Katmerli bir ihanetti bu; suret-i haktan görünmüş, “Biz Müslüman olduk!” maskesinin arkasına sinmiş ve yanlarına aldıkları irşâd ekibine kumpas kurmuşlardı!
İrşâd ve tebliğden başka hülyası, Allah’ın rızası dışında herhangi bir hedefi olmayan dünyanın en masum ve en sâfî insanlarını tuzağa düşürmüşlerdi.
Katmerli bir ihanetti bu; suret-i haktan görünmüş, “Biz Müslüman olduk!” maskesinin arkasına sinmiş ve yanlarına aldıkları irşâd ekibine kumpas kurmuşlardı!
Ellerinden tutmak için evlerine kadar gelen safvet ve duruluğun zirve insanları Ashâb-ı Suffa’ya, vahşetin en katmerlisini yaptıkları halde hâlâ, “Allâh adına söz verip ahdediyoruz ki sizi öldürmeyeceğiz!” diyebiliyorlardı!
Halbuki, yüzlerine akseden, beden dillerinden dışarıya taşan kin ve nefret, bunun aksini söylüyordu!
Demek ki izzetle ölmenin, zilletle yaşamaya tercih edileceği bir yerdi, Racî.
Zaten onlar için ölüm, kendilerini Sevgili’ye ulaştıracak en kestirme yoldu ve ona doğru yürürken, önlerine açılan Cennet kapılarının bütününden ve aynı anda girecekmişçesine bir iştiyak duyuyorlardı.
Racî’deki gidişat belliydi; havada vuslat kokusu vardı!
Bekledikleri gibi de oldu; sahte yüzlere güvenmeyen ve kendi elleriyle teslim olmayı reddeden yedi kişiyi oracıkta şehîd ettiler.
Bununla yetinmedi ve şehîd ettikleri insanların cansız bedenlerine de musallat olmak istediler; parçalayacak ve başlarını kesip Mekkelilere götürecek ve bu vahşetten de “menfaat” devşireceklerdi!
Sevgili’ye yürürken, “Allah’ım!” diye ellerini açan Âsım İbn-i Ömer’in (radıyallahu anh) iki talebi olmuştu, o gün:
“İçine düştüğümüz bu hâlden, Resûlü’nü de haberdar et!” demiş ve şöyle yalvarmıştı:
“Allah’ım! Hayatta olduğum sürece ben, Senin dinini korumak için savaştım; ne olur, şehîd olduktan sonra benim bedenime müşrik eli değdirme!”
Kıyım başlamıştı ve çok geçmeden Racî’e, olup biten her şeyi görüp duyan bir Habîr u Basîr’e emanet, kanlar içinde bir beden daha düştü.
Fevt etmedi, sırtlan-sîret hâinler, Âsım İbn-i Ömer’in yanına da geldiler!
Niyetleri belliydi; bulduğuyla çakırkeyf ve beklediğinin fazlasına ulaşan bir avcı kurnazlığı vardı, yüzlerine akseden! Ancak hiç beklemedikleri bir manzara ile irkildiler; üzerine arılar üşüşmüş ve neredeyse Hazreti Âsım’ın (radıyallahu anh) bütün bedenini kaplamıştı!
Belli ki Gören, görmüş; Duyan da duymuştu!
Birkaç deneme yapsalar da yanına yaklaşamadı ve Allah’a emanet bedene el süremediler!
Anlamasalar da ortada, kabul görmüş bir “dua” vardı.
“Nasılsa gece vakti bu arılar gider ve biz de ertesi sabah erkenden gelir ve istediğimizi yaparız!” diyerek oradan ayrıldılar.
Öyle zannediyorlardı!
Sabahın ilk ışıklarıyla geldiklerinde onları, başka bir sürpriz karşıladı; rahmet-i Rahmân’a emanet Âsım-nâm masûmun bedeninden ortada eser yoktu!
Aptal ve ablak ifadelerle birbirlerine baktılar; ama yine anlamadılar!
İşin hakikati ise arz u semaya hükmeden Kudret, yağmur yüklü bulutlarını Hazreti Âsım’ın olduğu yere göndermiş, gecenin karanlığında rahmetle sarmaladığı bedenini alıp bir meçhule götürmüştü!
Yürekten ve içten, isteyerek ve hissederek bir talebe karşılık Allah (celle celâlühû), kulunun imdadına yetişmiş ve Hazreti Âsım’ın (radıyallahu anh) bedenine, müşrik elinin değmesine fırsat vermemişti!
Şüphesiz bu durumdan, Peygamber’ini de haberdar edecekti.
Ellerinden kayıp gidenlere bedel, ellerindekilerle yetinmeyi düşündü ve Abdullah İbn-i Târık, Hubeyb İbn-i Adiyy ve Zeyd İbn-i Desinne ile birlikte Mekke’nin yolunu tuttular.
Öte yandan, itiraza da tahammülleri yoktu; gördüğü kötü muameleyi “ihanet” olarak tanımlayıp sesini yükselten Abdullah İbn-i Târık’ı da yolda şehîd ettiler.
On kişiden geriye, bir Hubeyb bir de Zeyd kalmıştı; onları da götürüp Mekkelilere teslim ettiler!
Bekledikleri gibi bunun karşılığında hatırı sayılır bir “ücret” de aldılar.
Hazreti Zeyd’i, Safvân İbn-i Ümeyye; Hazreti Hubeyb’i ise Ebû İhâb teslim almıştı!
Öldüreceklerdi öldürmesine de bunu Mekkeliler, ses getirecek ve Bedir’den bu yana Mekke’deki herkesin kin ve nefret duygularını tatmin edecek görkemli bir törenle yapmak istiyorlardı.
Âdeta, Medîne’deki herkes adına hınçlarını, bu iki sahâbîden alacaklardı!
Öyleyse bu intikam, adı konulmuş bir tarihte ve herkesin önünde olmalıydı.
Yaklaşan ayları nazara alarak bu işi “haram aylar”ın sonrasına tehir ettiler!
Ne yaman çelişkiydi bu; ihanetin a’lâsını yapıyor, yalanın profesyonelini dünyanın en yalın hakikati gibi pazarlıyor ve başından beri âdeta iftira olimpiyatları düzenliyorlardı ama “haram aylar” diye öteden beri var olan bir değere saygı duyuyorlardı!
Daha başka bir ifadeyle Allah’tan korkusu olmayanlar, kulun kınamasını ciddiye alıyor ve “ne derler?” takıntısıyla hislerine gem vuruyordu!
Acı acı günü yaşayanların içinden geçebilir; Allah’tan korkmadıkları müsellem, ama kuldan da sıkılmayanların etrafımızı sardığı şu günlerde biz, buna da hasret kaldık! Baksanıza, Kur’ân’ın tescil ettiği “haram ayları” bile takan yok!
Doğru!
O günün hazırlıklarına başlayan Safvân İbn-i Ümeyye, Hazreti Zeyd’i (radıyallahu anh), azatlı kölesi Nistâs’a, Ebû İhâb da Hazreti Hubeyb’i (radıyallahu anh), azatlı cariyesi Mâviye’e teslim etti.
Aylar sürecek bir hücre hapsiydi bu.
Ancak ne işkence vardı ne de açlık veya susuzluk!
Dedik ya, adamlarda entrikanın her türlüsü olsa da en azından toplum değerlerine saygıları vardı; kredilerine dokunacağından endişe ettikleri konularda duyarlılık gösteriyor, kamuoyunun kanaatini ciddiye alıyorlardı! Zira, öteden beri, esirlerine iyi muamele eden insanlar olarak biliniyorlardı.
Ne yapacaklarsa, işin finalinde yapacak ve keyfini o gün çıkaracaklardı!
İkisi de farklı mekanlarda olmasına rağmen gönderdikleri yiyecekleri seçtiklerini ve içinde et olan yemekleri yemediklerini fark edince ayrı ayrı her ikisine de sordular; ağız birliği yapmışçasına aynı şeyleri söylüyorlardı:
“Biz, Allah’tan başkası adına kesilen eti yemeyiz!”
İşi ciddiye alan Safvân İbn-i Ümeyye, adam gönderip Hazreti Zeyd’e (radıyallahu anh) sordurdu:
“Peki, ne yersin?”
“Süt olursa içerim!” diyordu, Hazreti Zeyd (radıyallahu anh).
Bilindiği gibi Rehber-i Ekmel’in dünyasında süt, fıtrat demekti!
O günden itibaren her akşam kendisine süt gelmeye başladı, Hazreti Zeyd’e (radıyallahu anh). Oruçla geçirdiği gündüzlerinin iftarını süt ile açıyor ve böylelikle, gecelerini teheccüdle aydınlatabilmek için dinç kalmaya çalışıyordu.
Öte yandan, kapı aralığından Hazreti Hubeyb’i gözetleyen azatlı Mâviye, insan başı büyüklüğünde üzüm salkımını yerken şahit olmuştu, bir gün. Taaccübünü gizleyemiyordu; zira, mevsim itibariyle o gün Mekke’de hiç üzüm yoktu. Üstelik, zincirlere bağlı ve hücrede bir başına kalan Hubeyb’e onu kendileri de vermemişti!
Demek ki Gören, görüyordu!
Kader arkadaşı Zeyd (radıyallahu anh) gibi gecelerini teheccüdle aydın kılan Hazreti Hubeyb (radıyallahu anh), aynı zamanda yanık sesiyle ve içten gelerek Kur’ân okur, sadece okumakla da kalmaz, âdeta okuduklarını aynı anda yaşardı! O kadar ki buna muttali olan kadınlar kapısının dışına dizilir ve yürekten gelen bu ses karşısında irkilerek ağlaşırlardı.
Ne var ki zaman geçmiş ve vakit de tamamlanmıştı; Hazreti Hubeyb’in (radıyallahu anh) yanına gelip de durumu haber veren Mâviye, polat iradeli bir mü’min portresiyle daha karşı karşıyaydı! Haberi tevekkülle karşılamış ve zerre kadar teessür duymamıştı!
O gün bir isteği oldu Hazreti Hubeyb’in (radıyallahu anh); vuslatı tertemiz kılabilmek için ustura benzeri bir şey talep ediyordu.
O güne kadarki duruşuna itimat eden azatlı Mâviye, küçük oğlu Hüseyin ile istediği usturayı gönderdi ona. Ancak gönderir göndermez içine tarifi imkânsız bir korku düştü; ya, ciğerparesine bir kötülük yapar, intikam almaya kalkarsa?
Ne de olsa “düşman” ve ölümüne ramak kaldı?
Yüreğinin yağı eriyivermişti!
Hiç durmadı ve çocuğun arkasından o da koşup geldi.
Ancak, ne görsün?
Küçük Hüseyin’in elinden usturayı alan Hazreti Hubeyb (radıyallahu anh), çocuğun başını sevgi ve şefkatle okşarken ona, “Sen ne cesur bir çocuksun!” diyerek iltifat ediyordu. “Seni bu demir parçasıyla bana gönderen annen, benim ihanet edeceğimden hiç mi korkmadı?” diye soruyor ve ekliyordu:
“Halbuki siz, beni öldürmek üzeresiniz?”
Kendini kaybetmişti ve bir anne refleksiyle, “Hubeyb!” diye bağırdı, Mâviye. “Sana ben, Allah’ın emaneti olarak nezaret ettim ve o usturayı da oğlumu öldüresin diye değil, Rabbimin hatırı için gönderdim!”
Bilmiyordu ki endişe ve heyecanı da sesini yükseltip bağırışı da yersizdi!
Mü’mini de mü’minliği de henüz tatmamış, tanımamıştı. Ancak o günler uzak gözükmüyordu; ölüme tevekkülle giden bir mü’minin metin ve güven veren duruşu ona, bunu da tattıracaktı!
Çocuğunun hayatından endişe duyarak tavrını değiştiren bu anneye şefkatle bakan Hazreti Hubeyb, “Endişe etme!” dedi. “Zannettiğin gibi ben, bu küçük çocuğu öldürecek değilim; zira, dinimizde ‘ihanet’ etmek yoktur!”
Sonra da küçük Hüseyin’i annesine gönderdi.
Dedik ya, gören görüyordu; yaklaşık dört aydır görüp durdukları Mâviye’de derin izler bırakmıştı ve çok geçmeden bu hâl onu, İslâm ile tanıştırdı.
Ne demekti bu?
Gayet açık!
Demek ki hakikat adına atılan her adım, hakkaniyet hesabına söylenen her söz, şahidi olanın dünyasında silinmez izler bırakıyor!
Zulüm çarkının gönüllü öznesi olduğu halde müslümanlığın bayraktarlığını yaptığını zanneden değil, zulüm sarmalının ezip geçtiği ve birinci dereceden muhatabı olduğu halde Hazreti Hubeyb gibi duruşunu hiç değiştirmeyen insandır mü’min…
İşin edebiyatını yapmak kolay; kimin bu kıvamda olduğunu, Racî Ashâbı gibi bir ihanete maruz kalındığında üst üste gelen hadiseler gün yüzüne çıkarıyor.
Tahaccür etmiş bir memleketin bugünkü Hubeybleri, katran-kara duvarlar arasında velayet avına çıkmış günün Zeydleri ve derin suları aşarken kaldığı yere silinmez imzalar atan asrın Âsımları da öyle!
Hakiki mü’minlerin görüp durduğunu Allah da görüyor; şüphesiz Resûlü de!
Üstelik, gördüğünü gören binlerce göz var, bugün!
Bir de bunu gören, kocaman bir dünya!
Racî’de, yüreklere işleyen bir destan yazılıyor!
Ödenen bedellerin yarınki semeresine şahit olduğumuzda çoğumuz, bize göre büyük olsa da lutf-i ilahiye nispetle küçücük bedeller karşılığında, sağanak sağanak yağan rahmete şahit olacak ve taaccübümüzü gizleyemeyecek, lezzeti kalan o elemli günlere mukabil Rabbimize hamd edeceğiz!
Ufukta, işte böylesine bir bahar var!
Öyleyse, vuslat yolunda karşılaşacak olan iki arkadaşın yaptığı gibi duruşumuz mü’mince, azığımız da sabır ve metanet olsun!
Kaynak:Reşit Haylamaz | TR724