Bozkırın çocukları | İSMET MACİT

Yazar İsmet Macit

Kayboldum yine bir türkünün hüznünde…

“Heybende oyun getir o sıska çocuklara

Birazda gülüş olsun ne olur… Bahara, kadınlara.

Sonra ekmek olalım olur mu acısı acıkana?

Ama unutma beni sarılalım arada

Ama unutma beni sarılalım arada…”

Efkarlandım… Burnuma bahar aylarında uyanan toprağın kokusu dokundu.

Ali Dağı’nın tepesine çıktım hayalen köyümü ve çocukluğumu seyrettim. Küçüklüğümle konuştum.

Bak şurası yayla yolu… Eşeklerle hurçlarımızda boş küpler, çay, şeker, kırılmasın diye boyunlarımıza astığımız gaz lambası şişeleri yaylaya gidenler biziz…

Bir önceki gece üç saatlik yoldan odun getirmiştik. Dönüyoruz şimdi. O vakitler telefon yok. Yol boyu bildiğimiz türküleri söyleye söyleye akıyoruz tozlu yollardan. Bazen derin bir sessizlik sadece eşeklerimizin stabilize yolda çıkardıkları toynak sesleri… Siyaset bilmiyoruz ya da yaşlarımız müsait olmadığından o kirlerden azade dağ yamaçlarından süzülen kekik kokusu tadında bir hayat yaşıyoruz. Çok uzaktan bir traktör sesi… Gökten gelen uçak homurtusu… Yakından uçağı görmediğimiz yıllar…

Kum ocağını geçip Yorgun Yokuşu’na gelince dönüp köye doğru bakıyoruz. Yarın tekrar buradayız der gibi. Yokuşu çıkınca Tavşan Tepesi karşılıyor bizi… Orayı geçince yolun üçte biri bitiyor gibi geliyor…  Derken Senniç… Niye bu isim verilmiş bilmiyoruz. Orada bir oluk ve havutlar var. Her halde ‘sen de iç’ der gibi halinden bu ismi almış. Bazı günler bir soğan kırıp, domates doğrayıp, peynirle yufkaya dürüp yerdik. Bir arabanın mola yerinden ayrılması gibi ayrılıyoruz. Sonra yanık sesli biri “Gemerek’i Bastılar” türküsünü söylemeye başlıyor. Eşlik ediyoruz.

Gülüyoruz öyle içten riyasız gösterişsiz. Gülüyoruz sanki börtü böcek bizimle gülüyor. Gülüyoruz henüz bakışlarımız kirlenmemiş. Bir çocuk yüreğinin saflığı ile cıvıl cıvıl yaşıyoruz hayatı. Baharda nergis temizliğinde aramızdaki ilişkiler. Yıllar sonra hatırlarken keşke hiç büyümeseydik dediğimiz; oyuncağımızın bulutlar, gökyüzü ve dağlar olduğu soğuk pınarların şırıltısı kadar berrak yıllar.

Hayatın yükünü birlikte taşıdığımız hayvanlarımız ailenin bir parçası gibi. Babamın tabiriyle “horantadan.” Yollar tozlu ama hayat duygular tertemiz. Kaldığımız evler toprak kokuyor ama her yerinden huzur taşıyor. Cüzdanlarda para yok diyeceğim ama paraları olsa koyacakları cüzdanları yok insanların… Ama insanlığa yetecek kadar vicdanları var.

Sonra rahmetli babamla buluşuyorum hayalimde… Küçüklüğümde serçe parmağını tutar öyle yürürdüm. Büyüyünce bıraktım elini ama o hep yüreğiyle duasıyla tuttu beni.

Gençliğimin ilk yıllarında benim bilmediğim ama onun ömrünün geçtiği yollarda birlikte yürürdük. Yol dediysem kağnı yolunda bahsediyorum. Kağnı ile yük taşırken yaşadıklarını anlatırken sesi, dudakları titriyor. Ağlamamak için bir “of” çekiyor. Oturduğum çam gölgesinde, onu seyrediyorum masmavi gökyüzünde güneş ışıkları bulduğu boşluktan yerdeki çam kozalakları ile buluşurken…

Sonra kalk diyor yürüyelim. Anlıyorum az daha konuşsam hatıraları daha da kanatacak ciğerini. Sanki bu acıları sen de bil ve unutma der gibi anlatıyor. Çok sonra anlamıştım acıların insanı pişirdiğini, olgunlaştırdığını…

Ormanda hayatın yükü ve baltası sırtında babamla birlikte yürüyorum. Hiç bitmesin istiyorum şu yolculuk. Ağu Pınara gelince birlikte namaz kılıyoruz. Gözüm yine onda. Uzun uzun dua ediyor. Merak ediyor ama soramıyorum o çok bağlı olduğu Rabbinden ne istediğini. Dönüş yolunda babasını ve anasını anlatırken döktüğü gözyaşları yorgun akan akarsuya karışıyor.

Üniversiteyi kazandığım sene beni Kayseri’den Konya’ya uğurlarken oturduğum otobüsün koltuğundan ona baktım. Yine dudakları titredi, gözyaşlarını eli ile sildi. Arada bir başını kaldırıp bana bakıyor, arada bakışlarını kaçırıyordu. Otobüs hareket edince elini kaldırdı. Gözden kaybolana kadar seyrettim. Ağlama sırası bendeydi. Bir taraftan köyden şehre üniversite okumaya gitmenin heyecanı diğer yanda ayrılıklarının ciğerimi yaktığı ailem ve babam…

Konya’ya gelişimin üçüncü ayıydı. Okuldan eve geldiğimde babam salonda oturuyordu. Sevinçle elini öptüm. Yine ağladı. Köyümün kokusunu anamın kardeşlerimin selamını getirmişti. O gün evde nöbetçi bendim. Patlıcan kebap yaptım. Suyunu fazla koymuşum. Evde kalan arkadaşlarla abilerle birlikte yedik. Yıllarca takıldı bana “bizim oğlan güveç değil çorba yapmış…” diye.

O evdeki atmosferi hiç unutmadı. Bana vasiyet etmişti Konya’dan dönerken… “Ayrılma bu arkadaşlardan… Hepsinin siması melek gibi…” Ayrılmadım yıllarca babamın duası sayesinde…

Süreçten çok önce vefat etti babam… Komutansız kalan ordu gibi öylece kalmıştım hayat denen mücadele meydanında.

Sonra bir fırtına esti Anadolu’nun bozkırlarında, bu “melek yüzlü gençleri” biçen doğrayan. Doğradıkları, zulmettikleri işte o eşekler üzerinde büyüyüp, toprağı koklayarak yetişen bozkırın çocuklarıydı…

Katlettikleri, hapsettikleri, işinden ettikleri o çocuklar analarının babalarının boğazlarından artırarak; bağ bahçe satarak okuttukları Anadolu’nun evlatları idi.

Onlar büyüklerinin kabul olmuş dualarıydı. Baba gibi anne gibi üzerine titreyen abilerinin ablalarının gözyaşlarıyla suladıkları fidanlardı.

Kötülük imparatorluğu o fidanları postallarıyla ezdi, ellerindeki demir sopalarla dallarını tomurcuklarını kırdı. On yılların emeğini zayi etti.

Ama kainatta hiçbir şeyi israf etmeyen Allah kimisi yerin altında kimisi yerin üzerinde şu fidanları yetiştirmek için çırpınanların emeğini zayi etmeyecek ve muvakkat ara verdikleri hizmetlerine kaldıkları yerden devam edecekler, haramilerin bıraktığı enkazı yine onlar onaracaklardır Allah’ın izniyle!

Diğer Yazılar

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy