…. VE EDİRNE ÖĞRENCİ GEZİSİ GECESİNDE YAŞANAN TRAJEDİ
Gecenin on ikisiydi İstanbul’a döndüklerinde. Epeyce yorulmuştu hepsi de. Hele zor oturduğu küçük araç koltuğunda hiç mi hiç uyuyamayan Zeki Bey perişan haldeydi. Bir bir öğrencileri evlerine bırakmış sonunda aracını almak için görev yaptığı Tarlabaşındaki eğitim kurumuna gelmişti. Zeki Bey tam arabasına binecekti ki yukardan bir ses “Zeki Hocam haydi gelinde bir bardak çayımızı için” diyor. Çağıran kurum lojmanında ikamet eden çok sevdiği öğretmen arkadaşlarından biriydi. Kıramazdı onları ve yukarı çıkıp bir kaç bardak çay içti. Bu esnada Edirne yolculuğunu anlattı. Öyle heyecanla anlattı ki onlarda da gezi yapma düşüncesi mayalandı. Az sonra eşini aradı, geziden döndüğünü ve birazdan yola çıkacağını söyledi.
Çamlıcadaki evi gece vakti olunca Taksimden yirmi dakikalık mesafedeydi. Müsaade istedi ve hızla aşağı inip
aracına bindi. Yorgunluğu her halinden belliydi Zeki Bey’in.
Tarlabaşı’ndan Taksim Meydanı’na doğru ilerledi. Henüz Japon Konsolosluğu önlerine yeni gelmişti ki aniden uyuya kaldı Zeki Bey. Aracıyla yolu ikiye bölen tratuvarlara ve trafik işaretli levhaya çarpıp tratuvar üzerinde asılı kalmıştı arabasıyla Zeki Bey. Bu yetmez gibi bir de Beşiktaş’tan Taksim’e doğru ağır ağır tırmanan tıka basa dolu körüklü belediye otobüsü çarpmıştı.
Uyanmıştı Zeki Bey ama yerinden bile kımıldayamıyordu.
Etrafı göremiyordu, direksiyon kasıklarına doğru onu kilitlemiş, kapılar sıkışmış açılmıyordu. Her tarafı kan revandı. Arabanın içinde kala kalmış çıkamıyordu. Hiç bir şey de göremiyordu. Bir yandan herhalde ölüyorum diye kelime-i şahadet getiriyor, diğer yandan da el yordamıyla sağ kapıya doğru uzanıyordu. Arabanın motor kaputu kafasının az üzerine kadar gelmişti.
Bu dehşet verici kazayı görenler arabanın etrafını sarmışdı. Lakin hiçbirisi yaklaşmıyordu. Zeki Bey bu kazayı Taksim’de yapmıştı. İstanbul’un kültür(!) mekânıydı burası. Gazinolarla doluydu etraf. Yeşilçam Sokağı, İmam Adnan Sokak tümü oradaydı..
Gecenin birinde böyle bir kazayı yapsa yapsa ayyaşın biri yapmış olmalıydı. Varson cezasını çekmeliydi(!) Hâlbuki Zeki Bey o sokaklarda çamur içinden kaç sarhoşu ayağa kaldırmıştı?
Kendisini zorladı ve arabanın sağ kapısını el yordamıyla bulup açtı. Ayaklarını direksiyonun baskısından kurtardı. Dışarıda nisan yağmuru çisiliyordu. Islak çoraplı ayakları çok üşüyordu. Gözleri az ışıldadı; gözlerini dolduran kan, yağmur damlalarıyla az da olsa yıkanmıştı. Ancak kazada kırılan ve gözünü dolduran gözlük ve araç camları Zeki Bey’in elini yüzünü darmadağan etmiş olmalı ki müthiş acı veriyordu. Resmi kıyafetiyle bir polis yaklaştı ve sarhoş sandığı genç adama acıyarak bir kağıt mendil uzattı:
“ Al kardeş şununla yüzünün kanını sil.” dedi.
Ne de olsa mesaisi bitmiş bir devlet memuruydu vazife başında olmadığından ki sarhoşa mesafeli duruyordu(!)
Zeki Bey’in etrafını gazinolardan çıkıp gelen parlak elbiseli gececi tayfası sarmıştı. Asfalt üzerindeki yağmur suları Zeki Beyin kanıyla boyanmıştı. Zeki Bey tıpkı bir tiyatro sanatçısı gibi seyrediliyordu. Manasız bakışlarla dolu alkışı olmayan bir trajedi sahnesiydi bu. Zeki Bey o haliyle Meriç nehrinde öğle vakti zihninden geçen:
“Şu vatan ve neslimiz için bir damla kanını dökmeyen bizler nereden bilebiliriz ki vatan sevgisini” mırıldanışını hatırladı.
Kalabalığı kornayla açan bir araç hızla yaklaştı. O uyuşuk bakışların arasında bu gelen Hızır da kimdi? Kim olduğu bilinmez genç bir adam Hz Musa’nın asası gibi yararcasına dalmıştı kuru kalabalığın arasına. İnsanlıktan bihaber ruhsuz insanımsı bakışların seyrine inat! Belli ki; Zeki Beyi insan olarak görebilen insanlardan bir insandı.
Zeki Bey’e “gel kardeşim atla arabaya seni hastaneye götüreyim” demişti. Halbuki dakikalardır:
“Birisi beni hastane’ye götürebilir mi? Yardım edin ne olur!” feryadına cevap bir polisten sadece kağıt mendil uzatılarak gelmişti:
“Şu ileride bir hastane var istersen oraya git. “ Diyenler oldu.
“Hay böyle insanlığın ..” diye iç çekmişti Zeki Bey. Tanınacak vaziyette değildi.
Yardımsever gencin aracıyla Taksim İlk Yardım Hastanesine gelmişlerdi. Ayakkabısız ve ıslak çoraplı bir vaziyette üşümüş olmalı ki tir tir titriyordu. Bir terlik sordu doktorlara. Aldığı cevap çok ilginçti:
Burasını üç yıldızlı otel mi sandınız beyefendi(?!)
Belli ki sarhoşun biriydi doktorların bakışlarında. Doktorlara diyecek bir şeyi de yoktu. Zira, tam pansuman yapmak için yatırmışlardı ki; bitişikteki acil bölüm kabinine kafasında içki şişesi kırılmış acınacak haldeki görüntüsüyle baygın şekilde bir pavyon kadını getirilmişti. Tam bir sefalet örneğiydi kadının hali. Hapçılar, kap kapçılar, baliciler vs. Sefaletin her çeşit görüntüsü Taksim’le o zamanlar bütünleşmişti. Ne de olsa Beyoğlu, İstanbul Kültür Medeniyetinin baş semti idi(!)
Doktorların bıkmış halinden etkilenmiş olacak ki onlara kendisinin az ilerdeki eğitim kurumunda öğretmen olduğunu bile söylemedi.
Zeki Bey’in isteği üzerine “ telefonu kullanmasına izin verdiler. Çalıştığı kurumun müdürünü aradı durumu anlattı. On dakika geçmemişti ki Fatih’ten buharlaşıp Taksim’de damlamıştı Müdür Bey. Doktor beyler Müdür Bey’in gelmesiyle Zeki Bey’in gececi tayfasından olmadığını anlamışlardı.
Hastahane işlemi tamamlanmış sıra Beyoğlu Polis Karakoluna ifade vermeye gelmişti. Karakol Amiri bir öğrencisinin velisiydi. Eli yüzü sargılı olduğundan Zeki Bey’i tanıyamamış, her geceki ayyaş müdavimlerden biri sanmıştı.
Beyoğlu Emniyet Amiri eğitim kurumunun önceleri Tarlabaşı’na açılmasına şaşırmıştı. Her geçen gün gazinocukların sayısının azaldığını gözlemlemişti. Masum küçük lokanta görüntülü meyhanelerde içkiden çok, her türlü melanetin ve rezaletin yapıldığını bilmeyen yoktu. Pavyon kadınları öğrencilere sataşıyor “Allah belanızı versin siz geldiniz müşterilerimizi kuruttunuz!“ diyorlardı. Evet, kuruyordu bir bir bataklıklar; çiçek bahçesine ve meyve bahçesine dönüşüyordu. Tarlabaşının dar sokaklarından şeytan ve avaneleri kaçışmaya başlamıştı artık.
Kadınımsı erkeklerin sayısı da azalmaya başlamıştı. Bu olumsuz atmosferde Zeki Bey ve arkadaşları öğrenci eğitmeye aşk ve şevkle devam ediyorlardı.
Aradan bir saat kadar geçmişti ki evine gitmek için ayrıldığı kurum lojmanına Zeki Bey yeniden gelmişti. Her tarafı sarılı, dikişli, yüzü mosmordu. Topallayarak herkesin uyuduğu bir saatte kendini boş odanın birine zor atmıştı. Telefona uzandı ve evini yeniden aradı ve eşine eve gelmekten vaz geçtiğini çok yorgun olduğunu söyledi. Kazayı söyleyemezdi henüz yeni bebeği olmuştu genç kadının.
Topallayarak abdest aldı ve oturduğu yerden yatsı namazını kılıp hala yaşadığı için Allah’a (cc) dua etti. İnşallah bu geçmiş günahlarıma bir kefarettir deyip akıttığı kanları bu günkü yaşadıklarıyla irtibatlandırdı. Demişti ya Meriç Nehri kenarında:
“Şu vatan ve şu nesil için için bir damla kanını bile dökmemiş bizler nereden bilebiliriz ki vatan sevgisini.”
Çok kan kaybetmişti o gece Zeki Bey. Yorgun ve uykusuz kalma sonucu başına gelen kazaya ve pert olmuş aracına üzülmüyor, aksine hayatta kaldığına ve öğrencilerin kazandıkları tarih ve hizmet şuuruna seviniyordu.
Sabaha kadar inleyip durdu acıyla. Allaha (cc) kullukla inlememiş olmalıydı ki o iniltiyi sabaha kadar farklı bir formda yaşayordu. Sabah ışıklarıyla gelen Müdür Bey’e Zeki Bey evine gitmek istediğini söyleyince Müdür Bey eşyalarına yardımcı olup evine götürdü.
Eşi Kapının ziline koştu kucağındaki bebeğiyle; karşısındaki eşini tanınmaz halde görünce sapsarı kesildi ve ağlamaya başladı. Komşular merak içinde geçmiş olsuna geldiler. Telefonların ardı arkası kesilmiyordu.
Zeki Bey’e sevgi sembolü çiçeklerle birlikte ruhunu ısıtacak sımsıcak dostluk mesajları yağıyordu.
Zeki Bey iyileşmeliydi hemen. Zira yakında onu Orta Asya steplerine uzanan zorlu bir ipek yolu seyahati bekliyordu.
Aradan bir süre geçti ve Kırgızistan’a hicret yolu açılmıştı…
VE.. YÜREĞİNİN YARISINI BIRAKTIĞI ÜLKE KIRGIZİSTANA İLK ADIM
Otuzüçüne yeni basmıştı genç öğretmen Zeki Bey…. Yıllardır hayalini kurduğu hicret davetini sonunda almıştı…
Her ne kadar cürmü günahı da olsa bu davetin onu “cennete ve rıza ufkuna” ulaştıracağından şüphesi yoktu. Bu hicretle annesinden yeni doğmuşçasına günahlardan arınacağına inanıyordu..
Orta Asya’ya sürgüne gönderilmişti Zeki Bey…
Başak olacak sümbüllenecek ve sürgün verecekti…
Kuru topraklarda güller bitirmesi için gayret gösterecekti…
Zeki Bey’in sırtına içinde sevgi kokulu güllerle dolu bir küfe yüklenmişti.
O küfedeki manevi gülleri, Nebevi veraset olarak Kırgız öğrencilerin de güçlü omuzlarına teslim edecekti.
1996 yılının sıcak bir temmuz sabahıydı..
Rus yapımı uçakla sağ salim inmişlerdi Başkent Bişkek Manas Uluslararası Hava Limanına…
Pırıl pırıl masmavi gökyüzüne bir mızrak gibi saplanmıştı güneş. Alatoo Dağları merhaba dercesine sıra sıra dizilmişti. Sankı onlarca Erciyes Dağı yanyana diziliydi.
