Düşünmeyi ve kabullenmeyi istemediğimiz konular | Prof. Dr. Osman Şahin

Yazar Hizmetten
İNSANLARIN EKSERİSİ, ŞİRK KOŞMAKSIZIN ALLAH’A İMAN ETMEZLER 2
 
Otuz İkinci Söz’de “Şirke emare, kâinattaki tertib-i esbaptır. Her şeyin bir sebeple bağlı olduğudur. Demek esbâbın hakikî tesirleri vardır. Tesirleri varsa, şerik olabilirler?” sorusuna verilen cevapta, iktiran (iki şeyin her zaman beraber bulunmaları ve beraber vücuda gelmeleri) konusu ele alınmaktadır.
İlâhî irade ve hikmetin gerektirmesi ve çok esmâ-i ilahinin görünmek ve tecelli etmek istemelerine binaen, neticeler sebeplere bağlanmıştır. Her bir şeyin, bir sebeple bağlantısı yapılmıştır. Fakat sebepler icat edip yaratma hususunda hiçbir etkiye sahip değillerdir.
SEBEPLER VE NETİCELER ARASINDA UYGUNSUZLUK
 
Otuzikinci Söz’de, ortaya çıkan harikulade neticelere sebeplerin bir dayanak oluşturamadığı hususu ise şöyle örneklendirilmektedir:
“Meselâ; yemekten, bedenin tegaddî-i hüceyrâtından (hücrelerin beslenmesinden) tut, tâ semerâtın teşekkülüne (meyvelerin oluşmasına) kadar olan silsile-i ef’âl içinde, insanın dest-i ihtiyarına verilen yalnız ağızdaki dişlerin değirmenini tahrik edip onu çiğnemektir. Ve söylemek silsilesinden yalnız meharic-i hurûf (ağızda harf seslerinin çıktığı yerler) kalıplarına, havayı sokup çıkarmaktır. Hâlbuki; ağzında bir tek kelime, bir çekirdek gibi iken, bir ağaç hükmündedir. Hava içinde milyonlar aynı kelime gibi meyveler verir. Milyonlarla dinleyenlerin kulaklarına girer.”
Bütün mahlukat içerisinde en eşref, cüz-i irade sahibi ve en geniş tasarrufa sahip bulunan insan bile hakiki bir icada sahip değilken, diğer cansız varlıklar, unsurlar, bitkiler, hayvanlar veya tabiat hakiki manada yapılan icraatlarda nasıl pay sahibi olabilirler ki?
“Kitap ve Sünnet Perspektifinden Kader” kitabında bu konu örneklendirilmektedir: “Siz büyük bir elektrik mekanizmasının düğmesine dokunuyorsunuz. Hâlbuki bu büyük mekanizmayı hazırlayan başkasıdır. O, öyle bir sistem kurmuştur ki, siz düğmeye dokunur dokunmaz âdeta bütün cihanı ışığa boğuyorsunuz. Yaptığınız bu küçük işle, meydana gelen bu büyük netice arasında mâkul bir münasebet görülmüyor. Sebep ve netice arasında hiçbir tenasüp ve uygunluk yok. Bu bir bakıma peygamberlerin mucizeleri gibi…
Diğer taraftan fizik dünyamızla alâkalı olan işlere de bunu kıyas edebiliriz. İşte size yediğiniz bir lokmanın serencamesi; Siz diyorsunuz ki “Yemek yedik.” Ben de diyorum ki, “Hayır, yemek yemedik. Allah bize yemek yedirdi.” Belki benim bu sözümü siz, evvelâ, bir saygı ifadesi olarak kabulleneceksiniz. Fakat meselenin tetkikini yaptığınızda göreceksiniz ki, esas doğru olan benim söylediğim imiş. Nasıl mı? İşte bakın: Lokmayı ağzımıza götürüyoruz. O lokmayı bize kim verdi? O lokma o hâle gelinceye kadar hangi devrelerden geçti? Güneş ona nasıl ocaklık yaptı? Zemin onu hangi şartlarda yetiştirdi? Kimin suyu ile suladınız ve ona kimin havasını teneffüs ettirdiniz?
Daha sonra ağzınıza götürdüğünüz o lokmayı başka bir mekanizma devralır. Ondan sonra olup bitenlerden ise, ne bir haberiniz ne de müdahaleniz olur. Yemek yemeyi ve yenileni hazmetmeyi kendi iradenizle yapmaya çalışsanız, bazen dilinizi çiğnersiniz, bazen mideyi çalıştırmayı unutursunuz, bazen de mideyi çalıştırmaktan usanır ve bağırsaklara öğütülmemiş şeyler gönderirsiniz. Hâlbuki lokma ağzımıza girdiği anda, hatta bazen onu sadece görmekle ağzımız sulanmaya başlar. Ağzımıza aldığımız lokmanın çeşidine göre bir kısım asitler ifraz edilir. İfraz edilen asidin miktarı ağzımızdaki lokmanın durumuna göre değişir. Miktar ve çeşit ne olursa olsun aynı asitler salgılanacak olsaydı hiçbir zaman istenen netice hâsıl olmazdı. Demek ki salgı bezleri faaliyete geçerken ağzımıza aldığımız lokmanın hazmının güçlük veya kolaylığına göre bir fonksiyon icra ediyor.
Midenin faaliyeti çok daha komplekstir. O da vazifesini en küçük teferruatına kadar yerine getirir. Sonra on iki parmak bağırsağı ve karaciğer de kendilerine ait vazifeyi yerine getirirler. Sadece karaciğer –bugünkü bilgilerimize göre– üç yüze yakın iş görmektedir. Fakat harıl harıl çalışan içimizdeki bu fabrikadan hiçbirimizin haberi yoktur. Orada her şey alabildiğine sessizdir. Daha sonra bağırsaklar faaliyete geçer. Kılcalları vasıtasıyla besinleri emmek ve damarlara aktarmak, bağırsakların vazifeleri arasındadır. Böbrekte süzülme olur. Zararlı maddelerin idrar yollarını tıkamasına meydan verilmez. Böbrek faaliyetini sürdürürken, çalıştırdığı işçilerin yarısına iş gördürür, diğer yarısını ise ihtiyat kuvveti olarak yedekte bekletir. Sonra da ifrazat anındaki kolaylıkları hâsıl edecek faaliyet seyri içine girilir.
Şimdi lokmayı ağzımıza koyduk, bu andan son neticeye kadar bütün olup bitenleri, birer malumat olarak bilsek bile, faaliyette hiçbir dahlimiz ve müdahalemiz olmaz. Bütün bu faaliyetleri yaratan doğrudan doğruya Allah’tır. Öyleyse meseleyi tekrar edelim, “Yemek yedim.” demek mi doğrudur yoksa “Allah yedirdi.” demek mi? Ama biz mecazî bir ifade yolunu seçiyor ve “Yemek yedik.” diyoruz. Kelimeyi hakikî mânâsında kullanmamız gerekirse “Allah yedirdi.” dememiz icap eder. İşte meseleye bu noktadan baktığımızda, irademizle yaptığımız işlerde de durumun çok farklı olmadığını görürüz…”
Hocaefendi burada, sebeplerle ve neticeler arasında bir uygunluk bulunmadığı hususuna dikkat çekmektedirler: “Koskocaman bir saray düşünün ki yanında bir karınca duruyor. Kalkıp da biri: “Bu sarayı bu karınca yaptı.” derse, işte bu söz, tenasüb-ü illiyet prensibine göre inandırıcı olmaz. Peygamberlerin gösterdikleri mucizeler de böyledir. Onun içindir ki bu mucizeler peygamberin peygamberliğine delil oluyor. Yani, biz bir beşerin elinden böyle harikulâde şeylerin zuhurunu imkânsız gördüğümüz için mecburen diyoruz ki, –aslında öyledir de– bu mucizeler o peygambere Allah tarafından veriliyor. İşte, bu hususlara binaen, bizim farazî bir hattan ibaret olan cüz’î iradelerimize bina edilmiş fiillerde de durum aynıdır.
Meselâ, Efendimiz eliyle işaret ediyor ve ay iki parça oluyor. Aynı elin parmakları bir başka zaman on musluklu çeşme hâline geliyor. Meydana gelen bu neticeleri, zâhiren sebep gibi görünen eşyaya bina etmek mümkün olmadığı gibi, iradelerimize bina edilen bütün fiilleri de kendimize isnat etmemiz mümkün değildir. Her ikisini de yaratan Allah’tır. Âyet, “Sizi de yaptıklarınızı da Allah yarattı.” (37/96) diyerek bize bu hakikati ihtar ediyor. Bu meseleyi kabullenmek dinî bir zarurettir.”
NEFİS HAYIRLARA VE GÜZELLİKLERE SAHİPLENMEKTEN VAZGEÇMEK İSTEMİYOR
Üstad Hazretleri, On Sekizinci Söz’de, hayır, iyilik, güzellik ve hasenat adına her ne varsa bunların hepsinin Allah’tan (celle celâluhu) olduğu, ama insanların nefislerinin, hayr-ı mutlaktan gelen hayırları, güzel bir sûrette kabul etmediklerinden dolayı, şerlere ve kötülüklere sebep olduklarını vurgulamaktadırlar:
“Evet sen benim cismimde, âlemdeki tabiata benzersin. İkiniz, hayrı kabul etmek, şerre merci olmak için yaratılmışsınız. Yâni, fâil ve masdar değilsiniz; belki münfail ve mahalsiniz. Yalnız bir tesiriniz var; o da, hayr-ı mutlaktan gelen hayrı, güzel bir sûrette kabul etmemenizden şerre sebeb olmanızdır. 
Hem siz birer perde yaratılmışsınız. Tâ, güzelliği görülmeyen zâhirî çirkinlikler size isnad edilip Zât-ı Mukaddese-i ilâhiyenin tenzihine vesile olasınız. Hâlbuki bütün bütün vazife-i fıtratınıza zıt bir sûret giymişsiniz. Kabiliyetsizliğinizden hayrı, şerre kalbettiğiniz hâlde, Hâlık’ınızla güya iştirak edersiniz. Demek nefis-perest, tabiat-perest, gayet ahmak, gayet zâlimdir.”
Fethullah Gülen Hocaefendi “Kitap ve Sünnet Perspektifinden Kader” kitabında, bu konuya şu yorumları getirmektedirler: “İnsan kendisinden sâdır olan güzellikleri sahiplenemez. Çünkü bütün o güzellikler Cenâb-ı Hakk’ın planıdır. Aksi hâlde, gizli bir şirk içine girilmiş olunur. Çünkü güzellikleri veren doğrudan doğruya Allah’tır. İnsanın nefsi hiçbir zaman güzeli ve güzel şeyleri istemez. Elbette ki burada “güzel”den kastımız, bizatihi güzel olan şeylerdir. Yoksa biz, nefsin hoşuna gidecek şeyleri güzel olarak kabul etmiyoruz. Evet, nefis hakikî güzelin ve güzelliğin daima düşmanı olagelmiştir, her zaman da düşmanı olacaktır. Çünkü nefsin yapısı budur. Kötülüğü isteyen ise nefistir. Öyleyse kötülüğe ait mesuliyet tamamen nefse aittir. İşte âyet, bu iki ana esası birleştirir ve şöyle buyurur: “Sana gelen her iyilik Allah’tandır, her kötülük de nefsindendir.”
 
Sen, sana ait mehasin ile mağrur olamazsın. Çünkü o mehasin bizzat senin değildir. Güzellik adına ne varsa hepsi Cenâb-ı Hakk’ın sana ihsanıdır. İhsan ise şükür ve mahviyet ister. Günahlara gelince, onların yaratılmasında senin cüz’î ihtiyarın bir şart-ı âdidir. Öyle ise mesuliyet senin nefsine aittir. Zira sen neye meyletmiş, ne yapmayı düşünmüş veya meylinde nasıl tasarruf yapmışsan Cenâb-ı Hak da onu yaratmıştır. Ancak bütün bu anlattıklarımız da yine hâl ve vicdanla anlaşılacak hususlardandır. Yani, içinden geçen meyile veya meyildeki tasarrufa tek şahit vardır; o da vicdandır. Cenâb-ı Hak, Kendi ilmine ve Kendi bildiğine senin vicdanını şahit tutmuştur.”
İnşaallah sonraki yazıda bu konuya devam edelim.
Kaynak: Prof. Dr. Osman Şahin | Samanyoluhaber

Diğer Yazılar

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy