Evrim teorisinin tanımı yapılırken görüldüğü üzere, onun en önemli iddialarından biri, rastgele meydana gelen genetik değişimlerin ve çevre koşullarının etkisiyle farklı türlerin oluşmasıdır. İşte evrimciler, gerek tür içindeki varyasyonların, gerekse türleşmenin oluşmasını bir kısım mekanizmalara bağlar. Böylece öne sürdükleri hipotezleri bilimsellik kılıfına sokmaya, onları belirli biyolojik prensiplerle ilişkilendirmeye çalışırlar.
Bu konuda ilk akla gelen mekanizma, Darwin tarafından geliştirilen doğal ayıklanmadır. Neo-Darwinizm’le birlikte genlerde veya kromozomlarda meydana gelen mutasyonlar da evrimin önemli mekanizmalarından biri hâline gelmiştir. Bunlar, evrimin en önemli iki mekanizması olarak kabul edilir. Bunların yanında adaptasyon ve izolasyon da ortak gen havuzunda önemli değişimlere sebebiyet verdiği için evrimin başlıca mekanizmaları arasında yerini alır. Evrimin mekanizmaları bunlarla sınırlı değildir. Bazı evrimciler bunların sayısını on beşe kadar çıkarır. Fakat diğerlerinin etkisi zikrettiklerimize nazaran daha sınırlıdır.
Evrim teorisinin geniş kitleler nazarında makuliyet kazanmasında ve ikna edici bir hüviyete kavuşmasında söz konusu mekanizmaların önemi büyüktür. Çünkü evrimciler, hipotezlerinin doğruluğunu göstermek için, Allah’ın tabiatta vaz etmiş olduğu biyolojik prensiplere dayanıyor ve bunları kendi iddialarını destekleyecek şekilde ustaca takdim ediyorlar. İnsanlar da bu mekanizmaların tabiattaki mevcudiyetlerine, işleyişlerine ve neticelerine bakarak evrimin gerçekleşebileceğini zannediyorlar.
Öte yandan, konu hakkında yeterince bilgisi olmayan bazı kimseler de, evrimle mücadele etme adına tabiat yasalarını ve biyolojik gerçekleri inkâr ediyor ve böylece hem yaptıkları haklı itirazları gölgede bırakıyor hem de alay konusu oluyorlar. Hâlbuki takdir etmek gerekir ki evrimciler tabiatı didik didik etmiş, çok önemli yasalar tespit etmiş ve canlı formların işleyişiyle ilgili biyolojik prensipleri ortaya çıkarmışlardır. Fakat elde ettikleri bu verileri, daha önceden zihinlerinde hazır bulunan evrim şablonuna uydurabilmek için işlerine geldiği gibi yorumlamış ve çarpıtmışlardır.
Bizim buradaki maksadımız, evrim mekanizmalarını tanıtmak değildir. Zira bugüne kadar evrimle ilgili binlerce eser kaleme alınmış ve söz konusu mekanizmalar tafsilatlı bir şekilde incelenmiştir. Biz, kısaca söz konusu mekanizmalar hakkında bilgi verdikten sonra, bunların, yeni hayvan türlerini ortaya çıkaracak bir potansiyele sahip olup olmadığını irdeleyeceğiz.
1) SONRADAN KAZANILAN ÖZELLİKLERİN DEVRİ
Daha önceki yazımızda da değindiğimiz üzere Lamarck’ın öne sürdüğü mekanizma, canlı yapıların sonradan kazandıkları özellikleri yavrularına aktarabilme özellikleriydi. O, organların kullanılıp kullanılmamasına göre her nesilde meydana gelecek küçük değişimlerin uzun devirler içinde birikerek yepyeni hayvan türlerini ortaya çıkarabileceğini iddia ediyordu. Günümüzde hâlâ bu görüşü savunan küçük bir azınlık olsa da, bu yaklaşım bilim camiası arasında güncelliğini kaybetmiştir. Çünkü canlıların yaşamları boyunca sonradan kazandıkları özelliklerin kalıtım yoluyla yavrulara aktarılamayacağı ispat edilmiştir.
