Gurbetten Şehadete: Hıdır Çalka

Yazar Hizmetten
web

“Geceler, siyah bir örtü gibi

Örtse de gözlerimizi,

Yıldızlar şehadet eder bize

Ve ay, bir kandil gibi yanar gecenin ortasında.” (Sezai Karakoç – “Mona Roza”)

Bazı insanlar karanlıkları delen bir ışık olur, yaşadıkları yerlere yıldızlar gibi iz bırakırlar. Onların vedası, aslında bir kavuşma vaadidir. O yüzden Yunus Emre der ki: “Ölümden ne korkarsın, korkma ebedî varsın, Ölen beden imiş, âşıklar ölmez.”

Doğu Afrika, insanlığın en karanlık yüzüyle sınandığı, soykırımların vicdanlara kilit vurduğu, tarihin kanlı harflerle yazıldığı ve insanlık onurunun ayaklar altına alındığı bir coğrafyanın adıydı. Ruanda’da masum çocukların çığlıkları yankılanırken, Darfur’da annelerin umutsuz feryatları yükselirdi, Somali’de iç savaşın açtığı derin yaralar kapanmazken, Kenya’da etnik çatışmalar masum canları alırdı. Bu sebeplerle cehaletin, fakirliğin ve ihtilafın hüküm sürdüğü Doğu Afrika’ya, kimileri turist olarak bile gitmekten korkarken, eşiyle ve iki çocuğuyla gönüllü hicret edip, son nefesine kadar orada kalmayı göze almış bir gönül insanıydı Hıdır Çalka. Önce Kenya’da 10 yıl boyunca görev yapmış, öğrencilerinin temiz gönüllerine sevgi dilini nakşetmiş, sonra şahadete yürüyeceği iç savaşın alevlerinin yükseldiği Somali’ye çevirmişti yönünü. Uzun yıllar burada kalmak, o topraklarda umudun yeşermesine tanıklık etmekti niyeti.

Hıdır hoca gibi, Kemale hoca da Azerbaycan’dan Somali’ye eşiyle birlikte hicret etmiş, gönüllü olarak Türkçe öğretmenliği yapıyordu. Sadece kelimeleri değil, gönül diliyle konuşmayı, edeple yaşamayı, adanmışlığı da öğretiyordu çok sevdiği öğrencilerine. O, mesleğini sadece bir iş gibi değil, yüreğinden süzülen bir dua gibi yapardı. Konuşurken başını bir kez olsun kaldırıp göz göze gelmezdi; bu dünyaya ait olmayan bir mahcubiyet, iç dünyasında saklı bir incelik vardı bakışlarında. Sessizdi ama varlığı her yerde hissedilirdi. Edebin ve tevazuun ete kemiğe bürünmüş hâliydi.

Şehadet şerbetini henüz içmeden, olaydan önceki günlerde, Hıdır Hoca, okulda daha önce hiç yapılmayan bir öneride bulunmuştu: “Çocuklara selamlaşmayı öğretmek için bir etkinlik yapalım, tüm öğrencileri sıraya dizelim, bayramlaşmalarda yaptığımız gibi herkesle tek tek tokalaşıp, kucaklaşarak selamlaşalım.” demişti. Ertesi gün öğrenciler sıraya dizilmiş, Hıdır Hoca onlarla tek tek tokalaşıp, kucaklaşmış, her birinin gözlerine sevgiyle bakmış, sıcak bir tebessümle gülümsemişti. Çok sonradan anlaşılmıştı, aslında o günün, 10 yıldır kalplerine sevgiyi nakşettiği, çok sevdiği Afrikalı çocuklara veda töreni olduğu.

Eşi Atiye Hanım, Hıdır hocanın son günlerini anlatırken: “Normalde de sakin bir yapısı vardı ama olaydan önce sanki daha da bir durulmuştu. Daha ılımlı, daha içe dönüktü. Kaldıkları kampüste sabah, akşam ve yatsı namazlarını cemaatle kılmaya daha fazla özen gösteriyor, evde de her zamankinden daha fazla Kur’an ve kitap okuyor, Mektubat ve Cevşen elinden düşmüyordu, o günlerde çok farklıydı, sanki hissetmiş gibiydi…” diye anlatacaktı.

Olaydan bir hafta önce ise, Atiye Hanım sürekli aynı rüyayı görüyordu. Bir taziyedeydi ve yalnızdı. Sabah gözleri yaşlı uyanıp “Herhalde Türkiye’den bir yakınıma bir şey olacak ama ben gidemeyeceğim” diye düşünüyor, Hıdır Hoca’ya anlattığında ise o, her zamanki sakinliğiyle, “Üzülme canım, hepsinin adına sadaka vereceğim, hiçbir şey olmayacak, sen Türkiye’ye gideceksin” deyip gülümsüyordu.

Şehadet gününün sabahını ise Atiye Hanım şöyle anlatıyordu: İçimde tarif edemediğim bir sıkıntı vardı. Hıdır Hoca her zamankinden farklıydı. Normalde sabahları okula giderken büyük kızımız Nahide’yi yanına alır, kapıdan çıkarken “Hadi görüşürüz” derdi. Ama o gün küçük oğlumuz Akif’i de kucağına aldı, kampüsün dış kapısına kadar kucağından bırakmadı. Şaşırmıştım. Akif’in evde kalması gerekiyordu, neden götürdüğünü anlamadan peşlerinden gittim. Kapıya vardığımızda Hıdır Hoca, Akif’i bana uzattı, vedalaştı. Ama sonra duraksadı, geri aldı, sıkıca sarıldı, uzun uzun öptü. Sanki bırakmak istemiyordu. O an içime bir ürperti düştü. “Bomba ihbarı varmış, biz farklı bir yoldan gideceğiz. Sen de dikkat et kendine,” dedi. İçimdeki sıkıntı büyüdü. “Madem öyle, neden gidiyorsun?” diye sorunca, gülümsedi, “Olur mu canım, okula gitmemek olur mu?” dedi. Onun için okul, sadece bir iş yeri değil, yüreğinin en derin arzularının yankı bulduğu mekandı. Gitmemek, nefes almamak gibiydi sanki. Servise binmeden önce birkaç kez arkasına dönüp el salladı. O an, içimden bir şey koptu sanki… Ama kalbimin hissettiğini, aklım henüz anlamaya hazır değildi. O gün içimdeki sıkıntı bir türlü geçmedi. Gün boyu nedenini bilmeden gözlerim doldu, durup durup ağladım. Normalde Hıdır Hoca günde bir kez arardı ama o gün birkaç kez aramıştı. “Kalkıp, en sevdiği yemekleri yapayım” dedim kendi kendime. Kuru fasulye koydum ocağa. Sonra aklıma geldi, tatlıyı çok severdi, bir de kurabiye yapayım dedim. Ocağın başında, içimdeki huzursuzluğu anlamaya çalışırken, ona en sevdiği yemekleri hazırlıyordum. Meğer kalbim çoktan anlamıştı, ama ben hâlâ sıradan bir gün yaşadığımı sanıyordum.

Tıpkı Bedir Savaşı’na katılan sahabelerin, “Bize ne olacak?” diye sormadan yola çıktıkları gibi okuldan evlerine dönmek için yola çıkmışlardı okul minibüsüyle. Ve o gün, Somali’nin her köşesine sinmiş, alışılagelmiş ama her seferinde yürek burkan silah sesleri bir kez daha yankılandı. Kurşunların sesi, belki de rüzgarın uğultusu kadar sıradandı, ama o gün havada farklı bir ağırlık vardı. Göğün rengi soluk, toprak suskun, rüzgar ise hüzünlüydü. Ve sonra, bir telefon sesi bu kasveti delip geçti. Türkçe öğretmeni Merve Hoca’nın titreyen sesi, kulaklardan kalbe bir hançer gibi saplandı: “Hocam… Arabamıza saldırı oldu… Herkesi taradılar… Ben de vuruldum…” Kelimeler yarım kalıyor, sesi sanki bir boşluğa düşüyordu. Çaresizlik, telefonun diğer ucundan taşıp tüm dünyayı kaplıyordu o an.

web

Diğer öğretmenler olay yerine vardığında, okul minibüsünün hemen yanında, toprağın bağrına düşmüş bir beden yatıyordu. Uhud Savaşı’nda Peygamberimiz (sav)’i korumak için kılıcını kuşanıp şehadete yürüyen, fakat bedenine isabet eden darbelerle tanınmaz hale gelen Hanzala bin Amr gibi, Hıdır Hoca da uzaktan bakıldığında seçilemiyordu. Kurşunlar, adanmış yüreğinin son şahitleri gibi bedenine işlemiş, bedeni ise toprağa değil, bir vuslatın eşiğine serilmiş, yüzünde ise, dünya telaşından sıyrılmış, sonsuzluğa adım atanların o derin sükûneti vardı.

Minibüsün kapısı açıldığında, içeride korkudan donmuş üç küçük çocuk vardı; Kurşunlar onların masum bedenlerine de isabet etmişti, ama asıl yara gözlerinde saklıydı, anlamaya çalışan ama ne olduğunu kavrayamayan o bakışlarda…

Yardıma koşanlar hızla hayatta kalanları dışarı çıkarmaya çalışırken, arka koltukta sessizce oturan Kemale Hoca ‘ya uzandı bir el. Hafifçe dokunuldu koluna, kol düştü, tıpkı zamansız kopan bir dal gibi… O an, onun da sonsuzluğa yürüdüğü anlaşıldı. Yaralılar hızla hastaneye taşınsa da, o gün yalnızca birkaç can değil, bir okulun neşesi, bir avuç umut ve adanmış yürekler de vurulmuştu.

Ölüm acılarını gördü tatlı can,

koyuldu işte böyle ağlamaya.

Olanlar oldu, gitti dostum benim.

Şu dünya bir altüst olsa, ağlasa yeri var.

Öylesine topraklar altında kalmışım.

Mevlânâ Celâleddin-i Rûmi

Diğer Yazılar

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy