Cemel’de Sahâbe hassasiyeti

Yazar Hizmetten

Dumanlı havayı seven aç kurtlar, belli ki daha fazla kaos ve daha fazla kan istiyordu. Onun içindir ki sulh çizgisinde demir alan kim varsa, o gün onların açık hedefiydi. Şüphesiz bu hedeflerin başında Hazreti Ali, Hazreti Âişe, Hazreti Talha ve Hazreti Zübeyr gibi (radıyallahu anhüm) her şeye rağmen “sağduyu” ile hareket edip etrafındakilere de “itidal” çağrısı yapan umde isimler vardı. Mesela, oyuna gelindiğini fark edip insanları uyarmak ve Kur’ân’ın hakemliğinde ittifaka davet etmek için ön saflara kadar Annemiz’in (radıyallahu anhâ) gönderdiği Basra Kadısı Ka’b İbn-i Sûr’a’yı, hiç fevt etmeden dakikasında şehîd ettiler.

Hilafet yılları itibariyle işte böylesine dalgalı bir döneme denk gelen Hazreti Ali (radıyallahu anh), sözün gücünü kullanarak bu badireden sıyrılmayı, daha büyük acılara sebebiyet vermeden süreci noktalamayı hedeflemiş ve büyük bir risk almıştı.

Geldi ve önce ilk günlerden bu yana beraber ve omuz omuza mücadele ettikleri Hazreti Talha ve Hazreti Zübeyr’e (radıyallahu anhümâ) seslendi:

“Ey Talha!”

“Ey Zübeyr!”

Muhatapları da kendisi gibi küheylandı ve Halîfe’nin davetine icabet ederek saflar arasından sıyrıldı ve öne çıktılar.

Yüz yüze gelince, “Ey Talha!” dedi. “Kendi ev halkın sıcacık yuvanda dururken Resûlullah’ın ailesini yanına alarak cepheye koşmaya nasıl rıza gösterebiliyorsun?”

Canı yanmış bir dost olarak konuşuyordu. Ne var ki dostun sözü bazen acı olurdu. Ancak meydanı dolduran bu samimi ve doğru söze ne denilebilirdi ki!

Sonra, “Sen!” diye seslendi. “Ey Zübeyr! Hatırlıyor musun? Bir gün beni, huzur‑u Resûlullah’a gelirken görmüş ve gelişime tebessüm etmiştin. Bunun üzerine beni kastederek Resûl‑ü Kibriyâ sana, “O’nu seviyor musun?” diye sormuştu da sen, “Evet!” cevabını vermiştin. Bunun üzerine buyurmuşlardı ki:

“Ancak sen, ona zulmetme konumunda kalacak ve bir gün onun karşısında yer alarak onunla savaşacaksın!”

Gerçekten de Hazreti Zübeyr’in hatırladığı sözlerdi bunlar. Âdeta Halîfe Hazreti Ali (radıyallahu anh), ellerdeki kılıçları kınına koymak için söz silahını çekmiş, onu ustaca kullanıyordu. Bir farkla ki artık, Hazreti Zübeyr’in (radıyallahu anh) dünyası da tûfân yaşıyordu. Diyebileceği tek şey vardı:

“Haklısın!”

Sonra da ilave etti:

“Gerçekten de sen bana, unutmuş olduğum bir şeyi hatırlattın!”

Kur’ân’ın nüzûlüne şahit olmuş ve Resûlullah’ın rahle-i tedrisinden geçmiş ehl-i Cennet bir gönlün, his ve duyguların kabarıp köpürdüğü en çetin demlerdeki duruşuydu bu!

Şimdi onu, fiiliyata dökmek vardı ve kılıcını yere bırakıp Cemel meydanını terk etti.

O gün, Hazreti Talha’nın duruşu da farklı olmadı; o da ayrılmış ve meydandan çekilmişti.

Ne var ki er meydanına gelmek kolaydı ama hakperestçe duruş sergileyip geri dönmek öyle kolay değildi. Zira köşe başlarını tutmuş “keskin” gözler, o gün de iş başındaydı ve önce, bin pişmanlıkla geriye dönen Hazreti Zübeyr’i (radıyallahu anh), ardından da Hazreti Talha’yı (radıyallahu anh) hedef aldı ve oracıkta şehîd ettiler.

