanların çoğunlukta olduğu yerler varsa o yerlerin geri bırakılması için ve Müslüman olmayan yerlerin ise kalkınması ve gelişmesi için çalışıldığına dikkat çekmektedirler.
Bugün bütün Dünya’da ve özellikle Batı Dünya’sında ulaşılan ilmi seviye tarih boyunca yaşayan medeniyetlerin ortaya koyduğu ve bugüne kadar birikerek gelmesinin bir sonucudur.
Dolayısıyla bütün bir insanlığın ortak malıdır. Önceki medeniyetlerden en son bu bayrağı devralarak bugünkü seviyeye taşıyanlar ise ağırlıklı olarak Batı medeniyetleri olmuştur. Buna bakarak bu Dünya’nın diğer yerlerdeki medeniyetlerden daha faziletli veya sahip olduğu maddi, manevi ve dini değerlerinin tamamının diğerlerinden üstün olduğu anlamı çıkartılamaz. Batı Dünya’sı dışındaki toplumlar da tarih boyunca çok büyük medeniyetler ortaya koymuşlardır. Bugünkü medeniyette hepsinin payları vardır. Bu hakikati gökyüzündeki uçakları gördüğünde çok sevinen Üstad Hazretlerinin “Bunlar benim nev’imin medarı iftiharlarıdır” sözlerinde de görmek mümkündür.
Bediüzzaman Hazretleri aynı eserde, insafsızca, aldatıcı bir cerbeze, muvazene ve mukayese ile, Avrupa’nın iyilik ve güzelliklerinin bizim bugünkü kötü taraflarımızla, bütün bir tarih boyunca bütün medeniyetlerin geliştirdikleri ve birikerek ortaya çıkan fikirlerinin meyvelerini Hıristiyanlığa mal edip, bu birikimden istifade edemeyen ve gerçek anlamda İslam’ı yaşayıp temsil etmekten de çok uzak bulunan bugünkü Müslümanların yaşadığı coğrafyalardaki devletlerin meyvelerine bakıp, İslamiyet’in düşmanı olan gericiliği İslam’a mal etmenin hakikatleri tam tersine çevirmek olduğunu ifade etmektedirler.
Üstad hazretleri konunun devamında, bu yanlış bakış açısına sahip olan bu coğrafyalardaki insanların içine düştükleri çelişkileri ise şöyle dillendirmektedirler: “(1) Avrupa’ya şedid bir meftûniyet ve milletine karşı derin bir nefret hissiyle, kendini Avrupa’nın nâmeşru veledi gösterdiği gibi, (2) ihtilâl fikri, tahrip meyli ve aldatıcı cerbezenin neticesi olan isyankâr, iftiracı, namus lekeleyici hiciv ile kendi firavunluğunu ve zımnen medih ve gururluluğunu ve bilmediği halde İslâma düşmanlığını göstermekle beraber, (3) firavunluk, enâniyet, gurur hükmüyle milletine karşı şer’an, aklen, hikmeten mükellef olduğu şefkat hissi yerine tahkir hissi, incizap meyli yerine nefret meyli, muhabbet meyelanı yerine hafife alıp küçümseme iradesi, saygı ve ihtiram temâyülü yerine câhil görme meyelanı, merhamet arzusu yerine büyüklenme arzusu, fedâkârlık seciyesi yerine, kendi başına ve kendi bildiğine hareket etme temâyülü koyup; hamiyetsizliğini, asılsızlığını gösterdiğinden, hakikat nazarında öyle bir cânî ve nefrete hedef olmuş olur ki, mesela, birisi Paris’te sefâhet âleminde bir âlûfte (iffetsiz) madamın boyuna posuna uygun görüp beğendiği bir elbiseyi, câmide muhterem bir hocaya giydirmeye çalışmak gibi ahmâkça ve cânîce bir harekette bulunur.” (Sunuhat Üzerine-Abdullah Aymaz)
(1) “Avrupa’ya şedid bir meftûniyet ve milletine karşı derin bir nefret hissiyle, kendini Avrupa’nın nâmeşru veledi gösterdiği gibi,…”
Sahip oldukları paslanmış eşsiz elmasın, daima cilâlanmış camdan üstün olduğundan ve İslamiyet’in zahiren görünen zaafının şu hâzır medeniyetin başka dinin hesabına hizmet etmesinden kaynaklandığından, hep menfilikler, zalimler ve zulümler nazara verildiğinden dolayı tarih boyunca ortaya koydukları medeniyetler eliyle teessüs ettirilen adalet, hoşgörü, başka kültürlerle bir arada yaşama, hak, hukuk, maddi ve manevi ilimlerin bugünkü seviyelerine gelmesindeki çok önemli katkıların varlığından da haberleri olmadığından, günümüz Müslümanları nokta istinattan mahrum kalmışlar ve zamanla kendi değerlerinden uzaklaşıp başkalarına intisap edebilmişlerdir.