Mesela August Weismann, 1887 yılında fareler üzerinde yaptığı bir deneyde bunu göstermiştir. O, 20 döl boyunca fare kuyruklarını kestiği hâlde, 21. dölde doğan farelerin yine uzun kuyruklu olduğu görülmüştür. Genetik bilimindeki gelişmelerle birlikte sonradan kazanılan özelliklerin (modifikasyonların) aktarılamayacağı da kesinlik kazandı ve Lamarck’ın hipotezi değerini yitirdi.
Aslında bu herkesin gözlemleyebileceği bir gerçekliktir. Halter çalışan bir insanın kol kasları gelişse de çocuğu güçlü kol kaslarıyla doğmaz. Müslümanlar ve Museviler nesillerdir sünnet olmalarına rağmen çocukları yine sünnetsiz doğuyor. Bu sebeple biz de bu konu üzerinde daha fazla durmayacağız.
2) DOĞAL SELEKSİYON
Darwin’in evrim kuramının merkezinde doğal seleksiyon (doğal ayıklanma, tabii seçilim) vardır. Darwin’e göre bu, tüm evrim sürecinin itici gücü ve motoru gibidir. Richard Dawkins de bütün canlıların varlığının ve şeklinin doğal seleksiyonla açıklanabileceğini iddia etmiştir. Peki, nedir doğal seçilim?
Doğal seçilime göre daha güçlü olan, yani daha çok hayatta kalabilen ve daha çok üreyebilen biyolojik yapılar hayatta kalır. Sınırlı besin kaynaklarına ulaşma, düşmanlardan korunma, zor iklim şartlarına direnme gibi konularda müthiş bir mücadelenin sürüp gittiği tabiat, tür içinde mevcut olan sayısız genetik çeşitlilik arasından çevre şartlarına en uygun olanları seçer, diğerlerini ise eler. Farklı bir tabirle, fizikî ortama ve çevre koşullarına uyum sağlayabilen özellikler doğal seleksiyon tarafından ödüllendirilirken, uyum sağlayamayanlar ise cezalandırılır.
Bir türün varyasyonları arasından seçilen ve hâkim duruma gelen avantajlı organizmalar, kendilerine hayatta kalma şansını veren özellikleri kalıtım yoluyla yavrularına aktarırlar. Nesiller geçtikçe söz konusu avantajlı özellikler popülasyona ait üyelerde daha çok görülmeye başlar ve bunlarda önemli değişimler ortaya çıkar. Aslında burada gen havuzuna yeni bir bilgi eklenmediği gibi, var olan bilgiler de kaybolmamaktadır. Sadece çekinik genler baskın duruma geçmektedir. Darwin, bu evrimsel sürecin uzun yıllar işlemeye devam etmesi neticesinde, yani tabiata yeterli zaman verilmesi durumunda, yeni canlı formlarının (türlerin ve daha üst sınıfların) oluşabileceğini öne sürmüştür.
Doğal seçilimi birkaç örnekle zihne yaklaştırmaya çalışalım. Diyelim ki tavşan popülasyonu arasında bulunan bazı fertler diğerlerine oranla daha az suya ihtiyaç duyuyor. Şayet uzun süren bir kuraklık yaşanırsa, bunların hayatta kalma şansı daha fazla olacaktır. Çünkü susuzluğa dayanıklılık, onlara rekabet etmede ve hayatta kalmada avantaj sağlayacaktır. Hayatta kalan tavşanlar bu özelliklerini daha sonraki kuşaklara aktaracak ve bu özellikler git gide popülasyon içinde yayılmaya başlayacaktır. Dolayısıyla daha sonraki popülasyonları oluşturan tavşanlar daha az suya ihtiyaç duyan üyelerden oluşacaktır.
Aynı kural, kendi cinslerine göre daha hızlı koştuğu için yırtıcı hayvanlardan korunabilen ceylanlar için de, zirai ilaçlara karşı tür içindeki diğer fertlerden daha dirençli olduğu için hayatta kalabilen bakteriler için de geçerlidir.
Darwin’in doğal seçilim fikrini ortaya atmasında en önemli etki, yapay seçilim üzerinde yaptığı gözlemlerdir. Darwin’in, suni aşılama ve kültürleme yoluyla hayvan soylarının nasıl ıslah edildiğini, verimin nasıl artırıldığını ve yeni ırkların nasıl elde edildiğini görmesi, oldukça dikkatini çekmiştir. İnsanlar, belirli özelliklere sahip olan hayvanları birbiriyle çiftleştirmek suretiyle sadece onların üremesine izin veriyor ve böylece arzu ettikleri özelliklere sahip ırkları ortaya çıkarabiliyorlardı. Mesela bir çiftçi, daha çok süt veren inekleri elinde tutup sadece onların çoğalmasına izin vermek suretiyle, nesiller geçtikçe öncekilerden çok daha fazla süt veren ineklere sahip olabiliyordu.
Darwin, buradan hareketle tabiatın da çok daha uzun bir zaman dilimi içerisinde benzer seçimleri yapabileceğini iddia etti. Aslında, kendisi de bunun zorluğunun farkındaydı. Bu yüzden, “Eğer kompleks organlardan herhangi birinin teorimde ifade ettiğim, birbirini takip eden, küçük değişimlerle meydana gelmediği gösterilebilirse, teorim kesinlikle çürütülecektir.” diyordu (Behe, Darwin’in Kara Kutusu, s. 48). Çünkü yeni bir türün ortaya çıktığına dair yaşanmış hiçbir tecrübe yoktu. Fakat bunun aksini gösteren bir kanıt da mevcut değildi. O hâlde niye olmasın, diyordu.
Ne var ki doğal seleksiyonun bir hedefi ve planı yoktur. Bir adım ötesini hesap edemez. Çünkü bir hedefi kavrayacak şuur ve akla sahip değildir. Bu yüzden geleceği planlayamaz, akıllı seçimler yapamaz. Sadece emsallerine göre daha avantajlı konumda olan fertlerin hayatta kalmalarını sağlar. Fakat ne yapay ne de doğal seçimde ortaya yeni ve farklı organlar, yapılar çıkmaz. Yapay seçimle yapılabilecek olan şey, en fazla aynı türe ait farklı ırkların elde edilmesidir. Fakat burada da sınırlar vardır. Bir tavuğun vereceği yumurta sayısı, bir ineğin vereceği süt miktarı veya bir atın ulaşabileceği hız sınırı az çok bellidir. Edward S. Deevy’in ifadesiyle domuzlara kanat takamayız, tavuklara silindir şeklinde yumurta yumurtlatamayız (Rifkin, Darwin’in Çöküşü, s. 108). Doğal seçimde gözlemlenen de aynı türe ait bireylerde meydana gelen bir kısım değişikliklerdir.
Ne yapay ne de doğal seleksiyonun yaptıklarına bakarak biyolojik formların uzun zamanlar içerisinde yepyeni türlere dönüşeceğini söylemek oldukça abartılı bir yorumdur. Hiçbir gözleme ve ikna edici bilimsel veriye dayanmaz. Balıklardan sürüngenlere, omurgasızlardan omurgalılara kadar canlılar arasındaki muazzam yapı farklılıklarına baktığımızda, bütün bunların doğal seleksiyonla yavaş yavaş nasıl oluştuğu konusunda hiçbir tatmin edici cevap bulamayız. Göz, beyin, kanat gibi oldukça kompleks organ ve yapıların doğal seleksiyon süreciyle nasıl meydana geleceğinin mantıklı bir açıklamasını yapamayız. Söyleyeceklerimiz bir kısım yanlış kıyaslardan ve usta bir hayal gücüyle ortaya konulmuş spekülasyonlardan öte geçmez.
Aynı şekilde Darwin’in tasvir ettiği üzere tabiatta canlılar arasında sürüp giden amansız mücadele ve kavga, daha güçlü ve çevre şartlarına daha uyumlu üyelerin hayatta kalmalarını kısmen açıklasa da, daha güzel ve sanatlı yapıların nasıl ortaya çıktığını ve hayatta kaldığını açıklamaktan acizdir. Hayvanların sahip oldukları dişleri, pençeleri, hızları, güçleri, dayanıklılıkları, yağları, tüyleri, savunma sistemleri, kabiliyetleri vs. bir şekilde doğal seleksiyonla irtibatlandırılabilir. Fakat farklı hayvan türlerinin sahip olduğu rengarenk tüylerin, göz alıcı desenlerin, insanı büyüleyen nakışların, hayret verici sanat ve estetiğin, incelik ve zarafetin tabii seleksiyonla açıklanması hiç de kolay değildir. Bütün bu sanatlı yapıların ortaya çıkması, akıl ve şuur sahibi yüce bir Yaratıcı olmadığı sürece kör madde ve tesadüflerle açıklanamaz.
Darwinciler, doğal seçilimin sırtına kaldıramayacağı kadar büyük bir yük yükledikleri için, sürekli onu abartma ve büyük gösterme eğilimindedirler. Yazılan kitaplardaki “Doğal seçilim bizden şunu ister, şu tercihi yapar, şu komutu gönderir, şunu hayatta bırakır, şunu öldürür, şunu umursamaz, şunu düşünmez…” gibi ifadelere bakılacak olursa, âdeta onun her şeye gücü yeten akıl ve şuur sahibi bir Yaratıcı gibi takdim edildiği, tabiata vehmi bir rububiyet verildiği görülür. Hatta Francisco Ayala ve Ernst Mayr gibi evrimciler onun yaratıcı bir güç olarak tanımlanabileceğini ifade ederler. Hâlbuki onun hiçbir yaratıcı gücü yoktur; yaptığı tek şey mevcut organizmalar arasından en uyumlusunu seçmekten ibarettir. Ne var ki bu, çoğu zaman gözden kaçırılan bir husustur.
İnanan bir mü’min nazarında doğal seleksiyon, oluşacak gıda zinciri ve besin piramidi vesilesiyle canlıların rızıklarını temin edebilmeleri ve bulundukları koşullara ayak uydurabilmeleri için Allah tarafından konulmuş bir yaratılış kanunundan veya tabiat yasasından başka bir şey değildir. Ayrıca doğal seçilim sayesinde canlı türlerinin başıboş ve sınırsız bir şekilde çoğalarak dünyayı kaplamalarının da önüne geçilmiş olur. Aslında “doğal seçilim” şeklindeki kullanım problemlidir. Çünkü seçim, şuurlu bir faaliyet olduğu için, seçici bir iradenin varlığını zorunlu kılar. Bu yüzden doğrusu, “ilahî seçim”dir.
Canlılar arasındaki mücadele ve rekabetin, doğadaki tek gerçeklik olmadığının da altını çizmek gerekir. Tabiat, her zaman güçlülerin zayıfları ezdiği, sadece güçlülere yaşama hakkının tanındığı acımasız bir mücadele arenası veya savaş alanı değildir. Farklı bir ifadeyle, mücadele, tabiatın ne tek ne de en baskın özelliğidir. Günümüzde çekilmiş belgesellerde de açıkça görüldüğü üzere, mücadelenin yanı başında müthiş bir yardımlaşma ve dayanışma, şefkat ve merhamet, koruma ve fedakârlık da hükmünü icra eder.