Belli ki hakkı teslim edip geri dönen ve başkalarını da hakka dönmeye teşvik eden bu iki umdenin duruşu, ümidini kaosa bağlamış kin tüccarlarının hoşuna gitmemişti ve onlar, bu idrâklerinin bedelini şimdi canlarıyla ödüyordu!

Hazreti Talha’nın (radıyallahu anh) son haline şahit olan Hazreti Ali’nin (radıyallahu anh), dünyası kararmıştı; yanına yaklaşıp eğildi ve üzerindeki toprağı silmeye başladı. Bu sırada şunları söylüyordu:

“Allah sana merhametiyle muamelede bulunsun, ey Ebâ Muhammed! Seni, yıldızların altında kıvrılmış yatıyorken görmek bana çok ağır geliyor. Ne var ki acizliğimi ve hüznümü ancak Allah’a arz edebiliyorum! Keşke, yirmi yıl önce ölmüş olsaydım da bugünleri görmeseydim!”

Bir aralık, büyük bir sevinç ve Halife’den iltifat beklentisiyle Hazreti Ali’nin (radıyallahu anh) yanına İbn-i Cürmûz geldi; büyük bir iftiharla Hazreti Zübeyr’i (radıyallahu anh) öldürdüğünü söylüyordu! Beyninden vurulmuşa dönen Hazreti Ali (radıyallahu anh) hiç eğip bükmedi ve Resûlullah’tan (sallallahu aleyhi ve sellem) duyduğu bir beyanla karşılık verdi ona:

“Safiyye’nin oğlunu (Zübeyr İbn-i Avvâm) öldüreni Cehennem ile müjdele!”

İşte bu, Sahâbe farkıydı. Şartlar ne olursa olsun his ve duygularının esiri olmuyor ve her durumda muhakemesiyle hareket edebiliyordu!

Bir adım daha attı, Hazreti Ali (radıyallahu anh); hiç vakit kaybetmeden Annemiz’in (radıyallahu anhâ) yanına geldi. “Nasılsın ey anneciğim?” diyordu.

“Elhamdülillah! İyiyim.” cevabını alınca, “Allah (celle celâlühû) sana mağfiretiyle muamelede bulunsun!” diye dua etti. Bu samimi ve içten talebe karşılık da yine aynı tondaydı:

“Sana da!”

Bu arada adamlarına emretmiş ve Annemiz için güvenli bir yerde çadır kurdurmuştu.

Hazreti Ali’nin (radıyallahu anh) açık talimatı vardı; Mekke’den bu yana akıp gelen insanlara kötü davranılmayacak, yağma yapılmayacak ve kimsenin canı yakılmayacaktı. Başta Hazreti Talha (radıyallahu anh) olmak üzere o gün ölenlerin namazını bizzat kendisi kıldırdı, hangi safta can verdiğine bakmaksızın her birisi için son vazifeyi de yine kendisi yaptı.

Âişe Validemiz’de de (radıyallahu anhâ) aynı hassasiyet vardı; meydana gelen olaydan dolayı kimsenin bir diğerini incitmemesi gerektiğini söylüyor, kendisi ile Hazreti Ali arasında herhangi bir kırgınlık söz konusu olmadığını, bilakis onun seçkin ve iyi bir insan olduğunu ifade ediyordu. Çaresizlik içindeki insanların yine kendi etrafında toplanmaya başlamaları üzerine onları uyarmış ve sükûnete davet etmişti. “Oğullarım!” diyordu. “Ne yazık ki bazımız bazımızın canını yaktı; üzücü hâdiseler yaşadık ve bir hayli de yorgun düştük! Bu yaşananlardan dolayı ve bundan sonra da başkalarının taşıdığı ‘yalan yanlış beyanlar’ sebebiyle kimse bir diğerine kem gözle bakıp da “taşkınlık” yapmasın! Şüphe yok ki dünden bugüne Ali ile benim aramda, bir kadın ile kayınbiraderi arasındaki meseleden daha büyük bir problem yoktur! Belli başlı sıkıntı yaşasam da benim katımda o, iyilik ve güzelliğini istediğim en hayırlı insandır!”

Kâmeti bâlâ büyüklerden büyüklük sâdır oluyordu! Zira o da biliyordu ki Hazreti Ali’nin (radıyallahu anh), Resûlullah nezdinde ayrı bir yeri vardı. Yıllar önce yaşanan iftira furyasında tuzağa düşüp kendi aleyhinde beyanda bulunan Hassân İbn‑i Sâbit’e (radıyallahu anh) toz kondurmayıp ‘Resûlullah’ın müdâfii’ nazarıyla bakan Annemiz (radıyallahu anhâ), aynı tavrını burada da sürdürüyor ve böylelikle, hâdiseyi daha da büyütmek isteyenlerin iştahlarını kursaklarında bırakmış oluyordu.

Annemiz’den bunları dinleyen Hazreti Ali de duygulanmıştı; ne de olsa Resûlullah’ın risâlet mektebinden ders almış bir “muallime” konuşuyordu! Onun da canı yanmış, sulhu temin adına en yakınlarından binlerce insanı şehîd vermişti. Yüreğindeki yaraya merhem olacak cümlelere karşı önce, “Doğruyu söylüyor ve vallahi ne de güzel söylüyor!” diye mukabelede bulundu. Zira, yarayı sarmanın en belîğ yoluydu bu. Zaten problem edilecek bir mesele yoktu ve aynı delikten ikinci kez ısırılmamak için tarafların teskin edilmesine ihtiyaç vardı. Annemiz’in uzattığı bu elin havada kalmaması gerekiyordu ve etrafındakilere dönerek şu tarihi sözü söyledi:

“Evet, onunla benim aramda sadece bu kadarcık bir mesele vardır! Şüphe yok ki o, dünya ve âhirette Nebî’nizin en kerîm zevcesidir!”

Şüphesiz, yaşanan hâdiselerin tetiklediği daha büyük felaketler bekleyen odakların heveslerini kursaklarında bırakan hamlelerdi bunlar.

Beri tarafta güvenli bir yer hazırlamıştı, Halîfe Hazreti Ali (radıyallahu anh). Mekke veya Medîne’den herhangi birisine geri dönme konusundaki fikrini sordu, Annemiz’e. Emniyet ve güven içinde yoluna gidebileceğini, kimsenin kendisine zarar veremeyeceğini söylüyordu.

Hac mevsimi yaklaştığı için tercih, Mekke istikametindeydi.

Yol için gerekli olan ne varsa hepsini hazırlamış ve Âişe Validemiz’in (radıyallahu anhâ) emrine tahsis etmişti. Hazreti Ali hassasiyetiydi; güvenliği sağlayacak askerler yanında, yol arkadaşı olarak yanına, Basra önde gelenlerinden kırk tane de kadın katmıştı.

Bir cumartesi günü yeniden yolculuk başladı. Bu yolculuğunda Annemiz’i (radıyallahu anhâ) uğurlamak için onunla birlikte yürüyenlerin başında yine Hazreti Ali (radıyallahu anh) vardı; oğullarını da yanına katmış, bir müddet aynı yolda birlikte yürümelerini tembih etmişti.

Evet, çok acı bir tecrübeydi Cemel. görüldüğü üzere tarafların teyakkuz ve duyarlılığı, daha büyüklerinden ümmeti korumuş ve aynı delikten ısırılmamak için gelecek nesillere müthiş dersler bırakmıştı.

Dilerseniz, bunları da haftaya konuşalım.

Kaynak:Reşit Haylamaz | TR724

Diğer Yazılar

“Aç açabildiğin kadar sineni ummanlar gibi olsun. Kalmasın alaka duymadığın ve el uzatmadığın bir mahzun gönül”

 

M.Fethullah Gülen

Bu Sesi Herkes Duysun Diyorsanız

Destek Olun, Hizmet Olsun!

PATREON üzerinden sitemize bağışta bulanabilirsiniz.

© Telif Hakkı 2023, Tüm Hakları Saklıdır  |  @hizmetten.com 

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy