Artma, çoğalma, taşma ve bolluk, bereket mânâlarına geliyor feyiz. Bir şeyi var etme, onu varlığın bütün hususiyetleriyle serfiraz kılma; ilhamlarla, mevhibelerle kalbî ve ruhî hayatı derinleştirerek bazı kimseleri iç enginliklere ulaştırma.. gibi hususlar da birer feyiz ama, şe’n-i Rubûbiyet’e has tecellî türünden birer feyiz.
Bundan başka feyiz kelimesi, başka sözcüklere izafe edilerek çok daha geniş bir alanda kullanılır ki: Allah’ın halk, ibdâ, inşâ, ihyâ, imâte, terzîk (bunlar sırasıyla şu mânâlara geliyor: Yaratma, bir örneği ve benzeri olmayacak tarzda icat etme, düzüp koşma, hayata mazhar kılma, öldürme ve rızıklandırma) gibi sıfatlarına bağlı akdes ve mukaddes tecellîlere “feyz-i tekvînî”, Hak’tan gelip insanın gönlüne doğan ilhamlara “feyz-i ilâhî” ya da “feyz-i Rabbânî”, herkesin istidadına göre ilâhî mevhibelere mazhariyetine “feyz-i istidadî”, mârifet ve muhabbet-i ilâhîyeye bağlı zevk-i ruhânîye “feyz-i ibadet” veya “feyz-i ubudiyet”, aşk u iştiyaka varan ruhanî alâkalara da “feyz-i aşk” denilegelmiştir. Bu ifadelerin hemen hepsine eklenecek, ilâve edilecek ya da bunlardan çıkarılacak sözcükler olabilir; ancak çerçevenin düz durduğuyla alâkalı söylenebilecek bir şey olacağını zannetmiyorum. “Taayyün-ü evvel”deki feyizden (yerinde üzerinde durulabilir..) tekvînî emirlerdeki tecellîye, ondan insanların gönlüne ilkâ edilen vahiy, ilham ve ihsaslara kadar her şey, böyle bir feyezânın değişik dalga boyundaki tecellîlerinden ibarettir.
Evvelâ, bütün varlık O’nun nur-u feyzi ile, O’nun irade ve meşietine bağlı olarak ve yine O’nun ilmî programlarına uygunluk içinde yaratılmış.. eşi-benzeri olmayacak şekilde vaz’ ve tanzim edilmiş.. hayat mucizesiyle ayrı bir derinliğe ulaştırılmış ve metafizik enginliklere açık hâle getirilerek ufuk ötesi yeni mevhibelere kapı aralanmış.. ölüm ve sonrasıyla, var olma hâdisesinin mebde, münteha ve gayesi gösterilmiş.. maddî-mânevî rızıkla da bütün varlığın, hususiyle de insanoğlunun her zaman muhtaç olduğu hayatî bir mevzu hatırlatılmış.. ve böylece -tabir yerindeyse- değişik tecellî dalga boyundaki her bir feyizle “Kenz-i Mahfî”ye dair bir sır kapısı aralanmıştır.
Eşya ve hâdiselere ilk var olma işareti “feyz-i akdes”den gelmiş, “feyz-i mukaddes”de, haricî vücudları murad buyurulan “a’yân”a haricî vücud alarmı verilmiş ve “mümkinü’l-vücud” ayn’lar arasında var olma vetiresi başlamış; sonra da her varlık ve her nesne, ilk mevhibeleri sayılan kabiliyetleri çerçevesinde, daha ileri götürücü yeni feyizler beklemek üzere sîne-i istidadını açıp, bu tecellîlerin geldiği noktaya yönelmiştir.
Feyz-i akdes, kutsallardan kutsal bir feyiz tecellîsi demek olup, bütün yaratıkların ilmî vücudları, malûm hakikatleri ve istidatlarının -bu, değişik varlıklara göre farklı farklıdır- a’yân-ı sâbite (Hz. Zât’ın ilmi çerçevesinde hakâik-i mümkinât) itibarıyla ortaya çıkmalarında fail ve müessir-i hakikîye perde-i izzet bir tecellîdir. Bu şekilde hakâik-i mümkinenin ortaya çıkması -buna hakaikin ilk inkişafı da diyebiliriz- ezelde her bir varlığa bahş buyurulan istidat ve kabiliyetlere bağlı cereyan eder. Kudret’in âdiyat üstü tasarrufları müstesna, her varlık istidadıyla mukayyet bulunur. Bu hususu tenvir sadedinde şair Belîğ’in:
“Halkın istidadına vâbestedir âsâr-ı feyz,
Ebr-i nisandan sadef dürdane, ef’î sem kapar.”
şeklindeki sözlerini hatırlatıp geçelim.
Feyz-i mukaddes; takdis edilmiş feyiz mânâsına gelip, bütün mümkin varlıkları, a’yân-ı sâbitedeki hakikatleri çerçevesinde, irade ve meşiet-i ilâhiyenin haricî vücuda çıkarma tecellîsinden ibaret görülmüştür.
Mevzuu şu şekilde takdim de mümkündür: Feyz-i akdesle hakâik-ı mümkine, var olmanın misalî satırlarına, sahifelerine ve risalelerine akseder; feyz-i mukaddesle ise, haricî vücud urbalarını giyerek Levh-i Mahv u İsbat’ın harf, kelime, cümle ve kitapları şeklini alarak daha farklı bir buudda Hz. Müşâhid-i Ezelî’ye ayinedarlık etme seviye ve payesine yükseltilmiş olur. Bu iki tecellîdeki farkı şöyle de vaz’etmek mümkündür: A’yân-ı sabite -ileride üzerinde genişçe durma niyetiyle şimdi geçiyorum- ile onlardaki kabiliyetlerin levha levha ilm-i ilâhî de ilk taayyün sonrası sübutlarının esası olan tecellîye feyz-i akdes; a’yân-ı sabitedeki bu varlıkların, istidatlarına göre haricî vücud kazanmalarındaki fâiliyet perdesi tecellîye de feyz-i mukaddes denmektedir. Sofîler de bunu böyle kabul etmekte ve a’yân-ı sabiteyi ilmî vücudları itibarıyla feyz-i akdes, haricî vücudları açısından da feyz-i mukaddes tecellîsi olarak görmektedirler. Onlara göre, ilmî vücud haricî vücuddan farklı olduğu gibi, bu iki vücud türünün dayandığı kaynaklar veya mahall-i tecellîler de birbirinden farklı olmalıdır.. ve farklıdırlar da: Feyz-i akdesde, a’yân-ı sabite ve onların istidatları birer ilmî vücuddan ibaret olmasına karşılık; feyz-i mukaddesde, hem a’yân hem de bu ayn’ların lâzım ve tâbileriyle görülen, duyulan, sezilen ve keşfedilip muttali olunan, bütün bir mükevvenâttır.
Felsefeciler, feyiz konusunda sofîlerden oldukça farklı düşünürler. Konumuz olmasa da, ilk hakîmlerden itibaren bu mevzu etrafındaki düşüncelere de kısaca göz atmak istiyoruz:
Felsefecilerin bazıları, feyiz ve sudûr kelimelerini müteradif lafızlar gibi kullanmış ve her iki sözcükle de, varlığın -hâşâ- Allah’tan sudûr yoluyla meydana geldiği, geliyor olduğu iddiasında bulunmuşlardır..
Bazıları, bu feyezânın ilâhî irade ve ihtiyar ile gerçekleştiğini kabul etmekle beraber, araya daha başka vasıtalar sokarak, müessirleri ikilemiş, üçlemiş.. ve bir sürü şerik takdirine gitmişlerdir..
Bazıları, sudûrun lâzımını tasrih ederek, bu feyezânın tabiî ve zaruri bir çerçevede cereyan ettiği hükmüne vararak -hâşâ- ilâhî meşiet ve ilâhî iradeyi tamamen görmezlikten gelmişlerdir..
Bazıları, Yaratıcı’yı gayri şahsî bir ilk illet farz ederek, her nesnenin belli bir düzen içinde O’ndan zuhûr ettiği iddiasında bulunmuşlardır..
Bazıları, ilk feyezân ve zuhûru, tek bir akla bağlamış, ardından da şöyle bir üçlemeden söz etmişlerdir: 1- Aklın kendisi. 2- Bu akılda ilk illet düşüncesi. 3- Bu düşünceden de ikinci bir aklın sudûru..
Bazıları, ilk akıldan itibaren tâ feleklerin farazî ruhlarına, ondan da faal akla kadar bir sürü akıl (ukûl-u aşere) takdirine gitmiş; hatta araya bir de “nefis” sokuşturmuşlardır ki; bunların hemen hepsi de “recmen bi’l-gayb” türünden iddialardır ve dinin ruhu ile telif edilmeleri de imkânsızdır. Ayrıca bütün bu iddiaların, ne ilim adına ne de iman, mârifet ve zevk-i rûhânî hesabına pratik hiçbir yararları da yoktur.
