Bir vefalı eşin yaşadıkları

Yazar Mizan
Benim hikâyem 15 Temmuz 2016 gecesi başladı. O gece bilemezdim beni nasıl bir hayatın beklediğini ve benim gibi binlerce kadının.
Eşimin senelik izni nedeniyle İzmir’e, babaannesini ve halasını ziyarete gitmiştik. Nereden bilebilirdim ki ailecek güle oynaya geçireceğimiz son tatilimizin olduğunu. İzmir dönüşü akşamı kızım ateşlenmişti, onunla ilgileniyordum. Sürekli uyuyup uyanıyordu. Uyuduğu bir an, eşimin yanına odaya geçtiğimde telefonuma haber sitesinden mesaj geldi. Asker köprüye çıktı diye.
İşte o gece ve ilerleyen saatlerde darbe olduğunu anlamıştık. Çok uzun bitmek bilmeyen bir geceydi. Ne uzun bitmek bilmeyen geceler yaşayacaktık daha. Sonrasında olaylar çok hızlı ilerledi. Eşim açığa alındı. Öğleden sonraydı zil çaldı. Kapıyı açtığımda eşimi gördüm. İçeri geçti, oturdu, ne oldu hayırdır diye sordum. Eşim açığa alındığını söyledi. Hâlbuki başarılı ve ödül almış bir çalışandı. Devamlı takdir teşekkürlerle eve dönerdi.
Eşimin o anki… Eşimin o anki yüz ifadesini ömrüm boyunca unutamam. Ne yapmıştı ki? Vatanına, milletine hizmet etmekten başka suçu neydi? Ben bu suçun nedenini bir türlü anlayamadım. O anki üzüntümü kelimelerle anlatamam. Bir ümit işine geri döner diye beklerken gecenin bir yarısı KHK ile işten çıkarıldığını öğrendik.
İşte o an bizim için yeni bir hayat başlıyordu. Sabah beşe kadar oturmuştum. Ağlamaktan gözlerim şişmişti. Eşim o kadar büyük bir olgunlukla karşıladı ki ne yapalım Allah büyük bir kapıyı kapatır bir kapıyı açar. Hadi kalk uyu diye beni teselli etmeye çalışıyordu. Lojmanda oturduğumuz için bir gecede hem evsiz hem de eşim işsiz kalmıştı. Bizim kenarda ne bir evimiz ne de birikmiş paramız vardı.
Sadece eski bir arabamız vardı. Çok hızlı bir şekilde evi boşalttık. 6 yıldır oturduğum evden komşularımdan 1 gecede aniden ayrılmak zorunda kalmıştık. Kurban Bayramı’na çok az bir zaman vardı onun için apartmandaki samimi komşularım yoktu, memleketlerine gitmişlerdi.
Bana çok yakın olan akrabalarım, her gün konuştuğum kuzenlerim telefon açıp da bir ihtiyacın var mı, diye sormadılar. Sanki anlaşmışlar gibi hepsi irtibatı kesivermişlerdi. Tek başıma iki yaşındaki kızımla evi toparladım. Hemen f.. damgası yemiştik. Eşim de yeni evin boya badanasıyla uğraşıyordu. Bundan sonraki zamanda etrafımdaki insanların nasıl değiştiğini daha iyi görecektim.
Eşimin arkadaşlarının yardımıyla evimizi taşımış ve eşim kısa sürede iş bulmuştu. Eşim için de kolay değildi tabiki o kadar emek verdiği çalıştığı işten hiçbir neden gösterilmeden hem de damgalanarak atılması. Eşimin üniversite yıllarını, kpss’ ye nasıl çalıştığını çok iyi biliyorum. Onca emeği bir gecede silip atmışlardı.
Yavaş yavaş yeni hayatımıza alışmaya başlamıştık. Bu benim için ve kızım için hiç de kolay olmadı. Kızım iki yaşını yeni bitirmişti. Yeni taşındığımız evi hiç benimseyememişti. Yarım yamalak konuşmasıyla  burası  bizim  evimiz değil, biz evimizi kaybettik derdi.
Kızımın eve alışması neredeyse 8 ayı buldu. Yaz ayının gelmesiyle sürekli parka çıkartmaya başladım. Yavaş yavaş ben de  kızım  da yeni mahallemize alışmaya başlamıştık. Kızımı parka götürdüğümde Fatma ve Kısmet Hanımlarla tanışmıştım. Ama kendimden çok bahsetmedim, açıkçası ürküyordum insanların tepkisinden.
Bir gün parkta oturuyoruz, Kısmet Fatma’yı kahve içmeye çağırdı. Baktım çevreme bir acı kahve içecek bile kimsem kalmamıştı. Eşim ise bulduğu işte çok çalışıyor ama damgalı olduğu için maaşını yarım yamalak veriyorlar, sigorta yapmıyorlardı. Markete gittiğimde Fatma’yı gördüm, ayaküstü konuşurken onun da eşinin KHK ile atıldığını öğrendim. Bu ortak noktamız bizi yakınlaştırmıştı.
Fatma’nın gözleri doldu, “Bana gel görüşelim etrafımda kimsem kalmadı. Kaç yıllık komşularım benimle konuşmaz oldu.” dedi. Demek ki dedim tek ben değilmiş bu durumu yaşayan. Benim gibi yalnızlığa itilmiş çok bayan var. Beni anlayan bir bayanla tanışmak beni çok mutlu etmişti. O dönem çok dertleştik Fatma Hanımla.
Zaman bir şekilde akıp gidiyordu. İyisiyle kötüsüyle bu hayatı yaşamak zorundaydık. Neyse ki sağlığımız yerindeydi. Eşim yanımdaydı. Çünkü her gün onlarca kişiyi F…’den alıyorlardı. Artık ben bu haberlerden bıkmıştım. Yavaş yavaş beni de bir korku sarmıştı. Polisler bizim kapımızı da çalacak mı, diye en ufak tıkırtıda kapıya dikkat kesilirdim, kurbanlık koyun gibi.
Hiçbir suçumuz yoktu, kendimizden emindik ama eşimin birkaç güzide arkadaşı tutuklanmıştı, bizim de o insanlardan bir farkımız yoktu. Kapı her çalışında eşimle birbirimize bakar tedirgin bir şekilde hayırdır inşallahlarla kapıyı açardık, ya apartman görevlisi ya da eşimin samimi arkadaşlarından bazıları olurdu.
Bir akşamüstü gene zil çaldı. Tedirgin bir şekilde açınca kapıda kocaman bir kutu ve eşimin eski işyerinde çalışan arkadaşlarını gördük. Bir kısmı yabancı uyruklu olan arkadaşları bize yılbaşı sürprizi yapmak istemişler. Onların bu ziyareti bizi o kadar mutlu etmişti ki akrabaların bile sırt döndüğü şu zamanda.
İki yılımız endişe içinde geçti. Sabah uyandığımda saate bakardım. Saat 5’i geçmiş bu sabah da gelen olmadı diye elhamdülillah  derdim. Meğer tek ben değilmişim, Silivri’de görüş sırasında konuştuğum bayanlar da uzun süre bu korkuyu yaşamışlar.
Bu olumsuzluklara rağmen mutluyduk, ayakta durmamız için en önemli nedenimiz kızımızdı. Kızımın doğum günü yaklaşıyordu. Kızım gün sayıyordu doğum günü için. İlla evi süslememi istiyordu. İstediği gibi elimden geldiğince süsledim. Çok sevdiği karakter olan Elsa’lı pasta yapmıştım. Eşim, ben ve kızım kızımın pastasını kesip doğum gününü kutladık o gece.
Nereden bilebilirdim ki o gecenin son ailece mutluluk gecemiz olduğunu. Aradan 2-3 gün geçti ki korktuğumuz başımıza geldi. Sabah 5 suları namaza kalkmıştık, kapımız büyük bir gürültüyle çaldı. 4-5 polis gelmişti, sabah sabah evimizi basmışlardı resmen. 1 saate yakın evi arayıp birkaç form doldurduktan sonra eşimi aldılar.
Eşim çıkmadan önce bir dakika kızımı öpeyim demişti. Kızına çok düşkündü. Uyuyan kızımızı öptü vedalaştık ve çıkarken abime söylersin demişti. (Ama o çok sevdiği abisi 14 aydır cezaevinde yatan kardeşini bir kere bile ziyaret etmedi.) Ben hiç ağlamamıştım, şoka girmiştim resmen. Polis memuru da bana bakıp şoka girmiş demişti. Acaba kendi eşi benim durumumda olsa nasıl olurdu.
Bundan sonra benim için semtine dahi daha önce gitmediğim Silivri günleri başlamıştı. Eşimi mahkeme kararıyla tutuklamışlar Metris’e ve iki gün sonra da Silivri cezaevine göndermişlerdi. Cezaevi yetkilileri beni arayasıya kadar nerede olduğunu bilmiyordum.
