Dut ve Su | Alim Sariye

Yazar Hizmetten

Stefan Zweig’in dediği gibi; Bu sessiz yolculukta, tarifsiz bir yalnızlık içindeydim. Göreceğim hiçbir manzara umurumda değil bu yolculukta. Hiç kimsenin olmadığı sessiz bir mekana yolculuğum.
Geçen yaz Bünyamin hocam bütün masraflarımı karşılayarak memleketime göndermişti beni. Ne hayallerle, ne heyecanlarla çıkmıştım yola, çocuk kalbimle. Heyhat gel gör ki hiç haberim olmadan bir matem üzerine dönmüşüm. Babamın cenazesini bir gün önce defnetmişler habersizce. Üzerimdeki beyaz gömlek kefen gibi sıkmaya başlamıştı beni. Babama hediye olarak aldığım tesbih hâlâ avucumda duruyordu. Sıla dediğimiz yerler gurbet olmuştu adeta. Orada fazla kalamamış, iki hafta sonra tekrar İzmir’e dönmüştüm.Aradan bir yıl geçti. Tekrar yollardayım. Ama bu gidişim daha farklı. Bir an önce varmak için acele etmiyorum. Daha önceleri kalbim bir güvercin kalbi gibi titrerken, şimdi öylesine saldım kendimi hayatın akışına.. İki hafta önce küçük ağabeyim bir zarfın içinde postayla para göndermişti. Yani bu defa yeterince param vardı.
Memleketime varmış, köyümün girişinde minibüsten inmiştim, tıpkı geçen sene gibi. Elimde kahverengi valizim, yavaş yavaş çıkıyorum köye doğru. Geçen sene babama kavuşacak olmanın heyecanıyla yürürken bu yollarda, şimdi tek başıma yaşayacağım evimize doğru yol alıyorum.
Nihayet eve geldim. Balkondaki ahşap oturacaklar toz içinde. Kapı kolunu örümcekler ağlarla süslemişler.
Cebimden çıkardığım kağıt mendille balkondaki oturağı sildim ve oturdum. Bu evde en çok babamla hatıralarım vardı. Bir sinema şeridi gibi gözümün önünden geçti bütün hatıralar. Kavakların rüzgarda sallanan yapraklarının hışırtıları, dut ağacının arasına saklanmış serçelerin cıvıltıları, yol kenarında beton çeşmeden akan buz gibi suların şırıltıları, komşu evdeki horoz ve ördeklerin bağırtılarından başka hiçbir ses yok etrafta. Sanki mezarlık gibi burası. Ve şimdi ben yapayalnızdım doğup büyüdüğüm bu yerlerde.Eve girmek istedim fakat kapı kilitliydi. Belki anahtar komşulardadır onlara bir sorayım derken, daha önceleri anahtarı koyduğumuz yer aklıma geldi. Alt katta samanlığın kapısının üzerinde bir oyuk vardı ve oraya saklardık. Elimi oraya uzattım ve sanki kendim koymuşum gibi anahtarı oradan alarak kapıyı açtım. İçeriye girdiğimde tarifsiz duygularla doldum. Bayramlarda hep beraber bir arada olduğumuz cıvıl cıvıl zamanlar. Yaramazlık yaparak abimleri kızdırdığımda babamın arkasına saklanarak şımardığım o günler. Gazyağı lambasının ışığı altında bulgur pilavını ve domates salatasını hep beraber kaşıkladığımız anılar..
Vakit geçtikçe bu derin sessizliğin arasında ruhumun daralmaya başladığını hissettim. Ramazan ayında olduğumuz için iyice acıkmıştım. Acaba ablama gitsem mi gitmesem mi? bir türlü karar veremedim. Ona daha sonra gitmeyi düşünüyordum, fakat şartlar zorlayınca gitmeye karar verdim.
Dağların eteğinde köyden köye uzayan patika yoldan yaya olarak bir saat içinde ablamın köyüne vardım. Ablam balkonda göçmen sobasının başında iftar için yemekler hazırlıyordu. Beni görünce yerinden fırladı ve koşarak bana sarıldı.
—Bu ne sürpriz! Ne zaman geldin sen gurbet kuşum?Sobanın başında oturduk ve bir senedir neler neler yaşadığımızı anlattık birbirimize. Duvardaki saate baktı ve iftar vakti iyice yaklaşmış, ben hemen birşeyler hazırlayayım ve sen onu Hasan amcalara götürüver! dedi.
Hasan amca aynı mahallede oğlu Ramazan ile beraber yaşan fakir biriydi. Yıllar önce hanımını kaybetmiş, özürlü oğluyla beraber hayatın bütün zorluklarına katlanmaya çalışıyordu. Hem kendisi yaşlanmış, hem de oğlu Ramazan.
İftara çok az kalmıştı. Ablamın hazırladığı yemek poşetini aldım ve Hasan amcalara doğru yürüdüm. Evleri çok yakındı. Tek katlı, sıvaları dökülmüş, pencere kenarlarının yeşil rengi güneşte iyice solmuş, çatısı paslanarak kızıl renge bürünmüş bir ev.
Kapının önüne tahtadan üç ayaklı bir sofra kurmuşlar, sofrada bir tabak dut ve iki bardak su. Yine gözlerim dolu dolu. Yanlarına iyice yaklaştım, ikisi de ayağa kalktılar. Beni tanımamışlardı. İkisinde de yoksulluğun ve çaresizliğin getirdiği bir mahcubiyet vardı. Bende konuşacak tâkat kalmamasına rağmen, zor da olsa kendimi tanıttım ve elimdeki poşeti Hasan amcaya uzattım. Kısık sesiyle sadece Allah razı olsun dediğini duyabildim.Hafızama kazınmış unutamayacağım bir fotoğraftı bu. Acaba bizler çeşit çeşit yemeklerle donatılmış iftar sofralarana otururken, dünyanın değişik coğrafyalarında bir dilim ekmeğe ve suya muhtaç nice masum var.
Anladım ki oruç kadar değerli birşey varsa, o da iftar sofrasını başkaları ile paylaşmak, başkalarının süruruna vesile olmak imiş.

Kaynak: Alim Sariye | cizlavet.com

Diğer Yazılar

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy