Dünyayı Kalben Terk Edenler | MEHMET YAVUZ ŞEKER

Yazar Mehmet Yavuz Şeker

Tasavvufla alakalı yazılarımızın sonuncusunda, doğu Akdeniz’e doğru fetihlerin neticesinde Müslümanların hem devlet hem de bireysel olarak ciddi zenginliğe ulaştıklarından bahsetmiştik. Durum böyle olunca bazı müminler “Saadet Asrı böyle değildi” deyip şehri terk etmişlerdi. Terk edenler, kendilerini tenhalığa, halvete vermiş, böylelikle kendilerini bir tür korumaya almışlardı. Onlar böyle yapmak suretiyle sadece şehrin insanlarından değil, oraya ait yaşam standardından ve dünyanın cazibesinden de uzaklaştıklarına inanmışlardı.

Müminler arasında şehri terk edenler olduğu gibi, terk etmeyenler de oldu. Terk edenler gayretli, etmeyenler gayretsiz diye bir ayırım ise asla bahis konusu olmadı. Herkes her zaman olduğu gibi, kendi meşrebine göre bir yol belirledi ve kendisini Hakk’a ulaştırmaya çalıştı, ona göre hayatını örgüledi.

Zira asıl gaye, insanlardan ve dünyadan uzaklaşıp el etek çekmek değil, Hakk’a vuslattı ve herkes bunu kendi fıtratına ve içinde bulunduğu şartlara göre planlamalı idi.

Hayatın doğal akışı içerisinde de bu böyle oldu. İnsanlar kendi mezak ve meşreplerine göre hayat biçimlerini belirlediler. Şehirden uzaklaşıp dünyayı kesben terk edenler de oldu. Şehirde kalıp dünyayı kalben terk edenler de. Yüce Allah’ı hatırlarında tutabilmek için tenhalığı tercih edenler de oldu. Halkın içinde Hak’la beraber olanlar da.

Dünyayı kalben terk edenler Allah Resûlü (sas)’nün dengeleyici, kucaklayıcı hadislerini kendilerine rehber edindiler. Şu hadise, bu hususa güzel bir örnek teşkil eder:

Ashaptan bazıları Efendimizin evdeki nafile ibadetlerini merak etmişlerdi. Acaba Allah Resûlü onlarla beraber değilken, evinde, ibadet adına neler yapıyor, gecelerini nasıl değerlendiriyordu? Çok merak etmişlerdi. Beraberce Hz. Peygamber’in hanımlarına gidip sorularını tevcih ettiler. Annelerimiz gördüklerinden, tecrübelerinden hareketle sorularına cevaplar verdiler. Efendimiz de akşam evine gittiğinde yemek yiyor, muhabbet ediyor, uyku vakti gelince uyuyor, yine vakti geldiğinde kalkıp gece ibadetini yerine getiriyordu. Soru soranlar, Allah Resûlü doğru dürüst yemek yemiyor, hiç uyumuyor gibi şeyler duymak istiyorlardı herhalde ki duyduklarını azımsadılar. Azımsadılar ve “Biz, Allah Rasûlü gibi miyiz? Allah onun, olmuş ve olacak bütün günahlarını bağışlamıştır.” dediler. Sonra içlerinden birisi “Ben yaşadığım müddetçe, geceleri hiç uyumayacağım, hep namaz kılacağım.” Bir diğeri “Ben hayatım boyunca gündüzleri oruç tutacağım.” Bir diğeri ise “Ben kadınlardan uzak duracağım, hiç evlenmeyeceğim.” dedi.

Bu hadise, Efendimize haber verilmiş olmalı ki Allah Resûlü bir müddet sonra bu zevatın yanına gitti, onlara şöyle buyurdu:

“Bu sözleri söyleyenler sizler misiniz? Bakınız, Allah’a yemin ederim ki, içinizde Allah’tan en çok korkanınız ve O’na en çok saygılı olanınız benim. Bununla birlikte ben bazı günler oruç tutar, bazen de tutmam. Gece hem namaz kılar hem uyurum. Kadınlarla da evlenirim. Benim sünnetimden yüz çeviren, benden değildir.” (Buhârî, Nikah 1; Müslim, Nikah 5)

Hz. Peygamber bu hadisleriyle evrensel mesajını verdi. Din, kolay, kucaklayıcı ve fıtrata uygundu. İslam, müntesiplerine henüz dünyada iken cennet âsâ bir hayat vaat ediyordu. Küçük fedakarlıklarla büyük kazanımlar elde etmek mümkündü. Helal daire keyfe kâfi idi.

Sorun, İslam’ın belirlediği kurallara riayet edememekten ortaya çıktı. Namaz, oruç, hac, zekat gibi emirlere uymayan, canının her istediğini yapmak suretiyle haram helal gözetmeyen Müslümanlar, dünyaya çok bağlı kabul edildi ve zamanla, aslında sûizan da içeren bir tabirle “ehli dünya” diye anılmaya başladılar.

Farzları yerine getiren, büyük günahlardan uzak duranlar ise takva dairesine girmiş kabul edildi. Alt limiti yerine getirenler dünya ehli sayılmadı. Sayılmadı ama Cenab-ı Hak sonsuz olduğu için O’na olan yolculuk da sonsuz olarak algılandı ve kendilerini Yüce Allah’a vardırma niyetinde olan gayretli müminler bitip tükenme bilmeyen bir yolculuğa revan oldular. Farklılıklar, sübjektif mükellefiyetler de işte tam burada ortaya çıktı. Herkes kendi iman, şuur ve ötelerle olan münasebetine göre kendine bir yol haritası belirledi ve hedefine adım adım yürümeye başladı.

Bütün mesele, dünyanın, insanın hevesatına bakan, onu Hak’tan uzaklaştıran yönüne gönül kaptırmamaktı. İşte burada bazıları “Bu böyle olmayacak” deyip dünyayı kesben terk etti ve bir önceki yazıda değindiğimiz hayat tarzını tercih ettiler.

Bazıları da “Bu böyle olur, doğrusu bu” deyip dünyaya kalpleriyle tepki verdiler. Bunun sağlamasını ise “gerçek zühd” diyebileceğimiz şu hususlara bakarak yaptılar:

  1. Dünya adına elde edilen şeylerden sevinç duymama; kaybedilen şeylerden ötürü mahzun olmama.
  2. Methedilince sevinmeme, zemmedilince yerinmeme.
  3. Hakk’a kulluk ve O’nunla halveti her şeye tercih etme.

Böylelikle her iki taraf da zahidâne yaşadıklarına inandılar.

Bütün bunlarla birlikte, aslında, her iki tarafın da kendilerine göre handikapları vardı. Zira dünyayı terk edenin hâli gözle görülüyordu. Yeme içme, giyim kuşam fevkalade mütevazileşiyor, fakirane yaşanıyordu. Bu, dışardan bakıldığında takdir edilmesine karşılık, içerde, insanın gönlünde ucbu, iç beğeniyi hasıl edebilirdi. Derinlerden gelen “Bravo sana, kimsenin yapamadığını sen yaptın, yapıyorsun.” vesvesesine maruz kalınabilir, şekle takılıp işin ruhuna odaklanamama her zaman söz konusu olabilirdi.

Dünyayı kalben terk eden, ettiğini iddia eden de bu terkin sınırlarını tam bilemeyebilir, koruyamayabilirdi. Biraz önce maddeler halinde sayılan hususlara tam ve her zaman uyamayabilir, “Dünyayı kalben gerçekten terk ettim mi? Yoksa kendimi mi kandırıyorum?” sorusuna tatmin edici cevap veremeyebilirdi.

Dünya kesben de kalben de terk edilse, bunlarda muvaffak olunduğunun en önemli bir göstergesini ise Mevlana söyledi:

“Dünya nedir? O Hüdâ’dan gafil olmaktır; kumaş, gümüş, evlad ve kadın değildir. Eğer dünya malını Hak rızâsı için omuzlarsan, ona Hz. Resûl: ‘İyi insan için iyi mal ne güzeldir!’ buyurmuştur. Geminin içindeki su geminin helakine sebep, geminin altındaki su da onun hareketine vesiledir.”

İşin özü, Hak’tan gafil olmamaktır. Allah’ı unutmadıkça problem yoktur.

Diğer Yazılar

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy