Gaflet; dalgınlık, dikkatsizlik, kendinde olmama; gafil de çevresinde olup bitenlerden habersiz, her zaman şaşkın ve halkla münasebetleri açısından da dikkatsiz yaşayan demektir. Uyur-gezer gibidir gafil; yürür, fakat yürüdüğünün farkında değildir. Bir şeyler yapar ama, ne yaptığını tam kestiremez. Hedefsizdir, çok defa abesle iştigal eder; eder de hep yürüdüğü yollara ve içinde yaşadığı zamana yenik düşer. Doğrusu, onun davranışlarında bir gaye aramak da beyhudedir; zira o bakıp da görmeyen, işitip de anlamayan öyle bir şaşkın ve öyle bir dalgındır ki, bazen etrafında cereyan eden kızıl-kıyamet hâdiselerden bile habersiz yaşar.
Yıllar var ki, bu tali’siz coğrafyanın insanları -ona da yaşama denecekse- hep böyle yaşadı; gafletle oturdu, gafletle kalktı, bir gaye-i hayali olmadı ve sürekli gününü gün etme peşinde koştu.
Aslında, böylelerinin hiçbir zaman başka türlü olmaları düşünülemez; bunlar yer-içer, yan gelir kulakları üzerine yatarlar; ne maziyi görürler, ne de müstakbeli; Ömer Hayyam edasıyla: ‘Geçmiş gelecek masal hep/Eğlenmene bak, ömrünü berbat etme!’ der, kendilerini ‘bel hüm edall’[1] gayyalarına salar ve hilkat seviyelerine rağmen bir hayat yaşarlar. Ne minarenin sesini duyar, ne mâbedden bir şey anlar ne de varlık ve eşyanın ifade ve beyanına kulak verirler. Kâinat kelime kelime, satır satır, paragraf paragraf bir şeyler anlatırmış; her yandan üzerlerine sağanak sağanak nimetler yağarmış; yer yer nankörlüklerinden dolayı arz u sema hâdiseleriyle ikaz edilirlermiş; her hâdise fasih beyan onlara neler ve neler anlatırmış… onlar bütün bu olup bitenlerden hiçbir şey anlamaz, hatta çok defa bu mütemâdî ikazların, bu devamlı tenbihlerin farkına bile varamazlar. Farkına varmak bir yana, bazen ilâhî tenbihlere isyan ve küfranla mukabelede bulunur; ihsan ve lütuflar karşısında da daha bir gaflete gömülür ve bohemlik soluklamaya dururlar.
Gafiller, nimete nimet demez, ihsanı ihsan bilmez, ikaza kulak vermez; belâ ve musibetlere gelince, azıcık inançları varsa, onu da kadere verir ve takdiri taşa tutarlar; yoksa, tabiî sebeplere bağlar, temerrütlerine devam ederler. İş dönüp de ilâhî lütuflar söz konusu edilince, her şeyi kendilerinden bilir ve ‘ben, ben’ diye nefes alıp vermeye başlarlar. Aksine işleri bozulup düzenleri alt üst olunca da, âh u vâh edip ellerini ovuşturur ve inlemeye dururlar. Ne var ki artık iş işten geçmiştir; geçmiş ve dünyevî perde kapanmış, yeni bir perde açılmıştır. Bu perde daha ürpertici ve daha müthiştir; evet, ‘Ahiret azabı çok daha çetin ve daha şiddetlidir.’[2]
Ama ne acıdır ki, gafil, ne burada başına gelenlerden ne de ötede kendini bekleyenlerden haberdardır; gafletle oturur, gafletle kalkar.. düşünmez bugünü-yarını.. tanımaz hakkı-hukuku, çiğner çiğneyebildiği herkesi.. bir fitne olur eser her yanda ve katar karıştırır her tarafı. Gücü yettiklerini ezerken, gafildir, düşünmez onu da ezecek bir güçlünün bulunduğunu. Kendince ters gördüklerini değişik ad ve unvanlara bağlayarak haklarken de kendi âkıbetini hiç mi hiç hesaba katmaz. O, fevkalâde şımarık ve küstahtır. Zulüm ile âbâd olacağını sanır ama, kendini acı bir son beklemektedir; bu acı son en hafifinden hüsran ve nedamettir…
Şüphesiz onun bu türlü tavır ve davranışlarına karşı iman ve mefkûre insanlarına da düşen bir kısım sorumluluklar vardır: Bir mü’min, ‘Nasıl olsa Allah’a inanıyorum’ diyerek yan gelip yatamaz. Horlanıp hakir görülmeyi tabiî karşılayamaz. Haklarının elinden alınması karşısında sessiz kalamaz. Vazifesidir Allah’a dayanıp peygamberâne bir azim içinde bulunması, bir hikmet eri gibi iradesinin hakkını vermesi, iman serasına sığınıp Hak rızasına müteveccih olması, ‘Ben de varım!’ deyip bütün imkân ve kabiliyetlerini düşünce dünyasının ihyası adına harekete geçirmesi, her zaman ciddî bir sorumluluk şuuruyla hizmete âmâde bulunması, kalbî, ruhî, aklî, mantıkî bütün güç kaynaklarını ferdî ve millî dirilişi istikametinde kullanması… evet, bu icmâlî hususların hemen hepsi bir mü’min için çok önemlidir.
Bu itibarla da diyebiliriz ki, dine-diyanete saygılı, ülke ve ülküsüne kilitlenmiş yüksek karakter ve derin mefkûre insanları yetiştireceğimiz güne kadar, ehl-i gaflet ve dalâletin baskı ve dayatmalarına karşı koymak mümkün olmayacaktır. Birkaç asırdan beri devam edegeldiği gibi bundan sonra da insanımız sürekli iğfal edilecek.. tiranlar zayıfları ezmeden geri durmayacak.. insanî değerlere saygısızlık devam edecek.. Allah’ın adı unutturulmaya çalışılacak.. Resûl-i Zîşân’a açık-kapalı hakaretler yağdırılacak.. ırz ve namus mülâhazaları hafife alınacak.. fuhuş revaç bulacak ve bohemlik şahlandırılarak saf yığınlar cismaniyetin azat kabul etmez köleleri hâline getirilecektir.
Evet, hep imanlı ve ümitli olmalıyız ama, bir o kadar da azimli ve kararlı duruş içinde bulunmayı ihmal etmemeliyiz. Yıllarca ve yıllarca içte ve dışta ruh ve mânâ köklerimize düşman olanlara karşı gösterilen acz ü zaaf, millî değerlerimizi tezyif eden bir toplumu ve bazı kesimleri daha da cesaretlendirdi; masum ve mağdurların ezilmesini biraz daha kolaylaştırdı. Bir büyüğün ifade ettiği gibi, aç kurtlara karşı tahabbüb gösterildi ve onların iştihaları kabartıldı. Sonra da onlar dönüp dişlerinin kirasını istemeye durdular. Ezdiler bizi ve omuzlarımıza basıp bir yerlere yükseldiler, ancak hiçbir zaman insanca davranmadılar. Aksine, her defasında kendi bâtıl düşüncelerini dayattı ve herkesi kendilerine benzemeye zorladılar.
Ne var ki, bütün bunlara rağmen, birkaç asırlık bu acı serencâme bundan sonra da hep böyle devam edecek demek değildir; dünya var olduğu günden bu yana, ışık her zaman karanlığı kovaladı durdu.. geceleri sürekli gündüzler takip etti.. zaman dairevî cereyanıyla dün ağlattıklarını ertesi gün güldürdü.. ve kapkara günler bağırlarında ne nevbaharlar ne nevbaharlar yetiştirdi.
Millî ses muvakkaten kesilse de hiçbir zaman tamamen susmaz/susturulamaz. Ağzına fermuar vurulsa da, o mutlaka değişik enstrümanlarla kendini yine ifade eder ve maksadını çevresine behemehal duyurur. Gafiller uyansın-uyanmasın, o, mutlaka bir gün minarelerden yükselen sesler gibi ta yatak odalarımıza kadar gelip ulaşacak ve bize kendimiz olmamızı fısıldayacaktır.
Bugüne dek yüz defa kefeni gömlek yaptığımız gibi, son bir kere daha silkinip kalkmamız ve kendi ayaklarımız üzerinde durmamız neden mümkün olmasın ki!? Şimdi müsaade ederseniz konuyu bir eski nazımla noktalamak istiyorum:
Ey mâyesi nurlarla yoğrulmuş millet!
Hele dişini sık, az daha sabret!
Aman sönmesin sinendeki himmet!
Son durağın ‘devlet-i ebed müddet’…Hiç durma yürü ki yollarda gözler!
Durmuş şehit baban yolunu gözler,
Geril, koş, seni bekliyor pürüzler,
Şahlan ki sevinsin kederli yüzler…
[2] Ra’d sûresi, 13/34
Sızıntı, Nisan 2006, Cilt 28, Sayı 327
Kaynak:M.Fethullah Gülen / Sükutun Çığlıkları