243
Tarihin her döneminde, zâlim idareciler ve kurdukları gayr-ı meşru düzenin bozulmasını istemeyen mütrefin (kodamanlar), kurdukları bozuk düzen ve çarklarını durduracak kimselere karşı hep benzeri yalan, iftira ve komplolar içerisinde olmuşlardır. Sözlü hakaret ve tehditler, bunda başarılı olamayınca da, insanların nazarında onları küçük düşürmek ve yalnız bırakmak için akla hayale gelmedik iftiralar… Bunlarla da çirkin emellerine ulaşamayınca, bu kez fiili şiddete dönüşmüş, masumlar hapislere atılmış, sürgün edilmiş ve hatta kimisi de bu yolda canından olmuştur. Ancak temelde bu zalimlerin masumlara uyguladığı yöntem, hep birbirine benzer ya da yakın olmuştur.
Peygamberlerin hayatları bu açıdan okunduğunda, ‘mele’ denen azgın, sapkın kişi ve grupların, her dönemdeki iftira ve tehdidinin, birbirinin aynı ya da birbirine çok yakın olduğu görülecektir. Bu yazımızda sadece yakın dönemle, içerisinden geçtiğimiz süreci kısaca incelemeğe çalışacağız.
20. yüzyılın başlarında Anadolu’nun doğusunda ortaya çıkan, o günün üniversiteleri olan Medreselerde eğitim alan ve sonra da savaş yıllarında bir komutan olarak vatanı korumak için sıcak savaşa katılarak Ruslara esir düşen Bediüzzaman hazretleri, Cumhuriyetin kurulmasıyla devlet tarafından akla hayale gelmedik zulümlere maruz bırakılır. Ülkenin en ücra yerlerine, dağ başlarına sürgünler, hapisler, zehirlenmeler, mahkemeler, sıkı takipler, en yakınlarının dahi hürriyetlerinin elinden alınması vb. Ancak bu insanlık dışı muameleler ve hukuksuzlukların hiçbirisi onu, sevenleri tarafından terk ettirtmemiş, yazdığı eserleri, binbir tehlikeye rağmen okuyanların elinden hiç düşmemiş, kendisini ve davasını destekleyenlerin sayıları, gün geçtikçe artmaya devam etmiştir.
Devrin zalim ve gaddarları, bu defa onu insanların nazarında küçük düşürmek için alçakça ve insanlık dışı iftiralara maruz bırakmışlardır. Şeytanın bile aklına gelmeyecek cinsten olan bu iftiralara baktığımızda, onlarla günümüz müfterilerinin masum insanlara karşı sürdürdükleri karalama kampanyasının, temelde çok benzeştiğini, hatta bazılarının birebir aynı olduğunu görmekteyiz. Bu da bizlere, aktörlerin kimliği değişse de aslında hangi dönemde olursa olsun, zalim ve bozguncuların yöntemlerinin, hep aynı olduğunu göstermektedir. Şâir-i Şehirimiz’in ifadesiyle:
“Ebu Leheb ölmedi, yâ Muhammed; Ebu Cehil, kıtalar dolaşıyor!”
Başına gelenlere dikkat çektiği bir yerde Bediüzzaman hazretleri o günleri şöyle anlatmaktadır:
“Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de. Seksen küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı harplerde bir câni gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan men edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere mâruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni men etmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.” (Nursî, Tarihçe-i Hayat, Isparta Hayatı).