Annem tek başına gitme, korkarsın, sen öyle bir yere gitmedin şimdiye kadar demişti. Doğru da ne karakol ne adliye ne de mahkeme salonu görmüştük ailece… Babam ve kendi abimle gitmiştik. Nasıl bir ortam olduğunu bilmediğim için kızımı götürmedim. 4 yaşındaki kızıma nasıl anlatabilirdim ki?
Yazar notu: Çocuk mevzusu geçince bazı durumları belirtmeden geçemeyeceğim. Cezaevi sürecini çocuklara anlatmak çok zor oluyor. Hele de çocuk küçükse anlatmak daha da zor oluyor. Bazı ailelerden dinledim, kimisi baban asker oldu devleti koruyor demişler, diğer arkadaşımın eşi baban polislerin arabasını tamir ediyor demiş, açık görüşte çocuk babasına, “Baba hâlâ tamir bitmedi mi? Gel eve başkaları tamir etsin.” deyince buna şahit olan gardiyan dayanamayıp çocuğa, “Baban çok iyi tamirci. Onun yaptığını başkası yapamaz, o yüzden bize lazım.” diye yardımcı olmuş.
Babamla birlikte 5 tane arama noktasından geçtikten sonra şu çok konuşulan Silivri cezaevine girmiştik. Kapalı görüşlerde çok kalabalık olmazdı. Ama açık görüşlerdeki kalabalıklığı, çektiğimiz sıkıntıyı anlatamam. Annemi bir kere götürmüştüm. Annem kızım bu ne böyle demişti.
Bitmek bilmez sıralar, uzun kuyruklar, memurların kime geldin, nesisin soruları bir yandan kızımın ağlamaları, babam nerede soruları, aramalar…
Tabi ben bilmiyorum görüşme günlerini, bana telefonda istediğin gün gel demişlerdi. İlk görüşmelerde böyle olurmuş. Ve şansıma  ilk görüşmemiz açık görüş olmuştu. Kapalı görüşler alt katta, aramızda kalın bir cam, elimizde ahize seslerimizi bile net duyamazdık. Açık görüş üst kattaydı. Ben de ilk geldiğim yere merdivenleri çıkarak girdim salona.
Büyük bir salon, plastik masa, sandalyeler, camlar tel örgülerle çevrilmiş. Oturduk babamla boş boş etrafa bakıyorum ve kendi kendime benim ve eşimin burada ne işi var diyorum. Aynı zamanda 14 ay boyunca gelip gideceğim yeni dünyama alışmaya çalışıyordum. Diğer aileler görüşmeye başlamıştı, ilk görüşme olduğu için eşimi tek getirdiler. Mahkûm kapısı farklıydı, gözüm kapıda bekliyorum. Kalbim yerinden çıkacak gibi, ilk sevgili buluşması gibi heyecan ve üzüntü duyguları aynı çizgide.
Kapıdan eşim girdi, ilk göz göze geldiğimiz o an artık duygularımı tutamaz oldum. Engel olamıyordum göz pınarlarıma, ayağa kalkmak istedim ama ayaklarımdaki güç çekilmişti. Bayılmamak için kendimi zor tuttum, günlerdir beklediğim bu anı bayılarak geçirmek istemiyordum. Yanıma geldi sarıldık. Ben ağlıyordum, naif ve duygusal olan eşim de ağlıyordu.
Uzun bir süre konuşamadık.Hıçkırıklardan ağzımdan cümle  çıkmıyordu. O kadar çok şey vardı ki söylemek istediğim. Boğazıma bir yumru tıkanmış, ağzımı açtığım anda sadece hıçkırıyordum. Görüşmenin belki yarım saati böyle geçti. Eşim istediklerini söyledi. Kitap, Kur’an, teşbih, Cevşen ve giysi.  Kıyafetler sınırlıydı zaten.
Eşim telefon evraklarını hallet de haftada bir de olsa 10 dk seni arayabileyim dedi. Bir sonraki hafta istediklerini hazırlayıp babamla gelmiştim. İlk açık görüş ayrılmasını da hiç unutamam. O son bakışı, gardiyanların götürmesi, gözündeki yaşları bırakarak gitmesi… Anlatamam, anlayamazsınız, anlatılmaz ve umarım kimse yaşamaz bu hali.
Artık yolu yordamı öğrenmiştim, her zaman yaşlı babamı o kadar uzun yola peşimden sürükleyemezdim. Her hafta Silivri’ye gelip  gitmeye başlamıştım. Şu mavi sıkıcı Silivri otobüsleri sabahları abim Yenibosnay’a bırakırdı sağ olsun. Oradan bitmek bilmeyen  Silivri otobüs yolculuğum başlardı. Merak edip durak sayılarına bakmıştım da 78 durak vardı.
Genelde ben geç kalırdım görüşe, bayan arkadaşlar takılırdı. Ee derdim özel arabamız yok. Silivri otogar 1 saat 45 dakika sürüyor. Acemi şoförse 2 saat, gidip gelmekten şoförler aşina geliyordu artık. Oradan cezaevi minibüsüne biniyordum, bir yarım saatte orada geçiyordu. 3 saat de yakın yol sürüyordu. O cezaevi minibüsünde 14 aydır ne hikâyeler dinledim, ne gözyaşları gördüm, ne haykırmalara şahit oldum. Sorun minibüs şoförlerine anlatsınlar.
Cezaevi gidip gelmelerinde çok bayan arkadaşlarım oldu, sonuçta aynı dertten mustariptik. Toplum bizi soyutlamıştı ve biz bizeydik. Çok güzel insanlar tanıdım. Kimisi İzmir’den, kimisi Ankara’dan, İstanbul’un farklı semtlerinden gelen güzel insanlar. Zehra’yı minibüste tanıdım, küçük çocuğu Akif ile.
Meğer eşi eşimle aynı koğuşta kalıyormuş. Ve diğer bayanların dertlerini görünce kendi derdimizi unutuyorduk. Gerçekten dağılan aileler, acı çeken çocuklar, gözü yaşlı bu süreçte hastalanan babalar, anneler görmek isterseniz herhangi bir sabah Silivri önüne gelin bizden birilerini göreceksiniz ve içinizden büyük ihtimal, “Bunların eşimden, ablamdan, anamdan farkı yok.” diyeceksiniz.
Silivri’ye giderken değil, dönüş yolu hiç bitmiyor sanki. Giderken eşimizi göreceğiz heyecanı ile geçtiği için sanırım hızlı geçiyor ama dönüşte eşimden ayrılmak istemeyen, geri geri giden ayaklarıma ritim tutturan otobüs tekerleri dönüşü yavaşlatıyor olabilir mi?
Her görüş bir dramdı. Her görüş bir sevdaydı. Her görüş babanın kızına sarılmasıydı. Kızımı bayrama gider gibi süslerdim her açık görüşte. Sonraları kendimi tutmayı ağlamamayı öğrendim. Benim her üzüntümün eşimi iki kat etkilediğini görünce zorla gülümsemeye çalıştım. Acılarımızla dalga geçer oldum eşim mutlu olsun diye.
Daha sonra öğrendim ki içeridekilerin aileleri dışarıda gelip gitmelerde birbirlerine yardım ediyorlar.  Akrabalarımdan görmediğim ilgiyi bu güzel insanlardan gördüm. Ne  eski dostluk ne de akraba ama her gören bir ihtiyacın var mı diye sorardı sağ olsunlar. Ben de elimden geldiğince elimde olduğu kadarını paylamaya çalıştım.
Silivri’de sadece eşler yok, oğlunu oraya bırakmış anneler de var. Hatice abla gibi. 24 yaşındaki ilk göz ağrısını hem de hasta olan oğlunu  (kalp  hastalığı).  O da her hafta erkenden gelir bizim için sıra tutardı ya da salonda masa ayırırdı.
Bir gün açık görüş salonundayız, Hatice anne oğlunu bekliyor gelenlerden birine sordu, “Oğlumu gördünüz mü?” diye. Karşısındaki, “Siz Ali Bey’in annesi misiniz?” deyince Hatice ablanın hafızalarımıza kazıdığı o safiyane duygusu, “Bey değil evladım, bey değil o daha çocuk.” demesini hiçbirimiz unutamadık.
Açık görüşlere kızımla giderdim. Kapalı görüşlere götürmezdim, o kalın cam arkasından babasını görmesini istemezdim. Eşimin anne babası vefat etmişlerdi. Abisi, kuzenleri, diğer akrabaları sırt dönmüşlerdi. Eşim çok umursamadı, biz bize yeteriz derdi hep.