Sonuç olarak Avrupa’ya karşı aşk derecesinde çok güçlü bir tutku, ama kendi milletine karşı çok derin bir nefret hissi meydana gelmiştir. Kendi milletine tabi olmaktan kaçınarak Avrupa’ya intisap eder ki bu Avrupa’nın gayr-i meşru bir evladı olmak demektir. Bunlar tarafından Avrupa’dan gelen her şey tebcil edilip baş tacı edilirken, kendi milletlerine ve değerlerine ait her şey ise lanetlenip tahkire tabi tutulmaktadır.
(2) “… ihtilâl fikri, tahrip meyli ve aldatıcı cerbezenin neticesi olan isyankâr, iftiracı, namus lekeleyici hiciv ile kendi firavunluğunu ve zımnen medih ve gururluluğunu ve bilmediği halde İslâma düşmanlığını göstermekle beraber,…”
Böyle insanlarda kendi değerlerine karşı bir ihtilal fikrinin, onları tahrip edip yok etmek arzusunun, kötülüklere ve menfiliklere kilitlenerek yoğunlaşmaktan kaynaklanan genelleştirmelerin ve iyilikleri görmezlikten gelerek karanlığa gömmek özelliği olan aldatıcı cerbezenin neticesi olarak her değere karşı baş kaldırmak, iftirada bulunmak ve namusları lekeleyici olan eleştirmek, çekiştirmek ve alaya almak suretiyle kendini beğenmişliklerin, gurur ve kibirlerin ve maalesef gerçek manada bilgi sahibi olmadıkları halde, sahip oldukları yetersiz ve tutarsız bilgilerin ve gördükleri yanlış temsillerin de etkisiyle İslâm’a karşı düşmanlıklar görülmeye başlar.
(3) “…firavunluk, enâniyet, gurur hükmüyle milletine karşı şer’an, aklen, hikmeten mükellef olduğu şefkat hissi yerine tahkir hissi, incizap meyli yerine nefret meyli, muhabbet meyelanı yerine hafife alıp küçümseme iradesi, saygı ve ihtiram temâyülü yerine câhil görme meyelanı, merhamet arzusu yerine büyüklenme arzusu, fedâkârlık seciyesi yerine, kendi başına ve kendi bildiğine hareket etme temâyülü koyup; hamiyetsizliğini, asılsızlığını gösterdiğinden, hakikat nazarında öyle bir cânî ve nefrete hedef olmuş olur ki…”
Maruz kaldıkları firavunluk, enâniyet ve gururun etkisiyle içinden neşet ettiği kendi insanlarına ve dindaşına karşı maddi ve manevi kriterler açısından mükellef bulunduğu şefkat hissinin yerini tahkir hissi, mensubiyeti arzu etmenin yerini nefretle uzaklaşma, merhamet edip acımanın yerini büyüklenme, fedakârlık duygusunun yerini başına buyruk bir hayat yaşama arzusu alır.
Bu haldeki insanların kendi dünyalarına karşı mürüvvetli ve faydalı olmaları ise çok zordur. Bunların toplumlarına hamiyet ve hizmet etme adına iddiaları asılsız ve samimi olmayan söylemlerden ibarettir ve daha çok kendi menfaatlerini temin amacını taşımaktadırlar.
Bu hastalıklar sadece günümüzle sınır kalmaz, geçmişe de sirayet eder. Yani, tarihte kendi milleti ve dinine mensup olan insanlar tarafından ortaya konmuş olan medeniyetlere ve değerlere mensubiyeti de arzu etmez. Müslüman veya mensubu olduğu milliyet kimliği anılmak bile onları rahatsız eder. Sonuç olarak, tamamen mazisinden kopmuş ve geçmişinden bugüne intikal eden manevi değerlerinden uzaklaşmış olurlar. Bu insanların köksüz ağaçlar gibi en ufak fırtınalar karşısında bile savrulmaları ve sarsılıp yıkılmaları ise kaçınılmaz hale gelir.
Bu duruma düşen ve aslında hakikat nazarında birer cânî hükmünde olan bu insanlar Batı’daki birtakım menfilikleri veya yaşanan manevi hastalıkları da misk-ü amber kabul etmekte ve bunları kendi milletleri içerisinde yaymaya veya kabul ettirmeye çalışmaktadırlar.
İnşaAllah bir sonraki yazıda devam edelim.
Kaynak: Prof.Dr.Osman Şahin | Samanyoluhaber