Yaşadığı dönemin zalim ve entrikacıları, Bediüzzaman Hazretleri’ne akla hayale gelmeyen iftiralarda bulunmuşlardır. İnsanların gözünden düşürmek ve toplumu ondan uzaklaştırmak için, yayınladıkları dergi, gazete ve her türlü yayın aracılığıyla üzerine gitmiş ve sürgünden sürgüne, hapisten hapse yollamışlardır. Her bölgeye, her meşrebe ve her duruma göre, aleyhinde oluşturacakları türlü türlü desiseye müracaat etmişlerdir. Bu iftiralardan sadece bazılarına işaret edilecek olursa;
Kendisinden ders alanları “mürid” ve “tarikat üyesi” gibi o zamanki mevhum ve suç saydıkları lakaplarla yaftalayarak, birer suçlu ilan etmişler; gazetelerdeki yalan haberlerle, insanları ondan uzaklaştırmak için: “Eğridir gençleri Said ve müridleriyle mücadeleye başladılar.” yalanını yazmışlar; “Said ve müridleri gizli siyaset çeviriyorlar, emniyeti bozup kanunları değiştirmeye çalışıyorlar” iftirasına sarılmışlar; hızlarını alamamış olacaklar ki sonunda da cinsiyet kozuna sarılarak “Said Nursî bazı kadınlara şeytandır diyor” yalanını uydurarak akıllarınca kadınları Üstad’a ve öğretilerine düşman etmeye çalışmışlardır.
Şer şebesi yukarıdaki iftiralarla tatmin olmadıkları için bu defa daha başka tezvirata da başvurmuşlardır. Onlardan bazıları ise şunlardır: “İrticayı yayıyor, gizli cemiyet kuruyor, dini âlet ederek toplumu devletin emniyetini ihlâle teşvik ediyor, gizli neşriyat yapıyor, yazdığı eserleri Kur’ân’a nazire yapıyor, Kur’ân’ın sûrelerini yüz kırka çıkartıyor, yazdıklarının ilmi hiçbir tarafı bulunmuyor, talebeleri birbirleriyle gizli gizli görüşüyor, risaleler teksir makineleriyle çoğaltılarak köylere kadar gizli götürülüyor, risaleleri Kur’ân’a (hâşâ) eş tutuyor, talebelerini, kerametlerinin varlığına inandırıyor, kerametleri ve velîliği hakkındaki söylenenleri ve yazılanları red ve cerh etmiyor, övünmeğe düşkündür, kendi kerametine o kadar inanmıştır ki, İlâhî ve tabiî olan birçok hâdiseyi kendisinin ve Risale-i Nur’un kerameti kabul ediyor, hayır ve şerrin Allah’tan olduğunu inkâr ediyor, talebeleri ona mehdilik isnadında bulunuyor, müceddidlik ve büyük makamlar veren şakirtlerinin söylemlerine, enâniyet ve övünmeye olan meylinden itiraz etmeyerek bu teveccühleri kabul ediyor, Hz. Ali’nin (r.a.) ilm-i hakikat itibariyle şakirdi olduğumdan, mânevî evlâdı olabilirim” demesiyle kendine atfedilen makamlara liyakatini kabul etmiş oluyor, kendisinin peygamber olduğunu iddia ediyor, halkı devletin aleyhine kışkırtıyor, eserlerini Türk Harfleri Kanununa aykırı olarak Arap harfleriyle yazdırıyor, kullandığı hadisler zayıf hatta mevzu olmakla beraber, tevilleri yanlış ve aslı bulunmuyor, miras taksiminde kadın ve erkeğin eşitliği aleyhinde bulunuyor, medenî kanunları kabul etmediğinden, devrim kanunlarının tersine hareket ediyor, Mustafa Kemal’i Süfyan ve bir İslâm deccalı görüyor, şapkaya muhalefet ediyor, şapkanın küfür alâmeti olduğunu, giymede ısrarın ise dinsizlik olduğunu iddia ediyor, talebeleri şapka giymiyor, böylece şapkaya açıkça muhalefet ederek devlete kafa tutuyorlar…Medreselerin ve tekkelerin kapanmasından, ezan ve kamette Allahu Ekber denilmemesinden, bunlar âhirzaman alâmetlerinden sayıldığından, inkılâp hareketlerine karşı bir kışkırtmak isteği içinde bulunduğu anlaşılıyor, Peygamberimiz Muhammed Mustafa’ya (a.s.m.) benzetilmek isteniyor, Kur’ân-ı Kerîm’i ve hadîsleri şahsî fikirlerine ve maksatlarına âlet ediyor, gaybı bildiğini iddia ediyor, gizli cemiyet kurarak, din perdesi altında emniyeti bozmak maksadıyla kitap ve mektuplarını gizli vasıtalarla gönderiyor, zelzele gibi bazı hadiselerin, Nurlara hücum zamanında gelmelerini Nurun kerameti olarak görüyor, kendisini müceddit görüyor.Risale-i Nurlar tefsir değil, hem bazen akideye muhalif yönleri de var, Said-i Nursî, Ehl-i Sünnete muhalif olan Hasan Sabbah, Bâtınilik mezhebi ve gulat-ı şia gibi bir yol izliyor, inkılâplar aleyhinde ve emniyeti ihlâl fikriyle mukaddesatı âlet yapıp halkı fesada teşvik ediyor, İslâmî bir devlet kurmak istiyor…” gibi bir sürü akıl mantık açısından mümkün olmayan alçakça iftiralar atmışlardır.
Sâkin bir gözle günümüz mağdurları bu itham ve itiraflara bakarlarsa, ne kadar da tanıdık geldiğini, yabancısı olmadıklarını göreceklerdir. Çünkü varlığını, iyiyi yok etme ya da birilerini çürütme esasına göre sürdüren güruhların, tahrip ve şer dışında üretecekleri herhangi bir katma değerleri yoktur, olamaz da.
Daha da ilginci ise, hiçbir ahlaki ve insanı kaygı taşımayan bu şer şebekesinin, şirzime-i kalîlenin, yukarıdaki hezeyanlarla yetineceği düşünülmemelidir. İftiralarını zirveye taşıma adına ve Risale-i Nur’un fevkalâde kıymetini kırmak düşüncesiyle, şeytanları kıskandıracak bir senaryo ile arzı endam ettiklerini görüyoruz. Bizzat o günkü resmî makamı işgal edenlerce atılmış, okunduğunda insanı tüylerini ürperten ve seviyesizlikte dibi temsil ettiğini düşündüğümüz şu iftirayı attıklarına şahit olmaktayız: “Geceleyin (hem de Ramazan Ayı’nda) tablalarla baklavalar, fâhişe ve namussuzlar yanına gidiyorlar” denmiştir.
Dünyalarını, bu topraklardaki insanların ebedi hayatını kurtarma adına vakfeden günümüz kara sevdalıları, onlar adına sizlerden özür diliyoruz. Umarız bir gün, bugünün müfterilerinin adına da bir ehli insaf ve akıllı kişi çıkar (racülün reşid) ve asrın dertlilerine de özür dileme irfan ve kemalini göstermiş olurlar.
Bediüzzaman Hazretleri akılları dumura uğratacak söz konusu alçakça iftira karşısında: “İşte böyle bir iftiraya bir sefih, ahmak insan, eşek olsa, sonra şeytan olsa, buna ihtimal vermez. O adam anladı, o gibi plânlardan vazgeçti, buradan başka yere cehennem olup gitti. Onun resmiyet cihetiyle beni değil, belki Nur Risalelerini okuyanları lekelemek için kurduğu plânıyla, bu yeni hadiseyi vesile edip şakirtlere leke sürmek istenildi. Fakat hıfz ve himayet ve inayet-i İlâhiye, o plânı da harika bir tarzda akîm (neticesiz) bıraktı.” sözleriyle mukabelede bulunmuştur.
Özetle bazılarına işaret edilen yukarıdaki iftiraların aynıları yahut benzerleri, günümüzde kadın, erkek, yaşlı, genç hatta çocuğuyla birlikte bütün masumlara, Hizmet Hareketi ve gönüllülerine de atılmıştır. İftiracıların karakterleri aynıdır, zalimler aynı elbiseyi giymektedir ve iftira yöntemleri de tıpa tıp benzerlik göstermektedir. Özetle hiçbir ahlaki, imanî ve insanî kaygı taşımayan bir güruhun, insani duygu ve düşünceleri kaybetmesi ve hayvaniyetle vahşice yarışması sonucu, aktif ve pasif zalimlerin ortaklaşa icra ettikleri bir soykırımla, pek çok masumun itibarının, hürriyetinin, hatta hayatının pâyimal olmasıdır.
Yaşasın zalimler için cehennem…
Kaynak:Prof. Dr. Muhittin AKGÜL | Samanyoluhaber