Eşimin yakın arkadaşları sağ olsun hiç yalnız bırakmadılar, hep arayıp sordular.   Akrabalarımızdan    görmediğimiz    desteği bu arkadaşlardan gördük, hatta yabancı arkadaşları Türkiye’de işleri bitip memleketlerine dönmelerine rağmen o ülkelerden arayıp bir ihtiyacınız var mı diye sorarlardı. Yanlış anlaşılmasın bu yabancılar İtalyan’dı, Rus’tu Türk değildi. Demek insan olmak öncelikmiş.
Kızımı ilk kez Silivri’ye götürdüğümde yolda kızıma, “Baban Silivri’de çalışıyor, çok para kazanıp bize gönderecek” diye anlattım. 4 yaşında olduğu için okuması yoktu ve nereye girdiğini bilmiyordu ya da ben öyle sanıyordum. İlk görüşmede eşim gözyaşlarını tutamamıştı, bir de kızımın, “Baba sen hep burada mı kalacaksın? Çok para lazım değil ki. Eve gelsene.” demesi bizi hepten bitirmişti.
Sonra eve geldiğimizde kızım resim çizmişti. Resimde ne çizdiğini sorduğumda babamı çizdim. Babam bir kuş olmuş, babamı kafese kapatmışlar diye söylemişti. Ben kızıma ne diyeceğimi bilememiştim. İnanın o kadar zor bir durum ki…
Uzun süre geceleri “Babamı istiyorum.” diye ağlardı. Geceleri çok kere baba diye çığlık atarak uyandığı olurdu. Sarılırdık. Kız çocuğu olduğu için babasına çok düşkündü. Eşim her akşam geldiğinde kızım sana bir sarılayım, seni çok özledim derdi.
Şimdi ağlamakta haklı, ben babasının yerini tutamam ki. Kızım da zamanla bu durumu kabullendi ya da içinde yaşıyor. Son zamanlar özellikle içine kapanık olmaya başladı.
Biliyorum eşim için de orada kalmak kolay bir şey değil, eşinden, kızından ayrı en önemlisi özgürlüğü elinden alınmış olması. Ama dışarıda olan bizlerin hayatları da hiç kolay olmuyordu. Ne kendi acımızı yaşayabildik ne derdimize üzülebildik.
Çocuklara moral verebilmek, eşimize moral verebilmek, evin işleri derken biz kendimizi unuttuk isyan etmiyoruz. Tabi ki de kaderimiz buymuş diyoruz ve üzülmeyi mutlulukları ve bunun gibi tüm duyguları öteliyoruz ileriki bir zamana.
Evin kirasını ödeyemediğimiz için evi kapattık. Eşyaları koyacak yer olmadığı için kimini sattık,  kimini  verdik ve ailemin yanına yerleştim. Hem yalnız kalmamı eşim istemiyordu hem de evin masrafını karşılayamıyordum. Anlayacağınız yuvam dağılmıştı. Ocağım sönmüştü. Bu duyguyu bilir misiniz? Kendi ailem de olsa bir başka evde sığınmacıydım. Ne kızımın özel bir odası ne de özel bir yatağı vardı.
İnsanların bütün dengesi değişmişti. Bayanlar olarak çok zor zamanlardan geçiyorduk. Görüşlerin yetmediği yerde mektuplar devreye giriyordu. Eşim mektup yazdım demişti ama o ilk mektup elime iki ay sonra geçmişti.
İlk mektup çok farklıydı. Eşim uzun uzun neler yaptığını, koğuşunu, arkadaşlarını yazmıştı. Nöbet günlerini, İngilizce çalıştığını, kitap okuduğunu, sıcak süt içmeye hâlâ devam ettiğini bir de özlediğini yazmıştı. Ve mektuplaşmalar başladı. O mektupları okumanın keyfini anlatamam, kaç kere okuduğumu bilmiyorum. Eşimin yazmış olduğu şiiri buraya yazsam sanırım özet olur:
GEÇİYOR GEÇMİYOR
Dört duvar arasında insan hızlıca geçiriyor zamanı
Kurunca kahvaltı sofrasını
Oturup masaya doldurunca çayları
Geçiyor zaman hem de su gibi geçiyor
Avluda on yedi adım git-gel atınca voltayı
Avluya her çıkana verince kafa selamını
Geçiyor zaman hem de su gibi geçiyor.
Bulunca kara kutuda güzel bir şarkıyı
Bir de susturdun mu gürültü patırtıyı
Geçiyor zaman hem de su gibi geçiyor
Toplayınca masada güzel arkadaşları
Tartışınca bulmuşçasına hayatın sırrını
Geçiyor zaman su gibi geçiyor
Gün ortası yatağa geçip uzatınca ayakları
Açıp okuyunca farklı dünyalara götüren kitapları
Geçiyor zaman hem de su gibi geçiyor
Getirince iki kişi masaya satrancı
Bir de sıcak süt olunca izlerken onları
Geçiyor zaman hem de su gibi geçiyor
Kestirince gözüne seni dinleyecek birini
Anlatıp boşaltınca derdini kederini
Geçiyor zaman hem de su gibi geçiyor
Akşam olup gardiyan yapınca sayımı
Görünce sıraya dizilen güzel yüzlü mahpûsları
Geçiyor zaman hem de su gibi geçiyor
Baş koyup, secde edip kılınca namazı
Ardından Allah’a yalvararak arz edince duayla
Geçiyor zaman hem de su gibi geçiyor
Yorgunluktan zar zor bulunca yatağı
Koyunca soğuk yastığa ağırlaşmış kafayı
Geçiyor zaman, su gibi geçiyor.
Düşünmeyince anayı, babayı, eşi, evladı
Unutturunca dört duvar insana efradı
Geçiyor zaman hem de su gibi geçiyor
Ama bir de düşününce dört duvarın ardını
Saniyeler boğazlamaya başlayınca insanı.
Geçmiyor iste o an zaman hiç geçmiyor
Getirince aklına en sevdiklerini
Hüzün sarıverince aniden her yeri
Geçmiyor işte o an zaman hiç geçmiyor
Görünce açık görüşte sevdiğinin, kızının yüzünü
Saklayınca içinde büyüyen hüznünü
Geçmiyor işte o an zaman hiç geçmiyor
Gardiyan getirince özlediklerinin mektup ile fotoğrafını
İçine çekince alabilecekmiş gibi kokularını
Geçmiyor işte o an zaman hiç geçmiyor
Hayale gelince mutlu günlerin anıları
Sel olup akınca gözyaşı çağlayanı
Geçmiyor işte zaman o an hiç geçmiyor
Hatırlayınca yapılan hataları, günahları
Akreple yelkovan bırakıveriyor koşmayı
Geçmiyor işte o an zaman hiç geçmiyor.
Eşim ve kızımız Ada mektup yazardı. Eşimin ve kızımın doğum günleri yaklaşıyordu. Kızım artık 5 yaşında olacaktı ve babası hâlâ gelmemişti. Bu süreç ne zaman bitecek bilmiyorum ama bizden çok şey aldı götürdü.
Unutabilir miyiz? Sanmıyorum. Kendimizden ziyade kızımın hayatının daha başında böyle bir süreç yaşaması sanırım kalıcı hasarlar bırakacak ve ileride hep bir yanı eksik bu günleri hatırlayacaktır.
Biz hiçbir suç işlememiştik ve eşim 14 aydır hapiste, kızım yetim. Bu yaşadıklarımı Allah’a havale etmekten başka elimden bir şey gelmiyor.
Yazarın notu: Bu arkadaş ranza arkadaşımdı, üstümdeki ranzada yatardı. Çok naif, nazik, duygusal bir arkadaştı. Kızına çok düşkün, fotoğrafını alır, ranzasına çekilir, saatlerce bakardı. Çok kitap okur, ayak topunda bana eşlik ederdi. Kimseyle kavga etmez, herkesin sevdiği güzel bir insan olduğu için koğuş başkanı yapmıştık bu arkadaşı.
Yakalanmadan önce kendine ucuz bir spor ayakkabı almış durur durur bana, “ Keşke o ayakkabı yerine kızıma bir şey alsaydım.” derdi. Ben tahliye olurken bana üst katta sarılmış ve ağlamıştı. Çok severdim kendisini, hep bir tarafım içeride kaldı. Tahliye olurken sevinemedim, ben çıkıyordum ama arkadaşlarımın çilesi devam ediyordu.
Sanki onları yarı yolda bırakmış gibi hissediyordum. Gardiyan kapıyı açtı, ben arkadaşlara sarıldım. Evet, özgürdüm, aylardır bu anı beklemiştim ama çıkamıyordum. Hele de bu arkadaştan ayrılmak… Çok geceleri demir parmaklıklı pencere önünde sabahlamışlığımız olmuştu.
Kızı dünya tatlısı bir melekti. Umarım en yakın zamanda kızına kavuşur. Dün aldığım habere göre mahkemesi gene ötelenmiş.

Diğer Yazılar

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy