239
1960’ta tarihi bir câminin çevresinde yapılmış bir yurtta kalıyoruz. Oradan İmam-Hatip Okuluna gidiyoruz. İmam Hatip dışında her gün ayrıca yaz tatillerinde de iki ay devamlı kursta dersler alıyoruz. Kur’an Kursunda resmi hoca olmayanlara ders başına 10 lira eğer gece nöbete kalırsa 17,5 lira ücret veriliyor. Yemek saatlerinde orada bulunan hocalarımız öğrencilerle beraber yemek yiyorlar… Durum böyle iken 1966 şubatında camiye bir vaiz tayin edildi; her Cuma vaaz ediyor ve hutbe okuyor… Aynı zamanda bu cami bitişiğindeki yurda da müdür oldu. Her gün kurs talebelerine ve İmam-Hatipte okuyan oradaki yatılı öğrencilere de derse giriyor. Geceleri de hep nöbetçi oluyor. Zaten o geldikten sonra başka nöbetçi hoca kalmadı. Günlük on saat derse girmesi çok olmuştur. Tatil zamanlarında da öyle… Eğer hesap edecek olursak her gün için 117,5 lira ücret alması lazım. Hiçbir ücret almıyor. Öğrencinin yemeğinden yemiyor. Mecbur kalırsa ücretini veriyor. Hatta vaizlikten gelen maaşının büyük bir kısmını, izzet ve onurlarını rencide etmeyecek biçimde muhtaç öğrencilere öğrenci mümessili eliyle veriyor… Hak ve hukuka çok dikkat ediyor ve öğrencilere bu hususta sık sık irşadlarda bulunuyor. “Eğer arpa kadar başkasının hakkı üzerimize geçerse bunun hesabı ağır” diye telkinlerde bulunuyor. O günlerde orta kısımda okuyan bir öğrenci arkadaşımız, izinde Alaşehir’e gidiyor. Oradan bir minibüsle yakın bir kasabaya bir arkadaşının ziyaretine gidiyor. Dönerken bakıyor, parası çıkışmıyor. “Şoför amca param eksik, kimliğimi size bırakayım, evimizden paranın üstünü getireyim” diyor. “Evladım zaten cüzî bir şey kimliğin sen de kalsın” diyor. Parayı bulup getiriyor. Adam “Sen nerde okuyorsun, şimdi böyle hakka hukuka riayet eden gençler kalmış mı?!” diyor.
1967’de bir zelzele olmuştu. O yaz camide tamirat vardı. Bu münasebetle caminin eski halıları kaldırılıp yepyeni halılar döşendi. Bu eski halıları evlerde kalan öğrenciler için idareden isteyip serdirmişti. Seneler sonra teliflerinden gelen paralardan büyük miktarını ayırıp caminin idaresine o eski halıların karşılığı olarak gönderdi. Hatta onunla, bir ek bina yapıldığını işittik…
1980’den sonra bir ziyarete giderken kış günü bir camiye namaz için giriyorlar. Hava soğuk olduğu için sobaya odun atıp ısınıyorlar. Hak geçmesin diye neredeyse bir araba odun parası bir zarfa koyup İmam efendinin göreceği yere bırakıyor. Bir de özür mektubu yazıyor. Cuma günü hutbede bunu konu yapıp anlatan imam, hayretle “Acaba bu kim? Dünyada böyle insanlar kaldı mı?” diye konuşuyor. Olayı bilen bir arkadaşımız da tevafukan bu konuşmayı duymuş, bizlere nakletti…
Bir arkadaşımız uzak bir şehrimize konferansa gitmişti… Sorular v.s. yüzünden konuşma uzamış, onun da hemen dönmesi gerekiyormuş. Bazı hatırlılardan istirham etmişler, uçağın yarım saat veya bir saat tehirini sağlamışlar. Bunu duyunca çok üzüldü. “Nasıl olur, bir uçak dolusu insanın hukukuna girilmiş. İnsanların acele ve önemli işleri olabilir. Arkadaşımız yolcuların isimlerini öğrenip teker teker helallik dilesin, ne olur!.. Yarın Hak Katında hesabı, ağır olur.” dedi. Arkadaşımızın ulaşabildiklerinden helâllik istediğini, bazılarından da ağır hakaretler işittiğini biliyorum.
Siz bu zâtın kim olduğunu elbette anlamışsınızdır. Bazıları hançerini kalbimize sağlarcasına bu zâta iftirada bulunabiliyor.
Çoğu işkence ve baskı altında alınan ifadelerin mahkeme tutanaklardan alınmış, bir kısmı da haset-kin veya başka sebeplerle iftiracılar tarafından üretilmiş sözlere dayanarak ortaya sürülen bu iddialara karşı dik durmamız gerekiyor… Öyle bir imtihanla karşı karşıyayız ki, hak-hukuk tanımayan ve koskoca bir devletin gücünü ve imkanlarını şu Hizmeti yok etmek için mafya usulü yollarla gayret sarf edenlere karşı, birlik, tesanüd içinde yek-vücud halinde durmamız gerekiyor. Bir kısmı hasetten –fesattan, bir kısmı İslamiyete ta temelden cibillî düşman olanların koalisyonu olan bir muarızlar topluluğu karşısındayız… İhâfe-ızrar, korkutma, işkence, hatta öldürme-yıldırma mengeneleri içinde kardeşlerimizi sıkıştırıyorlar. ZER (altın yani para, makam, şöhret) ve ZOR yolunu tercih eden bu şirzime, ehl-i hizmetin sadece Hizmetten vazgeçmesini istemiyor, o kadarcıkla tatmin olmuyor, asla yetinmiyor. Bilakis, ellerine verdikleri hançerleri bizim ciğerlerimize saplatıyor, ama yetmiyor. “Saplarken zevk alacaksın, şevk alacaksın yani aşkla sokup kanırtacak ve bundan büyük lezzet duyacaksın!” diyor. Hizmetten vazgeçmek yetmiyor. Arzu ve iştiyakla zulüm ve gaddarlıkları alkışlayacaksın, diye ısrar ediyorlar.
Merhum Ahmed Ramazan Ağabey anlatmıştı: “1958 Irak İhtilali sırasında Bağdat’ta bulunuyordum. İhtilalciler, seyyid ve şeriflerden idareci olan Abdülilah’ı ve Nurî Paşa’yı çok feci şekilde öldürmüşlerdi. Ben gözlerimle şunu da gördüm. Seyyide olan bir hanım kızı getirdiler, ellerinden ayaklarından arabalara bağlayıp parçalattılar. (Algı operasyonların hipnotize edilen) kadın-erkek halk da el çırparak bu cinayeti destekliyordu: “Allah’ım bu fecaatin bu halka karşılığı ne olur! Bunların başlarına neler gelir acaba?” diyordum. O ihtilali yapan generali başka bir general devirip öldürdü. Onu başkaları… Sırayla Saddam aynı yoldan geçtiler. Cezasız kalan zalim ve diktatörler adına hiç kimse kalmadı. O Allah öyle bir Allah’tır ki…