“Boşuna gezmişim, yok tabiatta,
İçimdeki kadar iniş ve çıkış.”
Necip Fazıl
Parklara sun’i çimden yapılmış kırmızı yürüyüş yollarını bir türlü sevemedim. İsterse yeşil olsun, fark etmez. Gönlümce yapacağım bir işin daha başlangıcında sınırlandırılmaktan hoşlanmam. Böyle yerlerin mesafeleri genelde kısa olduğu için defalarca gidip gelmek gerekiyor. Aynı yerleri dönüp dolaşınca kendimi dolap beygiri gibi hissetmekten alıkoyamıyorum.
Benim tarzım, Yürüyüş’ün yazarı Henry David Thoreau gibi başına buyruk, sürprizlere açık yürümek. O, bana göre çok cesurmuş tabii; yirmi sekiz yaşındayken şehri terk ederek Walden Gölü kenarına yaptığı kulübede yaşamayı göze almış. Yerleşimin çok az olduğu dağ ve tepelerde dolaşır ha dolaşırmış. Bir tam günü odasında geçirecek olsa pas tutmaya başlamaktan korkarmış. Bizzat söylediğine göre; en az dört saat ormanlarda, tepelerde gezinirmiş.
Yıllarca yürümesine rağmen henüz yürünecek yerleri bitirememenin neşesiyle diyor ki: “Evimin kapısından başlayıp hiçbir evden geçmeden, tilki veya bizonların geçeceği yollar dışında bir yola sapmadan; yani önce nehir kenarından, sonra dere, sonra da ova ve ormanın yanından geçerek on beş, yirmi, otuz kilometre yürüyebilirim.”
Thoreau yollardan yürümeyi sevmiyormuş. Çünkü yollar atlar ve iş adamları içinmiş. İnsanı hanlara, manavlara, ahırlara ve ambarlara götürürmüş. Onunsa buralara gitme telaşı yokmuş.
Yürüyüş bakımından onunla aynı kafadaymışız. O da yürüyüşü bir spor olarak değil, içini doldurma vasıtası olarak görüyormuş. Yürümenin can sıkıntısına birebir olduğundan şüphemiz olmasa da bizim tayfayı dışarı çıkartan saik bu değildir. Bizim yürüyüşümüzün; hastaların ilaç olarak yaptıkları egzersizleriyle, kondisyon tutma amacındaki sporcuların antrenmanlarıyla benzerliği pek yoktur. Kilo verme derdindeki obez hemcinslerimizin parkur turlamalarıyla da ilgisi yoktur. Bunlar eve dönerken; attıkları adımı, yaktıkları kaloriyi bilmem neyi hesaplar. Biz ise görmeyi hiç ummadığımız, her an değişen ve yenilenen acayip bir ülkeden dönüyor gibi şaşkın ve heyecanlı döneriz. Kafamız, içi bal dolu bir arı kovanını andırır. Yazının şehvetine kapılarak abartıyor muyum emin değilim lakin şu an öyle hissediyorum ki, hayatımızın en tatlı anları bu anlar olsa gerektir.
J.J. Rouseau da bizim ekiptenmiş. Yürüyüşlere, “yeni bir cennetin kapıda kendisini beklediği” düşüncesiyle çıkar, dolaştıkça zihin küfeleri hevenk hevenk fikir dolarmış. Durumunu, “Günde on cilt yazsam tüketemezdim.” diyerek ifade ediyor.
Kelimenin tam anlamıyla bir dışarı adamı olan Baudelaire için yazmak, sokaklarda yürümekle aynı anlamdaymış. Yaşamı boyunca bir çalışma odası ve kitaplığı olmayan şairi, aylakça dolaştığı sokakların ilham memeleri emzirmiştir desek abartmış olmayız. Hep merak etmişimdir, Brüksel’de iki sene yaşayıp şiir yazamayan ve “Hayal gücü sahibi insanlar için vazgeçilmez olan gezinti bu kentte imkânsız!” diyen Baudelaire, bir de bizim Ankara’yı görse ne derdi acaba!
Dostoyevski, Saint Petersburg’un caddelerini, rıhtımlarını, kanallarını mazgal deliklerine varana kadar bilmekle kalmaz; sokaklarından gelip geçenleri yüz çizgilerine varıncaya kadar tanırmış. Şu satırlar onun: “Evlerle de aram iyidir. Gezinirken birbiri ardından önüme çıkıp bütün pencereleriyle bana bakarak kimisi, ‘Merhaba! Nasılsınız? Eh, ben çok şükür iyiyim, mayısta üstüme bir kat daha çıkacaklar.’ Kimisi, ‘E, nasılsınız bakalım? Yarın beni onarıyorlar.’ kimisi de, ‘Dün az kalsın yanıyordum, öyle korktum ki!’ vs. der gibidirler. Aralarında sevdiklerim vardır, kimisini oldukça yakından tanırım, bir tanesi de önümüzdeki yaz kendini bir mimara tedavi ettirecek…”
Adım atmak, zihni gezdirmek böyle bereketli bir şeydir işte. Pişman, mutsuz, üzgün ya da kızgın döndüğüm hiçbir yürüyüşüm olmadığını söyleyebilirim.
Yazık ki bizim büyüdüğümüz ve yaşadığımız şehirler sadece alışveriş caddelerinde gezinmeye müsaade ediyordu. Düzenli yürüyüşçü olamamışsam, mazeretim var! Ankara’da yaşadığım uzun yıllar boyunca yürüyüş için kırk elli kilometre ötelerdeki kırlara çıkamadığımda ara sokakları tercih edişim bu yüzdendi. Hiç bilmediğim tenha yerlerde dolaşır, tuhaf bakışların hedefi olurdum. O güzelim meyve ağaçları kesilip otoparka çevrilen apartman bahçelerine hayıflanır; bari saksılarda küpeli, fesleğen, begonya, yaprağı güzel; ne bileyim işte, mum çiçeği, aşk merdiveni, cam güzeli, sardunya, açelya göreyim diye başımı pencere pervazlarına çevirirdim ama nafile. Balkonlara güçlükle tutunmuş idamlık çamaşırlar karşılardı beni.
Sokak ve caddeler de numaralandırıldıktan sonra, sığınabileceğim en iyi şey apartman adlarıydı artık. Bir ara sokak yürüyüşünde karşılaştım Gölçiçeği Apartmanı’yla. Oysa ortada ne göl vardı ne çiçek. En yakın göle, ihtimal üç günde yürünebilirdi. Ama ben ona da şükretmiştim, adının bilmem kaçıncı blok olmasından iyiydi.
Şimdilerde Thoreau’nun coğrafyasında yaşıyorum. Onun anlattıklarının hayal ürünü olmadığını bizzat yerinde görüyorum. Yürümek isteyene yol çok…
Kaynak:Yusuf Ziya Ünal | TR724