Geçen haftaki yazımızda evrim teorisinin mekanizmalarını değerlendirmeye başlamış ve sonradan kazanılan özelliklerin devri ile doğal seleksiyon üzerinde durmuştuk. Bu hafta ise evrimleşmenin mekanizmaları olarak gösterilen diğer maddeleri ele alacağız.
3. ADAPTASYON
Tabii seleksiyon ile adaptasyon arasında oldukça yakın bir ilişki vardır, bu ikisi birlikte iş görür. Adaptasyon, canlıların içinde yaşadıkları ortama başarılı bir şekilde uyum sağlayabilmeleri için geçirmiş oldukları yapısal veya fizyolojik değişimlerdir. Farklı bir ifadeyle o, çevreyle sıkı bir ilişki içinde olan biyolojik yapıların, değişen çevre koşullarına verdikleri bir cevaptır. Canlı organizmalar adaptasyon sayesinde, hem hayatta kalma şanslarını artırmış hem de türün yok olma ihtimalini azaltmış olurlar. Dağ tepelerinde yaşamaya başlayan insanların zamanla renklerinin koyulaşması ve kandaki alyuvarlar sayısının artması adaptasyona misal olarak verilebilir.
Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların, içinde yaşadıkları ortamla oldukça uyumlu organlara, sistemlere ve özelliklere sahip oldukları görülür. Evrimciler bu durumu adaptasyonla açıklar. Yani onlara göre tek bir ortak atadan çoğalarak gelen her bir tür, içinde yaşadığı fizikî şartlara uygun vücut yapıları geliştirmiştir. Mesela ısı kaybetmeleri gerektiği için çöl tilkilerinin kulakları ve kuyrukları uzamış, yırtıcılardan kaçmaları gerektiği için otçul memeliler hızlı birer koşucu olmuş, çöllerde yaşayan develer kum fırtınalarından korunmak için kulak ve burun kılları geliştirmiş, kutup ayıları hayatta kalabilmek için diğer ayılara nispetle daha fazla yağa sahip olmuştur.
Ne var ki Allah’a inanan bir insan açısından bunun farklı bir izahı vardır. Farklı coğrafi ortamlarda yaşayan canlılara, hayatta kalabilmeleri için sahip olmaları gereken en elverişli organları ve sistemleri veren ne tabiattır ne de canlının kendisi. Bunlar adaptasyonla sonradan ortaya çıkmış şeyler değildir. Adaptasyon canlı organizmalarda kısmi bir kısım değişikliklere yol açsa da hiçbir zaman onlara yepyeni yapılar veremez. Bilakis bunları var eden Allah’tır. Her bir türe, kendi ortamına ayak uydurabilecek özellikler yaratılıştan verilmiştir ki bu da ilahî hikmet ve rahmetin önemli bir tezahürüdür. Eğer adaptasyonu sağlayacak genler Yaratıcı tarafından onun DNA’sına konulmasaydı, yeni çevresel koşullara ayak uyduramaz ve yok olurdu.
Türlerin içinde yaşadıkları ortamlara adapte olabilecek yapılara sahip bir şekilde yaratıldıklarını reddeden evrimciler, bu yapıların uzun zaman içinde kademe kademe oluştuğunu iddia ederler. Ne var ki herhangi bir türe mensup olan üyelerin, hayatta kalabilmek için ihtiyaç duydukları en uygun yapıya sahip oluncaya kadar nasıl ayakta kaldığının bir izahı yapılamaz. Her bir canlının bulunduğu ortama en iyi şekilde adapte olduğunu gören evrimciler, bunu hemen evrime verseler de, geçmiş asırlar boyunca bunun nasıl gerçekleştiğini çözemezler.
Evrimciler, adaptasyonun bizzat kendisini evrim olarak gördükleri gibi, doğal seleksiyon ve adaptasyonla meydana gelen değişimin yavaş yavaş türü başka bir türe dönüştüreceğini de iddia ederler. Oysaki somut hiçbir kanıt ve gözleme dayanmayan bu tür izahların varsayımdan öte bilimsel bir değeri yoktur. Çünkü tıpkı tabii seleksiyon gibi adaptasyon da türün ortak gen havuzundaki bilgiyi değiştiremez; onda herhangi bir artışa veya eksilmeye yol açamaz. Sadece canlının genetik sisteminde var olan bilgiyi kullanır; gen frekanslarını değiştirir, genler arasında yeni kombinasyonlar meydana getirir, canlının fenotipinde (dış görünüşünde) etkisi görülmeyen çekinik karakterleri, dominant hâle getirir veya epigenetik faktörleri devreye sokar.
Yani adaptasyon neticesinde canlının kazandığı yeni özellikler, aslında onun genotipinde mevcut olan potansiyelin açığa çıkmasından başka bir şey değildir. Adaptasyonun kendine özel sınırları vardır. Bu sınırları da onun genetik bilgisi belirler. Dolayısıyla adaptasyondan yola çıkarak bir türün başka bir türe dönüşeceğini savunmanın hiçbir tutarlı ve bilimsel açıklaması yoktur.
Gözlemlenen gerçeklik de bize bu iddianın tam aksini söylemektedir. Mesela günümüzde dünyanın farklı coğrafyalarında yaşayan insan topluluklarının her birinin yüz şekillerinin, kafataslarının, boylarının, renklerinin vs. birbirinden oldukça farklı olduğu görülür. Çevresel koşullar onlar üzerinde etkili olmuştur. Fakat onların hiçbirisini insan olmaktan çıkararak başka bir türe dönüştürmemiştir. Görünen o ki, evrimciler de evrimi reddedenler de canlı bünyelerde meydana gelen değişim gerçeğini kabul ederler. Bütün ihtilaf, bunun sınırlarını tespitte ortaya çıkar.
Son olarak evrimi ispatlamak için bu konuda sıkça verilen misallerden biri olan güveler (kelebekler) üzerinde duralım. Kettlewell’in güveler üzerinde yaptığı deney, her tartışmada evrimin kesin deliliymiş gibi öne sürülür ve neredeyse bütün biyoloji kitaplarında buna yer verilir. Kettlewell, İngiltere’de sanayinin kirlettiği bölgelerde koyu renkli güvelerin açık renkli olanlara nazaran daha fazla ürediğini tespit eder. Bunun sebebi ise açık renklilerin, kendilerini yiyen kuşlara daha kolay boy hedefi olmalarıdır. Koyu renklilerin, değişen çevre koşulları nedeniyle fark edilmesi kolay olmadığı için hayatta kalma ve üreme şansları da daha fazla olur. Dolayısıyla zamanla kelebek popülasyonunun renkleri koyulaşır.
Söz konusu deney doğru olabilir ve güvelerin renklerinde yaşanan bu değişim bir çeşit “evrim” olarak da isimlendirilebilir. Zaten kimsenin buna itirazı olmayacaktır. Fakat buradan yola çıkarak türlerin kökeni üzerine tahminde bulunulduğu veya bir türün başka bir türe dönüşebileceği iddia edildiği anda ihtilaf başlayacaktır. Çünkü söz konusu olay, en fazla türün kendi varlığını devam ettirmek için çevreye uyum sağlayabilme kabiliyetine sahip olduğuna delil olur. Unutmamak gerekir ki endüstri devriminden önce de hem beyaz hem siyah güveler zaten vardı. Adaptasyon neticesinde bunlardan birinin baskın duruma gelmesiyle güve popülasyonunun ortak gen havuzunda bulunan genetik bilgide bir değişme olmamıştır.
Kaldı ki moleküler biyoloji uzmanı Jonathan Wells, Icons of Evolution isimli eserinde, bu kelebek hikâyesinin gerçekleri yansıtmadığını, tam bir bilimsel skandal niteliğine sahip olduğunu uzun uzun anlatmıştır. Fakat biz bunun üzerinde durmayacağız (bkz. s. 137-159).
4. İZOLASYON (GENETİK SÜRÜKLENME, COĞRAFİ YALITIM)
Mevcut türlerden yeni tür canlıların oluşmasının diğer bir mekanizması olarak izolasyon gösterilir. Farklı izolasyon türlerinden bahsedilse de bunların en bilineni coğrafi izolasyondur. Bu, kısaca şöyle gerçekleşir. Herhangi bir türe ait popülasyondan ayrılan küçük bir grup, kendi aralarında çiftleşmeye ve üremeye başlar. Bunlar her ne kadar belirli bir türün üyeleri olsalar da geldikleri türün sadece bir bölümünü temsil ederler. Mensup oldukları popülasyonun gen havuzundaki bütün özellikleri taşımazlar. Yani genetik çeşitliliğin azalmasıyla birlikte genetik kombinasyonlar da sınırlanmış olur.
Büyük havuzdan ayrılan bu grupta hangi özellikler hâkim ve baskınsa, bunlar tekrar etmeye, buna karşılık bazı özellikler de daha az görülmeye ve zamanla kaybolmaya başlar. Nesilden nesile hep aynı özelliklerin tekrarlanmasıyla birlikte, bir süre sonra tür içinde yeni varyasyonlar (ırklar, alt türler) oluşur.
Evrimciler buradan yola çıkarak, bu tür küçük ölçekli mikro değişimlerin, uzun zaman dilimleri boyunca tekrar etmesi sonucunda büyük ölçekli makro değişimleri ortaya çıkarabileceğini, yani yeni hayvan türlerinin oluşabileceğini iddia ederler. Hatta onlara göre coğrafi izolasyon, türleşmeye sebep olan en güçlü bariyerlerden biridir (Çağrı Mert Bakırcı, Evrim Kuramı ve Mekanizmaları, s. 136).
Ne var ki onların bu iddiası da hiçbir gözlem ve deneyle ispatlanmış değildir. Görünen gerçekliğin abartılı bir yorumundan ibarettir.
Görüldüğü gibi burada da meydana gelen değişiklikler yine türün temsil ettiği ortak gen havuzunun taşıdığı kapasiteyle sınırlıdır. Zira tabiatta genetik bilgiye eklemede bulunacak bir mekanizma mevcut değildir. Bu sebeple genetik sürüklenme neticesinde oluşan yeni varyantlar, yine mensup olduğu türün temel özelliklerini korurlar. Koyunsa koyun olarak, köpekse köpek olarak, kuşsa kuş olarak kalırlar. Yeni organlar veya yeni vücut yapıları meydana gelmez. Çünkü bunun için yeni genetik kod dizilerine ihtiyaç vardır ki bu da izolasyonun ortaya çıkarabileceği bir şey değildir.
İzolasyon sonucu meydana gelen olay ise sadece gen frekanslarının değişmesi, var olan genlerin yeniden karılıp düzenlenmesidir; yeni genlerin oluşması değil. Bırakalım yeni genetik bilginin ortaya çıkmasını, aslında genetik sürüklenme, ortak gen havuzunda mevcut bulunan genetik bilgide kayba sebep olan bir olaydır. Buradan yola çıkarak canlılar âlemindeki çeşitliliği izah etmeye çalışmak, gerçeklik dünyasında karşılığı bulunmayan ancak zihnî bir senaryo olabilir.
5. MUTASYONLAR (DNA’DAKİ KOPYALAMA HATALARI)
Şimdiye kadar ele aldığımız evrim mekanizmaları içerisinde yeni gen dizilimlerinin, yani yeni genetik bilgilerin ortaya çıkmasını sağlayan tek mekanizma mutasyonlardır. Darwin, mutasyon üzerinde durmamıştır. Çünkü Darwin zamanında bu bilinmiyordu. 1900’lü yılların başından itibaren mutasyonların varlığı ve oluşumu hakkında bilgi sahibi olunmuştur. Mutasyonların evrim teorisine eklenmesi ve evrimsel süreçlerin açıklanmasında önemli bir rol üstlenmesiyle birlikte Neo-Darwinizm dönemi başlamıştır.
Darwinistler, mutasyonlar yoluyla genetik çeşitlilik oluşacağını, doğal seleksiyonla da bunların uygun olanlarının seçilip eleneceğini, yavaş yavaş biriken ve elenen mutasyonların uzun zaman içerisinde yeni türleri ortaya çıkaracağını iddia ederler. Özellikle doğal seleksiyon, adaptasyon ve genetik sürüklenme gibi mekanizmaların büyük evrimsel süreçler üretebileceğinden ümidini kesen bilim adamları, bütün ümitlerini mutasyonlara bağlamış ve bu konuya aşırı vurguda bulunmuşlardır.
Ne var ki hiçbir akıl, şuur, plan ve hedeften söz edemeyeceğimiz, DNA’nın bölünmesi esnasında tamamıyla rastgele gerçekleşen ve büyük çoğunluğu itibarıyla zararlı ve öldürücü olan mutasyonları, evrim için elverişli bir mekanizma kabul etme de evrimcilerin zorlama tevil ve yorumlarından bir diğeridir.
Evrimi savunan bilim adamlarının, mutasyonlarla evrim arasındaki ilişkiyi gösterme adına sürekli gündeme getirdikleri örnek, bakterilerdir. Bütün evrim kitaplarında bakterilerin zamanla antibiyotiklere karşı dirençli hâle gelmeleri, evrimin en büyük delillerinden (!) biri olarak takdim edilir. Özellikle Richard Lenski ve arkadaşlarının uzun yıllar boyunca E. coli bakterisi üzerinde yaptıkları deney çok meşhurdur. Deney için bakterilerin seçilmesinin en önemli sebebi, çok hızlı bölünmeleridir (20 dk). “Lenski deneyi” yazılarak basit bir Google aramasıyla deneyin bütün detaylarına ulaşılabilir.
Güya bu deney vesilesiyle bilim insanları evrimi laboratuvar ortamında kendi gözleriyle görme şansını elde etmişlerdi. Çünkü 1988 yılında başlayan deneyde kullanılan bakteriler, 2014 yılına gelindiğinde 60 bininci neslini vermiş ve evrimleşmişlerdi! Çünkü üreme hızları, hücre hacimleri, glikozu ve sitrat moleküllerini sindirebilme özellikleri değişmişti. Bazı bilim adamları her ne kadar bakteri hücresinde meydana gelen bu değişiklikleri, “evrim” olarak isimlendirse de en nihayetinde elimizdeki bakteri, yine bakteridir. Değil başka bir canlıya, farklı yeni bir bakteri türüne dahi dönüşmemiştir. Bakteriyolog Alan H. Linton da bakteriyoloji biliminde 150 yıldır devam etmekte olan çalışmalarda, bir bakterinin başka bir bakteri türüne dönüştüğünü gösteren hiçbir delil bulunamadığını açıkça ifade etmiştir.
Dolayısıyla bu tür deneylerden yola çıkarak, mutasyonları, var olan bütün canlı türlerinin oluşum mekanizması olarak sunmanın, yani rastgele oluşan mutasyonlar neticesinde balığın amfibi’ye, amfibi’nin sürüngene, sürüngenin kuşa dönüşeceğini iddia etmenin hiçbir makul ve bilimsel yönü olamaz.
Öte yandan tek hücreli bir canlıda meydana gelen ve sadece etkisi tek bir hücreyle sınırlı kalan bir değişimden yola çıkarak, çok daha kompleks yapılara sahip olan çok hücreli hayvanlarda meydana gelen mutasyonların organizmada köklü ve büyük çaplı değişiklikler yapacağını, yeni organları ve anatomik yapıları ortaya çıkaracağını, solunum ve dolaşım sistemlerini değiştireceğini ileri sürmek varsayımdan öte geçmez.
İster genlerdeki kopyalama hatalarından kaynaklanan nokta mutasyonlar olsun, isterse DNA parçasının bütününü içine alan kromozom mutasyonu olsun, genetik yapıda meydana gelen bu tür değişimlerin birikerek uzun zaman dilimi içerisinde mükemmel işleyen kompleks yapıları ortaya çıkaracağını beklemenin, bilimsel bir dayanağı yoktur. Bir kitapta yer alan bazı harflerin veya kelimelerin rastgele değişmesiyle mantıklı ve planlı yazılmış yeni bir kitap ortaya çıkması beklenemez.
Şimdiye kadar mutasyon neticesinde milyonlarca kez bozuk, kusurlu ve hastalıklı organ ve yapılar görülmüş olsa da bunun aksi müşahede edilmemiştir. Çünkü müthiş bir denge ve düzenin hâkim olduğu bir sistemde meydana gelen gelişigüzel müdahaleler, onu daha mükemmel bir yapı hâline getirmez; bilakis dengesizlik ve bozukluklar ortaya çıkarır. Nitekim X-ışınlarıyla mutasyon hızı 15 bin kez artırılarak uzun yıllar boyunca Drosophila melanogaster ismi verilen meyve sineği üzerinde yapılan deneyler de başarısızlıkla sonuçlanmış, başka tür bir sinek elde edilemediği gibi var olanlarda da anormallikler ve sakatlıklar oluşmuştur.
Bu durumu genetikçi Gordon Taylor şöyle ifade eder: “Altmış yıldır dünyanın dört bir yanındaki genetikçiler evrimi ispatlamak için meyve sinekleri yetiştiriyorlar. Fakat hâlâ bir türün hatta tek bir enzimin dahi ortaya çıkışını gözlemlemiş değiller” (Taylor, The Great Evolution Mystery, s. 48).
Biyokimyacı Michael Pitman’ın şu ifadeleri de aynı başarısızlığa dikkat çeker: “Sayısız genetikçi meyve sineklerini nesiller boyunca sayısız mutasyonlara maruz bıraktı. Peki sonuçta insan yapımı bir evrim ortaya çıktı mı? Maalesef hayır. Genetikçilerin ürettikleri canavarlardan sadece çok azı beslendikleri şişelerin dışında yaşamlarını sürdürebildiler. Pratikte mutasyona uğratılmış olan tüm sinekler ya öldüler ya sakat kaldılar ya da kısır oldular” (Pitman, Adam and Evolution, s. 70).
Bu itibarladır ki ne gerçek dünyada ne de laboratuvar ortamında gözlenemeyen imkânsız ihtimallere bel bağlamak, bilimsellik olarak isimlendirilemez.
Sürekli mikro evrimden misaller vererek, “Bu oluyorsa daha büyüğü de olur.” mantığıyla makro evrimi (türleşmeyi) de mümkün görmek, kıyas-ı fasittir, önyargılı bir çıkarımdır. Çünkü değişimin sınırları vardır, canlı organizmalar ancak kendi sınırları içinde değişebilirler. Genetik bilgide gerçekleşen rastgele değişimlerin ve doğal seleksiyonla bunların seçiminin, uzun süreler içinde çevremizde gördüğümüz canlıların mükemmel yapılarını ortaya çıkarmasını hayal etmek dahi kolay değildir.
Evrimcilerin iddia ettiği üzere sudan çıkan bir deniz canlısının karada yaşayabilmesi veya denize giren bir kara memelisinin suda yaşamaya adapte olabilmesi için genetik, anatomik ve fizyolojik yapılarında milyonlarca mutasyonun sıralı, kontrollü, dengeli ve planlı bir şekilde meydana gelerek yepyeni dokular, organlar ve sistemler meydana getirmesi gerekir ki ihtimal hesapları içerisinde böyle bir olayın gerçekleşmesi imkânsızdır.
Prof. Dr. İrfan Yılmaz bu imkânsızlığı şu benzetmeyle anlatmıştır: “1930 model çok basit bir otomobil, makineli tüfekle kurşun yağmuruna tutulduğunda, mermilerin otomobilde yapacağı tesirle, basit otomobilin 2007 model bir Mercedes’e dönüşmesi ne kadar mümkünse, bir hayvanın da maruz kalacağı yıkıcı mutasyonlarla, düzenli çalışan yeni bir sisteme, nesil veren başka bir hayvana dönüşmesi o kadar mümkündür” (Arif Sarsılmaz, 110 Soruda Yaratılış ve Evrim Tartışması, s. 68).
O hâlde mutasyonların canlı organizmalarda bir kısım değişikliklere sebebiyet vereceğini kabul etsek de, bunların zamanla birikerek evrimi gerçekleştirmesi ve yeni türler meydana getirmesi mümkün değildir. Mutasyonlar ne yüzgeçleri ayağa, ne solungaçları akciğere, ne dinozorları kuşa, ne de primatları insana dönüştürebilir. Bırakalım bu tür köklü ve büyük çaptaki değişimleri, şimdiye kadar mutasyonlar yoluyla fonksiyonları bozulmadan bir türe ait üyelerin, küçük bir organlarının bile başka bir organa dönüştüğü gözlenmemiştir.
Özellikle bazı canlılara has olan muhteşem sistemleri ve özel yapıları ne mutasyonlarla ne de natürel seleksiyonla açıklamanın imkân ve ihtimali yoktur. Bombardıman böceğinin düşmanlarına karşı yakıcı sıvı fışkırttığı, ateş böceğinin ışık ürettiği, yarasaların radar olarak kullandığı, ipekböceğinin ipek salgıladığı, leylek ve yılanbalığı gibi hayvanların uzun göçler yapabildiği, örümceğin ağ ördüğü, arının bal yaptığı, sülüğün pıhtılaştırmadan kan emdiği, kuşların çok iyi tasarlanmış yuvalar yaptığı akıl almaz sistemlerin, gelişigüzel meydana gelen mutasyonlarla yavaş yavaş, kademe kademe ortaya çıkmasını beklemenin hiçbir makuliyeti yoktur.
Darwinistlerin, bu tip hayvan davranışlarını evrimle izah noktasında tam bir acziyet yaşadıklarını ifade etmek gerekir. İnce bir sanatın, müthiş bir şuurun, detaylı bir planlamanın bulunduğu aşikâr olan bu tür hayvan davranışlarını izah etme adına “içgüdü” diye bir isim vermek hiçbir şeyi halletmez. Önemli olan, bunun nasıl ve niçin meydana geldiğini açıklayabilmektir. Bu da evrimci mantığın üstesinden gelebileceği bir iş değildir.
Aslında problemin çözümü oldukça basittir; arıya vahyettiğini bildiren Yüce Allah (Nahl sûresi, 68), bütün hayvanlara da hayatlarını nasıl sürdürmeleri gerektiğini ilham etmiş, onlar da sevk-i ilâhî ile kendileri, yavruları ve türleri açısından en elverişli davranış kalıplarını ustaca yerine getirmektedirler.
6. ANİ SIÇRAMALAR
Evrimi ispat etme adına savundukları mekanizma ve kanıtların ikna edici olmadığının farkına varan evrimciler hemen yeni kuramlarını ve argümanlarını devreye sokuyorlar. Tabiatta görülen baş döndürücü canlı çeşitliliğinin ve mükemmel biyolojik mekanizmaların tesadüfi mutasyonların bir araya gelmesiyle açıklanamayacağının farkına varan ve ara tür fosillerinin yokluğunu gören Niles Eldredge, Stephen Jay Gould, Otto Schindewolf ve Richard Goldschmidt gibi meşhur Neo-Darwinciler (aralarında görüş farkları olsa da) “sıçramalı evrim” kuramını ortaya atmışlardır.
Bu kurama göre bir kattan diğerine çıkmak için tek tek merdivenler tırmanılmayacak, bunun yerine asansör vasıtasıyla hızlıca çıkılacaktır. Onlar, Darwin tarafından ortaya atılan “yavaş ve tedrici değişmeyle evrimleşme” hipotezinin gerçekleşmesinin zorluğu karşısında, yeni bir hipotez geliştirmiş ve mesela sürüngen yumurtasından kuş çıkması gibi, canlıların geçirecekleri büyük mutasyonlarla bir anda üst türe sıçrayıvereceğini iddia etmişlerdir.
Ne var ki onların bu görüşüne en büyük itirazlar ve en sert eleştiriler yine Darwinistlerden gelmiştir. Bir kitabında Richard Dawkins onları şu sözlerle eleştirir: “Eldredge ve Gould derinden yüzeyseller. Sanatsal, edebi bir tavırla çok etkileyici konuşuyorlar ama ciddi bir evrim anlayışı yerleştirecek hiçbir şey yapmıyorlar ve günümüz yaratılışçılarına, Amerikan eğitimi ve ders kitabı basımını altüst etme amacıyla yaptıkları rahatsız edecek denli başarılı mücadelelerinde düzmece bir yardım ve rahatlık sağlayabiliyorlar” (Dawkins, Kör Saatçi, s. 309).
Onlara yöneltilen sert eleştirilerin sebebi, bir problemi çözme adına ortaya attıkları kuramın, çözdüğü düşünülen problemden çok daha büyük problemler ortaya çıkarmasıdır. Genetik bilimiyle uğraşan bilim adamları, böyle ani değişimlerin imkânsız olduğunu ifade etmişlerdir. Aslında onların savundukları şey, tam olarak bir mucizenin gerçekleşmesidir ki bu da evrimcilerin ortaya attıkları iddiaları ispatlamada nasıl bir acziyet içerisine düştüklerinin, nasıl çıkmaz bir sokağa girdiklerinin farklı bir yansımasıdır.
Bunların yanında “Bencil Gen Kuramı”, “Kısıl Kraliçe Kuramı” gibi daha başka teorilerden de bahsedilir. Fakat evrimciler arasında yeterince meşhur olmayan ve kabul edilmeyen bu gibi kuramlar da önceki zikredilenlerden daha ikna edici değildir. Görünen o ki evrimcilere göre kuramlar, mekanizmalar, ispat vasıtaları değişse de değişmeyen ve değişmemesi gereken bir gerçek vardır: Canlıların evrimleşerek meydana geldikleri gerçeği.
Önümüzdeki hafta evrim teorisini ispatlamak için öne sürülen kanıtların gerçeklik değeri üzerinde duracağız.
Kaynak: Dr. Yüksel Çayıroğlu | Tr724