J, A. Thompson ve P. G. Geddes, Life: Outlines of General Biology isimli eserlerinde tabiatı şöyle resmederler: “Tabiatla ilgili olarak konuşulanlar, gerçeğin bir kısmının abartıldığı tam bir karikatürdür. Vahşi tabiatta şiddetli bir eleme olduğu, yavruların ve körpelerin öldüğü, dişlerin ve pençelerin kandan arınmadığı bir ortamın olduğu.. hatta bundan daha fazlası doğrudur. Kısıtlı imkânlar ve zorluklar karşısında bir organizma, yarışı yoğunlaştırırken, bir diğeri yavrularını korumayı artırır; birisi silahlarını sürekli yenilerken, bir diğeri, müşterek yardımlaşmayı tercih eder. Gerçek şu ki, var olma mücadelesi, rekabete dayalı olmak zorunda değildir; bu mücadele sadece kendini zorla kabul ettirmekle değil, yavruların, arkadaşların, akrabaların korunmasıyla da gösterilebilir. Dünya sadece güçlünün değil, şefkatlinin de mekânıdır” (Jeremy Rifkin, Darwin’in Çöküşü, s. 123).
Tabiatta güçlülerle zayıfların birlikte yaşaması da doğal seleksiyonun etkisinin sınırlı ve muvakkat olduğunu gösteriyor. Çevresel şartların etkisiyle bir nesildeki zayıf hayvanların tamamının yok olması bile, bir sonraki neslin tüm üyelerinin sağlıklı olmasına yol açmıyor. Yeni popülasyon arasında yine zayıf, sakat ve hasta hayvanlar varlığını devam ettiriyor.
Darwincilerin doğal seleksiyonun mahiyet ve işleyişine dair yaptıkları açıklamalara sathi bir nazarla bakan kimse, onun tüm canlı türlerinin ortaya çıkışını izah ettiği vehmine kapılabilir. Ne var ki konuya daha derinlemesine bakıldığında, öne sürülen iddialar ile gözlemlenen gerçeklik arasındaki muazzam açıyı fark etmek hiç de zor olmayacaktır. Hemen herkesin gözlemleyebileceği “güçlülerin ayakta kalacağı” şeklindeki basit bir kuralın nasıl olup da tek bir ortak atadan milyonlarca farklı canlı formunu meydana getirebileceği, gerçekten izahı imkânsız bir hâdisedir.
Nobel ödüllü genetikçi T. H. Morgan’ın şu ifadeleri doğal seleksiyona biçilen rolün büyüklüğüne yapılmış bir itirazdır: “Hayata en uygun olanların, hayatta kalma şanslarının onlar kadar uygun olmayanlardan daha fazla olduğu, söylemeye bile ihtiyaç olmayan, herkesin bildiği bir gerçek olsa gerektir.” Gertrude Himmelfarb’ın şu sözleri de aynı gerçekliğin farklı bir ifadesidir: “Hayatta kalanların hayatta kaldığı görüldükten sonra, bunların hayatta kalmaya en uygun olanlar olduğu kararına varılmıştır” (Arif Sarsılmaz, 110 Soruda Yaratılış ve Evrim Tartışması, s. 92-93).
Aslında, “en uygunun hayatta kalacağı” fikri üzerine oturan doğal seçilimde, totolojik bir önermenin gizlendiği veya bunun fasit bir daireye işaret ettiği gözden kaçmamaktadır. Çünkü hayatta kalanların kimler olduğu sorusuna verilen cevap, “en uygun olanlar”dır. En uygun olanların kimler olduğu sorusu da, “hayatta kalanlar” olarak açıklanır. Dolayısıyla tabii seleksiyon, bir yönüyle herkesçe bilinen bir gerçeğin farklı bir ifadesinden başka bir şey değildir.
Son olarak şunu da belirtmek gerekir ki, doğal seçilimin iş görebilmesi için hâlihazırda varyasyonların bulunması gerekir. Darwin’in de ifade ettiği gibi, avantajlı varyasyonlar meydana gelmediği sürece tabii seleksiyon hiçbir şey yapamaz. Doğal seçim, en uygun olanın hayatta kalmasını izah etse de, bunun nasıl ortaya çıktığını açıklayamaz.
Haftaya evrim teorisinin mekanizmalarını ele almaya devam edeceğiz…
Kaynak: Dr. Yüksel Çayıroğlu | Tr724