Ne muhteşem bir manzaraydı bu!
Sevgiyle geldiklerinden olacak ki gerçekten çok sıcak geldi; Yemyeşil parklarda ellerinde cins cins köpekleriyle gezinen insanlar, kırlada at üstünde dolaşıp duran genç delikanlılar. Etrafa yayılan şaşlık kebabı kokuları, Yol kenarlarında çadırlarda ikram edilen buz gibi kımız, Çenesinden sakalları sarkan başında Kırgız kalpaklı yaşlı dedeler.Gözleri kapalı gibi duran çekeik gözlü nineler.
Hatta bindikleri garip kokulu Ciguli marka -Rus Hacı Muratı- kocaman kasislere düşe kalka geçtikleri pejmürde yollar bile sevimli geliyordu. O zamanlar eşiyle birlikte çıktığı bu hicret yolculuğuna biri altı diğeri dört yaşında olan oğulları da hiçbir şeyden habersizce eşlik etmişlerdi.
Kırgızların ve Dünya Edebiyatı’nın en büyüklerinden olan Cengiz Aytmatov ‘’ Adsız Oğlanlar’’ demişti bir zamanlar. İşte kim bilir Zeki Bey de adsız oğlanlardan biri olacaktı Kırgızistan steplerinde.
Onlardan önce gelenler vardı tabiki bu ata diyarına. Onlar asıl çileyi çeken ilk muhacir arkadaşlarıydı.
Zeki Bey ve ailesi yokluk görmemişti buralarda.
Hele sütü kesilmiş, süt alacak kadar bile parası olmadığı için bebeğiyle birlikte ağlayan ilk gelen öğretmen eşleri gibi sıkıntı da yaşamadılar. Allah böyle bir çaresizliği de hiç kimseye yaşatmasın.
Yağsız çorbaya çekiçle parçalanmış kaya tuzu koymadılar.
Hele bu yolda karasevdaya tutulmuş şehit öğretmenler gibi hicret diyarlarında ta can da vermediler..
İşte Zeki Bey kızıyla birlikte oralarda yeniden doğmuş bir öğretmendi.
Atanarak değil, adanarak gelmişlerdi..
Hava Limanında ilk duydukları ses içlerine ılık ılık akan “Merhaba” manasında “Salamatsızbı!’’ idi.
Bizim kadar biz içerikli gelmişti bu söz.
Hep sevmişti Kırgızistanı ve hep sevecekti..
Kimbilir belki de kardeşliğinin yolunda ölecekti..
Cennetten bir köşe olan bu ata diyarları Manasların, Aytmatovların yetiştiği bir ülkeydi. Tarihte çok acılra şahitlik etmişti bu topraklar.
Ecdadımızın da müslümanlıkla ilk tanışmaları az ötedeki Talas Savaşıyla olacaktı. Ve ilk müslüman Türk devleti olan Karahanlıların başkenti Kırgızistanın Tokmak şehri olacaktı.
Zeki Bey yıllarca orada öğretmenlik yapacaktı.
Bu diyarda almıştı Zeki Bey’’in Gül adındaki kızı ilk nefesi…
Sözlerinde atalarının sözlerini, anaların gözlerinde altı ay önce yitirdiği anasın bakışlarını görmüştü.
Ninelerin çatlamış ellerinde ninesinin toprak kokulu, kınalı ellerini bulmuştu.
Toprağı buram-buram Anadolu kokuyordu
Çiçekten çiçeğe gezinen arılar gibiydi mekteplerdeki Kırgız gençleri.
Çui Nehrinin Suları köyünden geçen Kızılırmak Nehrini andırıyordu…
Evet, hep sevmişti Kırgızistanı ve hep de sevecekti..
Kimbilir belki de kardeşliğinin yolunda ölecekti..
Selam olsun “Önden giden atlılara..
Selam olsun Kırgızın zeki ve çalışkan evlatlarına..
Ve selam olsun Aytmatov’un hayalini kurduğu; Adsız Oğlanlara..”