En son ki yazımızda “en yüksek mertebe” deyip Allah bilgisi manasına gelen ‘Marifetullah‘tan bahsetmiş, Rabbimizi bize tarif eden üç büyük tanıtıcı üzerinde durmuştuk.
Evet kâinat kitabı satır satır, Kur’an kitabı hece hece ve Efendimiz (s.a.s) nefes nefes bizlere Cenab-ı Hakk’ı anlatmış, anlatmaya da devam etmektedirler. Onların seslerine soluklarına kulak verebilen müminler, inandıkları Rab’lerini çok daha farklı ve derinden idrak edebileceklerdir.
En güzel isimlere sahip olan, her ismi güzel olan Yüce Allah, esmasıyla malum, sıfatlarıyla muhat, Zatıyla bir mevcud-u mechuldür. O’nu anlatanlar, O’nun isimlerini ve sıfatlarını öğretmek suretiyle tanıtım yapmaktadırlar. Cenab-ı Hakk’ı tanıyıp bilmek isteyen insan, bu isim ve sıfatları öğrenerek bu talebini yerine getirmeye çalışır.
Bir de bu İlahi isimleri öğrenmenin ötesine geçip onları hayatımızda temsil etmek vardır ki gerçek manada irfana, marifete mazhariyet ancak böyle mümkündür.
Meramımızı bir örnekle açmaya çalışalım. Cenab-ı Hak, Kerim’dir. O (c.c), bizim ihtiyaçlarımızı yerine getirir. Bazen de ihtiyacımız olup olmadığına bakmadan bizlere lütuf ve keremde bulunur, nimetlerini yağdırır. İşte bizim de O’nun gibi olmaya çalışmamız, yapabildiğimiz kadarıyla cömert ve kerim olmaya gayret etmemiz, Rabbimizi daha iyi tanımamıza vesile olacaktır.
İnsan tarafından uygulanabilir olan bütün esmayı burada örnek verebiliriz. “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanın” tavsiyesi, bu yönüyle aslında büyük bir irfanı barındırmaktadır.
Peki, bu idrak neyi netice verecek? Böyle bir performansı ortaya koymanın sonucu ne olacak? Çok az kişinin ancak başarabildiği bu yorucu eforu sarf eden ne kazanacak?
İşin doğrusu bu idrakin neticesini, bu eforun kazanımını tam bilebilseydik, işi gücü bırakıp onun peşine düşecek, “Daha yok mu? Arttırılamaz mı?” diye ömürlerimizi bu en hayırlı işle meşgul olmak suretiyle imar edecektik.
Zira irfanın, marifetin neticesi, kazanımı “muhabbetullah” denilen Allah sevgisidir. Cenab-ı Hak tarafından sevilmek ve O’nu sevmektir. Paha biçilemeyen bir değerdir.
Hz. Bediüzzaman bu hususu şöyle ifade etmektedir: “Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır.”
“Bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve sâfi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır. Onlar, onsuz olamaz. Cenab-ı Hakkı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra, esrara, ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. Onu hakikî tanımayan, sevmeyen, nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama mânen ve maddeten müptelâ olur.” (20. Mektup, Mukaddime)
Hep peşinde koşulan, her yerde aranılan mutluluk ve saadetin en parlak ve en tatlısı, Cenab-ı Hakk’ı tanıyıp bilmektedir. İnsan, yüce Allah hakkında irfanını arttırdıkça, yüce Allah da kulunun bu gayretini muhabbetullah ile ödüllendirir. Kulunu sever, kulunun gönlüne Kendi sevgisini koyar. Âdet-i Sübhânî’si hep böyle olagelmiştir.
Allah tarafından sevilen ve O’nu seven kul ise tatmayanın asla bilemeyeceği ruhani lezzetlere, varidata mazhar olur. Tarifsiz ve bitip tükenme bilmeyen sevinçler, saadetler yaşar. Bu sevinç ve saadetler, o kulu, zahirde ve batında hep Cenab-ı Hakk’ın hoşnutluğuna yönlendirir. O artık, Mahbubu- Hakiki’nin memnun olmayacağı her şeyden uzak durur. O’nun gözünden düşmemek, bilakis daha çok gözüne girebilmek için çabalar. Gecesini gündüzünü tamamen buna göre dizayn eder. Gayreti arttıkça, muhabbeti ziyadeleşir. Muhabbeti artınca daha da gayrete gelir, cehdeder, çalışır. Böyle bir salih daire ile hayatını örgüler, imar eder.
Ve işte bütün bunlar, insanın yaratılış gayesini gerçekleştirmesi, daha doğrusu murad-ı İlahi’nin tahakkuku demektir.