Gerçi, zaman zaman bu tür konuların bir kısım İslâm mütefekkirlerini de meşgul ettiği olmuştur; ama ne bu düşüncelerin ne de benzeri cereyanların, İslâm’daki kalbî ve ruhî hayatın ayrı bir unvanı olan tasavvufî hayata hiçbir katkıları olmamıştır; katkıları olması bir yana, çok defa saf zihinleri bulandırmış, bazı iman esaslarının ruhuna dokunmuş ve bir hayli batıl cereyana da ilham kaynağı olmuştur.
Bu arada bazı tasavvuf büyüklerinden de sudûr ve zuhûr mülâhazalarıyla alâkalı bir kısım düşüncelerin sâdır olduğu görülmüş veya iddia edilmiş ise de, zannediyorum bu kabil çarpık fikirler, ya başkaları tarafından onların eserlerine sokulmuş ya da bu zatlar tevhid ve ilâhî irade açısından konuyu farklı bir yoruma bağlayarak, bu tür bir yaklaşımı mahzursuz görme zuhûlüne düşmüşlerdir.
Aslında, ne Kur’ân, ne Sünnet, ne de “selef-i salihîn”in safiyâne te’vîl ve tefsirleri içerisinde bu kabil mülâhazalara hiç yer verilmemiştir. Öyle ise, olsa olsa bunlar eski mirastan kültür atlasımıza aksetmiş müzahref felsefî -hilkat mevzuunda böyle düşünen felsefî cereyanları kastediyoruz- bilgiler olabilir ki, hemen hepsi de, gidip gayri iradî sudûr ve zuhûr düşüncesine dayanmaktadır.
Evet, Bediüzzaman Hazretleri’nin de belirttiği gibi, bu tür düşünce sistemlerinin temelinde; اَلْوَاحِدُ لاَ يَصْدُرُ عَنْهُ اِلاَّ الْوَاحِدُ – Birden ancak bir sudûr edebilir; bu birin dışındaki bütün diğer varlıklar ise onun vasıtasıyla meydana gelir.” prensibi vardır ki, böyle bir mülâhaza ile mutlak ganî, mutlak muktedir olan “Rabbü’l-âlemîn”in -hâşâ- âciz vasıtalara muhtaç gösterildiği ve rubûbiyetinin perdedârı olan bir kısım sebeplerin O’nun şeriki gibi takdim edildiği açıktır. Az daha açalım: Böyle bir yaklaşım, hilkat konusunda Allah’a, hem de sudûr yoluyla, tarifi bile tam yapılamamış bir “akl-ı evvel” verip, sonra da Yüce Yaratıcı’yı -yüz bin defa hâşâ- âtıl tasavvur etme anlamında bütün mülkünü, mülkünün her parçasını ve bu parçaların her hâlini değişik sebeplere, vasıtalara bağlamak demektir ki, zannediyorum böyle bir hezeyanı eski-yeni vesenîler dahi kabul etmeyecektir.
Aslında Kitap ve Sünnet’in hilkat mevzuundaki beyanları herhangi bir yanlış anlamaya meydan vermeyecek kadar açık olduğu gibi, hakikî İslâm mütefekkirlerinin konuyla alâkalı yorum ve içtihatları da, bu kabil mülâhazalara geçit vermeyecek ölçüde nettir. Kur’ânî düşünce ve İslâmî yorumlara göre topyekün varlık, nokta, harf, kelime, cümle, paragraf ve nihayet bütün bir kitap olan her şeyiyle biricik feyiz kaynağı ve Hâlikı Yüce Yaratıcı tarafından yaratılmış olduğu gibi, görülen-görülmeyen umum yaratıkların her âşire, her saniye, her dakika, her saat ve her günkü hâlleri; yani var olmaları, farklı keyfiyetlerle gün yüzüne çıkmaları, değişip durmaları, fenâ ve bekâları itibarıyla da -ihtiyar sahibi varlıkların, şart-ı âdî plânında iradelerinin müessiriyeti mahfuz- O’nun emir, irade ve meşietine bağlı cereyan etmektedir. Evet görülen-görülmeyen bütün âlemlerin yaratılması da, sevk ve idaresi de, her şeyin feyiz kaynağı, mebde-i evveli, müessir-i mütemâdîsi Allah’a aittir. Konuyla alâkalı mülâhazaların tam ifade edilemeyişi veya ifadelerdeki iştibahlardan ötürü bir kısım yanlış anlamalar istisna edilecek olursa, bu hususta, vahşî-medenî bütün insanlığın ittifakı söz konusudur: Selim akıllar hep böyle düşünmüş.. sağlam duyguların ihsasları bu çerçevede cereyan etmiş.. varlığın ruhundaki nizam, âhenk, gaye ve hikmetler de hep bunu haykıragelmiştir.
Dikkatle çevresine bakan herkes, gelip geçenlere tebessümler yağdıran çiçeklerin rengârenk çehrelerinden, ağaçların birer gelin edasıyla salınmalarına, yıldırımların ürperten tarraka-larından kuş ve kuşçukların gönüllerimizi dolduran o ince ve müessir nağmelerine; ışık, hararet, cazibe, elektrik ve kimyevî alâkalardan biyolojik faaliyetlere; insanların zahir istidat ve kabiliyetlerinden kalb, ruh, his ve şuurlarıyla alâkalı aktivitelerine kadar her şey, hem Allah’ın varlığına, hem de O’nun bütün eşya ve hâdiseler üzerindeki hakimiyetine delâlet ettiğini duyacak, hissedecek ve mehabetle ürperecektir.
Evet, eğer insan, gelip kulaklarına çarpan ve gözlerine ilişen ses-söz ve görüntüleri vicdanın hassas imbiklerinden geçirerek değerlendirebilse, engin denizlerin yüreklere ürperti salan homurdanmalarından, ormanların büyülü uğultularına; âsûde koyların sessizlik murakabesine benzeyen görüntülerinden dağların mehabetli duruşlarına; güllerin-çiçeklerin o rengârenk işveli hâllerinden onlarla mütemâdî bir aşk u vuslat hayatı yaşayan kuşların, kuşçukların muâşakalarına; varlığın okunan bir kitap, temâşâ edilen bir meşher, gezilip görülen bir saray, ekilip biçilen bir mezraa olmasından insanların, her şeyin üzerindeki bu ince gayeleri, hikmetleri kavrayıp değerlendirme kabiliyetleriyle serfiraz kılınmalarına kadar her şey, o akdes ve mukaddes feyiz kaynağından ve O’nun ilim, irade ve meşietiyle kaynayıp geldiğini aklen ve vicdanen duyacak ve ruhunu saran mârifet, muhabbet, aşk u şevk ve ruhânî zevklerle kendinden geçecektir.
Hâsılı, maddî-mânevî, canlı-cansız, büyük-küçük her varlık ve her nesne Allah’ın bir feyziyle gün yüzüne çıkmış; O’ndan gelen mütemâdî tecellîlerle varlığını sürdürmekte ve belli bir gayeyi takip etmektedir. Evet, yoktan var olma ayrı bir tecellî ve ayrı bir feyze, var edilenleri görüp gözetme de farklı bir tecellî ve farklı bir feyze vâbestedir. Peygamberler vasıtasıyla iman, mârifet ve muhabbet yollarının açılması ayrı bir feyezân; evliyâ, asfiyâ ve hakikî mürşidlerce aynı hakikatlerin, beşer idraki seviyesine göre ve çağın gerekleri açısından içtihat ve istinbatlarla ortaya konması ayrı bir ifâza; en küçük ve en önemsiz vesilelerin dahi değerlendirilip âdeta birer esrar havzı hâline getirilmesi ve bir mânâda herkese tefeyyüz imkânının sağlanması da izafî ayrı bir feyiz ve feyezândır.
“Hâlik’ın nâmütenâhî feyzi var,
Her feyezanda ayrı bir tecellî;
Gördüğümüz her şey bitevî esrar,
Her sır erbabına celîden celî…”
Ve zannediyorum artık sıra tecellîye gelmiştir…
رَبَّنَا اتِنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً وَهَيّئْ لَنَا مِنْ أَمْرِنَا رَشَداً رَبَّنَا اجْعَلْ لَنَا مِنْ أَمْرِنَا فَرَجاً وَمَخْرَجاً وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى الهِ وَصَحْبِهِ أجْمَعِينَ
Sızıntı, Aralık 2000, Cilt 22, Sayı 263