Bir Liderde Olması Gereken Hususiyetler

Yazar Egeli

Bir erkân-ı harp, askerî derinliklerinin yanında, aynı zamanda bir liderdir. Onun için bir liderde olması gereken bütün hususiyetler, bir erkân-ı harpte de olmalıdır. Biz bu hususiyetleri birkaç madde içinde özetlemeye çalışacağız:

1)Her lider, seri ve sıhhatli karar verme özelliğine sahip olmalıdır. Karar verme, yapılacak işlerin esası mesabesindedir. Ancak, her karar isabetli olmadığı gibi, vakitsiz de olabilir. İster gecikme isterse erken verilen kararlar, asla isabetli kararlar değildir. Onun için, bir liderin aldığı kararı, sıradan bir karar olmaktan kurtaran hususiyet, zamanında ve isabetli alınmış olmasında aranmalıdır.

Çok âni karar verilmesi gereken hayatî anlar vardır. Lider, bu anlarda, sıradan insanlardan ayrılır ve kendi buudunu yaşar. O keskin zekâsıyla âniden karar verir, verdiği karar da tam isabetlidir. Hâlbuki ekseriyetle acele verilmiş kararlar isabetten uzak olurlar. Çünkü, isabet ve acele birbirinin zıttıdır. İki zıt ise bir arada zor bulunur. İşte bu zor ânın adamı liderlerdir. Onlar bu zıtları çok kolay bir araya getirebilirler.

2)Her lider, fıtrî ve yaratılıştan bir şecaat ve cesarete sahip bulunmalıdır. Cesur olmayan lider olamaz. Lider, gözü kara, yüreği de pek olmalıdır. Zaman gelir o, tek başına kalabilir. Fıtrî cesareti, onu işte o anda zilletten kurtarır. Davasını ve idealini yalnız göğüsleme zorunda bulunduğu böyle bir anda lider, arkasında binlerce insan var gibi davranabilmelidir ki, varılması gereken hedefe ulaşabilsin.

Evet, lider asla ölümden korkmamalıdır. Her şeyden korkan, ürken, saklanmada lider olabilse de, sevk ve idarede asla lider olamaz…

3)Lider asla gevşemeyen bir irade insanıdır. O’nun, kararından dönmesi veya inancından taviz vermesi kat’iyen düşünülemez. Ümit onun ayrılmaz dostu, yeis ise, rüyalarına dahi misafir etmeyeceği baş düşmanıdır. Karşısındaki engel, ancak sonsuzlukla ifade edilebilecek Cehennem dahi olsa, lider onu rahatlıkla atlayıp geçebilecek bir metafizik gerilime sahip olmalıdır. Zaten başka türlü kitleleri nasıl cezbedip arkasından sürükleyebilecektir ki? Evet, lider, tersyüz edilemeyecek bir irade insanıdır.

4)Lider, mesuliyetinin şuurunda olan insandır.. ve sorumluluk duygusu onun ayrılmaz bir parçasıdır. Etrafındakiler teker teker dağılsa, o yine bu sorumluluk duygusuyla tek başına ideali olan o ağır yükü omuzlayıp götürmeye çalışır. Evet o, kendisinin bu denli mesul olduğuna inanır. Hiçbir engel ondaki bu inancı zaafa uğratamaz. Öyle ki mesuliyet duygusu âdeta onda, bir fikr-i sabittir.

5)Lider, ileri görüşlü ve zaman üstü olmak zorundadır. O, seneler sonra vuku bulacak istikbale ait bütün hâdiseleri, mazide olmuş hâdiseler berraklığıyla gören sezen ve vereceği hükümleri bu anlayış içinde veren insan demektir. Yoksa bugün söylediklerini yarın ve yarınlar nakzediyorsa, o, aklı başında insanlar için hiçbir zaman inandırıcı olamaz.

Lider, ileriyi görmelidir ki, vereceği kararlar da nihaî olsun. Yoksa, hâdiselerin yelpazesine göre karar vermek mecburiyetinde kalır ki, o da müntesipleri arasında daima fikir ayrılıklarına ve düşünce farklılıklarına sebep olur. Bu ise, sürekli yıkım getirir. Daha önce bir araya gelmiş ve bir cemaat meydana getirmiş insanlar, her an değişen kararlar karşısında cemaat olma keyfiyetini kaybederse, ayrı ayrı fikir ve düşüncenin bağlısı fertler durumuna düşerler. Öyle ise lider, firaset ve basiretin süt kardeşi olmalıdır…

6)Lider, ruhunda istikrarlı olan insandır. O hiçbir hâdise karşısında vaziyet değiştirmeyecek kadar sağlam karakterlidir. En büyük muvaffakiyetlerinde mağlup bir insanın ruh hâletini sergiler, yenilgilerini de nefis muhasebesi adına değerlendirir.

Lider, nefsaniyet çeperini aşmış ve işin başındaki sadeliğini, hayatının sonuna kadar sürdürebilmiş bir bahtiyardır. O, hayatını âdeta bir musikî âhengi içinde yaşar ve başladığı her işi başladığı perdede bitirir. Hatta -Mustafa İsmail’in, Kur’ân tilavetinde yaptığı gibi- iyi bir lider, hayatını daha bir üst perdede noktalar. Merhum Mustafa İsmail, Kur’ân-ı Kerim okumada eşine az rastlanan böyle bir performans gösterirdi. Çok defa başladığı perdenin üstünde okumasını bitirirdi; ki zannediyorum az insana nasip bir mazhariyettir.

Şüphesiz bir liderin bu özelliğe sahip olabilmesi için onda, çok engin bir tevazu anlayışının bulunması gerekir. Böyle olmalıdır ki, ilk günlerini ve ilk arkadaşlarını unutmasın!

7)Lider, insan sarrafıdır. O idaresi altındaki insanları herkesten çok daha iyi tanır. Kimi nerede, ne kadar ve ne maksatla kullanacağını; kime hangi işi gördüreceğini bilmeyen ve bunda isabet kaydetmeyen insan, kat’iyen iyi bir lider olmak şöyle dursun, sıradan bir idareci bile değildir.

Lider bir işe en lâyık kim ise.. onu en iyi tespit eden ve vazifelendirdiği insanları sonuna kadar aynı işte tutabilen.. yaptığı bu icraatında geriye adım atmaya zorlayacak herhangi bir pürüzle karşılaşmayan insandır ki, o, âdeta istidat ve kabiliyetleri tartan bir mihenk taşıdır ve yanılma payı da beşer olduğunu hatırlatacak kadar azdır.

8)Lider, raiyyetinin her ferdi, kendini ona en sevgili bilecek kadar insanları seven ve onlar tarafından da aynı ölçüde sevilen seçkin ruhtur. Hem onun raiyyetine, hem de raiyyetinin ona güveni tamdır.

9)Lider, hayatının hiçbir devresinde töhmet örsüne yatmamıştır. Onun için, onun istikbalinde tenkit çekicinden sızlanacağı tek hâdise yoktur. Onun mazisi yaşadığı gün kadar aydınlıktır.. evet, kim hangi garaz veya iyi niyetle araştırırsa araştırsın, onun mazisinde, yüzünü kızartacak bir tablo bulamaz. Bütün dünya hasım kesilse -iftira veya yalana başvurmadıkça- onun iffet ve ismetine toz konduramazlar; onun hayatı hep istikamet içindedir.

10)Lider, çok yönlü bir insandır. Ve her yönüyle de cemiyet içinde temayüz etmiştir. Onun karakter dünyasında zaaftan eser yoktur. Bütün irdelemeler sadece onun bu yönünü göstermeye hizmet eder…

Cihan tarihinin kaydettiği efsanevî liderler vardır. Fakat bunların hiçbirinde, yukarıda sıraladığımız hususiyetlerin bütününü görmek mümkün değildir. Hatta birkaçını dahi, kendinde toplamış lider sayısı oldukça azdır.

Büyük İskender, Anibal, Napolyon, Hitler ve bizim cephemizden Fatih, Yavuz, Yıldırım, Celâleddin Harzemşah, Selahaddin Eyyubî, Tarık b. Ziyad ve kırk yıl Rus’a karşı kavga veren Şeyh Şâmil gibi büyük dâhi ve liderler, elbette kendi çaplarında büyüktürler; ancak, yukarıda sıraladığımız maddeler zaviyesinden bir değerlendirmeye tâbi tutulacak olurlarsa, bunlardan hiçbirinin Liderler Lideri Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın sözü edildiği yerde, isimlerinden bile bahsedilemez.

Evet, yeryüzünde bütün hususiyetleri ve onda bulunması gereken bütün özellikleri en üst seviyede ve eksiksiz nefsinde toplayan tek bir lider ve bir tek önder vardır; o da hiç şüphesiz Hz. Muhammed Mustafa’dır (sallallâhu aleyhi ve sellem). Öyledir, çünkü O Resûlullah’tır. Yaptığı bütün icraatı, Cenâb-ı Hakk’ın teyidi altında gerçekleştirmektedir.

1. Hayatına Kısaca Bir Bakış

O’nun verdiği bütün kararlar, gayet süratli ve isabetliydi. Hayatında, hiçbir kararı fiyasko ile neticelenmemişti. Nitekim yukarıda bunun müşahhas misallerini uzun uzadıya anlatıp naklettik. Bilhassa Uhud ve Huneyn’de, nasıl süratli ve isabetli kararlar aldığını ve ordusunu mutlak bir hezimetten kurtarıp şanlı bir zafer kazandığını altını çizerek ifade etmeye çalıştık.

O, fıtraten cesur ve şecaat sahibiydi. Tek başına bütün insanlığa meydan okurcasına, uzun, çetin ve çetrefilli bir yola çıkmıştı. Ne fertlerden ne de cemaatlerden korkmadan, çekinmeden yoluna devam etmişti. Hatta, bazen orduda bir bozgun olunca O atını mahmuzlar, düşmanın üzerine yürür ve bunu yaparken de zerre kadar korku alâmeti göstermezdi.[1] Hatta, Hz. Ali (radıyallâhu anh) gibi bir şecaat kahramanı, “Biz harp meydanında korktuğumuz zaman Allah Resûlü’nün arkasına sığınır ve itminana kavuşurduk.” diyor.[2]

O, bir gün, bir ağacın altında istirahat ediyordu. Cesur bir düşman, O’nun yanına kadar sokuldu ve kılıcını kaldırdı, tam vuracaktı ki Allah Resûlü gözlerini açtı. Bu cüretkâr adam Allah Resûlü’ne: “Şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?” dedi. Efendimiz ise, kılını dahi kıpırdatmadan gayet sakin: “Allah!!” dedi. Adam, Allah Resûlü’nün bu büyüleyici cesaretinden ürperdi ve farkına varmadan elindeki kılıcı yere düşürdü. Bu defa kılıcı Allah Resûlü aldı ve aynı soruyu ona sordu. Adamın, aman dilemekten başka çaresi yoktu.[3]

İşte Allah Resûlü’ndeki cesaret buudu ve işte baş döndüren o büyük teslimiyet!

Medine’de bir gürültü işitilmişti. Herkes heyecan ve korku içinde, yollara dökülmüş gürültünün mahiyetini anlamaya çalışıyordu. Biraz sonra gözler beliren bir toz bulutuna ilişti. Toz bulutu yırtılınca arasından süzülüp çıkan İki Cihan Serveri’ydi. “Korkulacak bir şey yok!” diyerek herkesi teskin ediyordu.[4]

İlk defa sesi, O işitmiş ve herkesten evvel Ebû Talha’nın (radıyallâhu anh) atına binip süratle sesin geldiği yöne gitmiş.. tespit etmiş ve dönmüştü. Hatta Ebû Talha’nın o yürümeyen atı, üzerine Allah Resûlü binince o gece sevincinden âdeta rüzgâr kesilmişti.[5] Tek başına, herkesi titreten bir gürültünün üzerine yürüyen Allah Resûlü, normal insan normlarını aşan bir harikulâdelik sergilemektedir.

Mağarada Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh), O’nun adına endişelenince “İki kişi hakkında zannın nedir ki, onların üçüncüsü Allah’tır (celle celâluhu)!” demiş.. kendi hakkında endişelenen bir sinenin çıldırtan endişelerini teskin etmişti.[6] Zaten evinden ayrılıp, gözü dönmüş düşmanların arasından çıkıp gidişi de apayrı bir cesaret destanı değil miydi?

O’nda, her zaman sarsılmaz ve sağlam bir irade vardı. Bu iradenin ters yüz edilmesi mümkün değildi. Çünkü O’ndaki iradeyi Cenâb-ı Hak, gizli meşîetiyle biledikçe bilemişti.

2. Ulaşılamayan Ululuk

O, daha doğmadan babası vefat etmiş ve yetimliği ta anne karnından başlamıştı. Dolayısıyla da babadan gelecek destek ve bu desteğin insan üzerinde hâsıl edeceği gevşeklik, O’nun için hiçbir zaman söz konusu değildi. Zaten O’nun davası bir yönüyle iradeye fer kazandırma davasıydı.

Altı yaşında da annesi vefat etmişti. Hâlbuki bir insana, annesi kadar destek olan veya bir insanda uzun süre kendi desteğini, anne kadar hissettiren ikinci bir varlık yoktur. Şimdi, bu mübarek destek de O’nun elinden alınmıştı. Hâdiseler O’nu törpülüyor ve İki Cihan Serveri’nin iradesi, her geçen gün biraz daha kuvvet kazanıp ışıldıyordu.

Sekiz yaşında da dedesini kaybetti. Öyle bir dede ki, o bütün Mekke’nin ve Mekkelinin de desteğiydi. Şimdi o da bir seher yıldızı gibi kaybolup gitmişti.

Bütün bu hâdiselerle Allah (celle celâluhu), O’na güven kaynağı olarak sadece Zât’ını nazara veriyor.. ve buna gölge düşürecek her şeyi çekip elinden alıyordu. Evet O’nu, O destekleyecek ve semavî teyidatıyla O terbiye edecekti. Belki her destek ve kaide çekildikçe, Allah Resûlü, beşeriyetinin gereği bir sarsıntı geçiriyordu; ancak ileride yükleneceği o büyük vazifeyi yüklenebilmesi için, irade yönüyle de O’nun bilenmesi gerekiyordu. Ta ki bir gün bütün dünya, O’nun altından çekilse ve O boşlukta kalsa zerre kadar irkilme ve tereddüt geçirmesin!.. Eğer O, bu olmamış şeye maruz kalsaydı, hiçbir şey olmamış gibi O yine yerli yerinde olacaktı.. şayet böyle olmasaydı, Uhud’daki o sarsıntılı dönemden sonra, O’nun düşmanı takip emrini vermesi nasıl mümkün olacaktı ki? O öyle bir iradeye sahipti ki hem kendisi, hem de ashabı, o derece yaralı ve yorgun olmasına rağmen düşmanı takip ediyor ve kendisi en önde gidiyordu…

O’nun hayatının tek lahzasında dahi panik yoktur. Her biri başlı başına birer aslan, en cesur sahabenin dahi sağa sola kaçıştığı devrede O, yerinden bir adım dahi kımıldamamıştır. Evet, O’nda öyle çelikten bir irade vardı.

Mekke’de çekmediği sıkıntı kalmamıştır ama, O, sarsılmamış.. hanımı, amcası peşi peşine vefat etmiş -ki her ikisi de O’nun en büyük destekçisiydi- O’nda yine zerre kadar bir ümitsizlik ve kararsızlık olmamıştır.

Taif’de taşlanmış, başı-gözü yarılmış ve bu esnada, melekten bir teklif almış: Eğer Allah Resûlü müsaade ederse, Cibril, dağı Taiflilerin başına geçirecektir. İşte o esnada bile, mübarek vücudunu kan içinde bırakan bu insanlara karşı iradesinde bir gevşeme olmamış; aksine “Hayır!” demiş ve meleğin teklifini reddetmiştir.[7] Aman Allahım! Bu nasıl iradedir ki, bu kadar zor durumda dahi, kararlılığından kıl payı inhiraf etmemektedir.

İşte bu liderle ölüme gidilir ve işte bu lider için her şey feda edilir. Çünkü insan böyle bir liderle yolda kalmayacağını çok iyi bilir. Darda kaldığı zaman arkadaşlarını terk edebilen, dün, uğruna binlerce insanın öldüğü karar ve prensipler, şimdi aynı fedakârlığı ondan beklediğinde bu prensip ve kararlardan tavizler verebilen iradesi küflenmiş insanlar nasıl lider olabilir ve bunların arkasından nasıl gidilir ki! Zaten günümüz insanını da sukut‑u hayale uğratan, bu türlü -sözüm ona- liderler değil mi?

O, sapsağlam mesuliyet insanıydı, dipdiri bir irade kahramanıydı; O’na inen Kur’ân, dağlara inseydi, onları paramparça ederdi. O, müthiş bir sahib-i iradeydi.

Tebliğ vazifesiyle vazifelendirilmişti. Teker teker insanlara Allah’ı (celle celâluhu) anlatacaktı. Bu, âdeta yumurta kabuğu ile okyanusları boşaltmak kadar zor bir işti. Fakat Allah Resûlü, tereddüt etmeden bu işin altına girmiş.. fertleri insanî melekeleri ile yakalamış ve onların gönüllerine yıkılmaz tahtlar kurmuştur.

İslâm’ı tebliğ, O’nun varlık gayesi olmuştu. O, âdeta, ne dünya ne de ukbâ endişesi taşımıyordu. Cennetleri seyretme, kâb-ı kavseyne ulaşma dahi O’na vazife mesuliyetini unutturmamıştı. Yıldızların kaldırım taşı gibi ayağının altına serildiği o yerlerden, çile ve mihnet dolu bu dünyaya dönmüş ve bizimle olmuştu. Çünkü, O, mesuliyetini vücudunun bütün zerreleriyle duyan, hisseden bir insandı. O’nda öyle bir mesuliyet anlayışı vardı ki, insan olmanın yüklediği mesuliyetin ağırlığıyla her zaman inim inimdi.

Sözü uzatmaya ne hacet! O daha henüz bezleri arasında bir çocukken “Ümmetî, ümmetî!” diyecek kadar kendi vazifesine göre programlanmış bir insandır. O’nun mahşerdeki iki büklüm hâli de bu sorumluluğun bir uzantısı. Zaten böyle bir mesuliyeti yüklenmeye O’ndan başka kim tâkat getirebilirdi ki! O, ilk insandan son insana kadar âdeta bütün insanlığın mesuliyetini yüklenmiş gibi idi.

Allah Resûlü, zaman ve mekânın dar buudlarını aşan bir görüş ve firasete sahipti. Bu da bir şey mi? O’nun bakışları her zaman ebedî âlemin yamaçlarını seyrediyordu. Daha dünyada iken Cennet’i, Cehennem’i, Sırat’ı ve Mahşer’i bütün teferruatıyla anlatan O değil miydi? Görüyor ve gördüklerini söylüyordu. Ayrıca, O’nun sıdkını konu edindiğimiz yerde de ısrarla üzerinde durduğumuz gibi, istikbale ait söylediklerinin hiçbiri, O’nu, sözlerinde yalancı çıkarmamıştı. O ne dediyse vakti ve saati geldikçe hepsi zuhur etmiş bir kısmı da zuhur etmeyi bekliyordu.

O’nun ileri görüşlü oluşunu anlatma bakımından Hudeybiye çok mühimdir. Ve biz bu hususa yukarıda tafsilâtıyla yer verdik zannediyorum.

3. Değişmeyen İnsan

İki Cihan Serveri, işe nasıl başladı ise hayatının seyrini hep aynı ölçü ve aynı disiplin içinde geçirmiştir. Mekke’de etrafında sadece bir köle, bir kadın, bir çocuk ve bir hür insanın bulunduğu devrede, O’nun tavır ve hareketleri ne ise, Veda Haccı’nda yüz bini aşkın insanın gözünün içine baktığı devredeki tavır ve hareketleri aynıdır. Hatta tevazuu, fetih ve muzafferiyetlerin, sağanak sağanak O’nu ıslattığı dönemlerde daha da enginleşmiş ve tevazu kanatlarını yerlere kadar indirmiştir.

Hayatı boyunca değişmeyen tek lider O’dur. Bakın ki, başından bu kadar sıkıntılar geçmiş ve bu sıkıntıların çoğuna da, doğrudan doğruya etrafındakiler sebebiyet verdikleri hâlde, O, kat’iyen yeni bir tavır belirleme zaafına düşmemiş, onlara karşı hep ilk davrandığı ölçüde davranmıştır.

Dost halkasına yenilerin ilhâkı ve bunların arasında hakikaten emsalsiz insanların da bulunması, O’na eski dostlarını ve dostluklarını kat’iyen unutturmamıştı. O başta nasıldı ise, hep öyle kaldı.

4. Eşsiz Mahviyeti

Bir gün ashabıyla oturmuş, yemek yiyordu. Oradan geçmekte olan bir kadın, O’na laf attı: “Oturmuş da köle gibi yemek yiyor!” dedi. Ve Allah Resûlü tavrını değiştirmeden cevap verdi: “Evet, benden güzel köle mi olur! Ben, Allah’ın (celle celâluhu) kölesiyim.” Sonra bu kadın aynı yüzsüzlüğüne devam ederek: “Kendisi yiyor da bana yedirmiyor!” dedi. Allah Resûlü onu da sofraya buyur etti. Kadın: “Hayır!” dedi, “Ben senin ağzındaki lokmayı istiyorum!” Allah Resûlü ağzındaki lokmayı çıkardı ona verdi.. orada bulunanlar yemin ederek söylüyor ki, o kadın ağzına bu lokmayı koyduğu andan itibaren Medine’nin en iffetli kadınlarından biri hâline geldi…[8]

Yine bir gün karşısında titreyen adama baktı ve şöyle buyurdu: “Kardeşim titreme! Ben de senin gibi kuru ekmek yiyen bir kadının çocuğuyum…”[9]

Melek geldi ve sordu: “Kul peygamber mi, melik peygamber mi olmak istersin?” Cibril kulağına fısıldadı: “Rabbine karşı mütevazi ol!” Ve, Allah Resûlü cevap verdi: “Bir gün aç yatıp tazarru eden, diğer gün tok olup şükreden bir kul peygamber olmak isterim…”[10]

Bütün bunlar olurken, dünyanın dört bir yanından gelen ganimet ve hediyeler O’nun ayaklarının altına seriliyordu. Fakat O, şahsı adına bunların bir zerresinden bile istifadeyi düşünmüyor, gelenlerin hepsini ashabına dağıtıyordu. O’nun bu tavrı; bütün bir hayat boyu hiç mi hiç değişmemişti. Daha ne diyeyim, Mekke fethinde başını o kadar eğmişti ki, Arş’a değen baş, orada semerin kaşına değecek kadar eğilmişti…[11]

Sa’d b. Muaz (radıyallâhu anh) gelirken, yanındakilere: “Efendiniz için ayağa kalkın!”[12] diyordu. Hâlbuki sahabe ne zaman O’nu görse ve ayağa kalksa: “Acemler gibi ayağa kalkmayın!”[13] hitabıyla karşılık veriyordu.

Miraç esnasında bütün peygamberlere imam olmuş ve onlara namaz kıldırmıştı.[14] Ancak bu mazhariyet, O’nu yine değiştirmemiş.. ve: “Beni, Musa b. İmrân’a (aleyhisselâm) tafdîl etmeyin!”[15] demişti. Ve bir başka seferinde de: “Beni, Yunus b. Mettâ’ya (aleyhisselâm) tafdîl etmeyin!”[16] diyecekti…

Gayb âlemine ait perdeler, nice kere O’nun gözünün önünden kalkmış ve O verâların verâsını müşâhede etmişti. Ancak Hz. Âişe’nin (radıyallâhu anhâ) odasında ilâhî söyleyen cariyeler: “Bizim aramızda öyle bir Nebi var ki, yarın ne olacağını bilir.” dediklerini duyunca, onları derhal susturmuş: “İlle de bir şey söyleyecekseniz, doğruyu söyleyin!”[17] buyurmuştu.

Evet, bir ömür boyu âhenk ve tavırlarını değiştirmeyen tek bir insan, tek bir lider vardır; o da hiç şüphesiz, Hz. Muhammed Mustafa’dır (sallallâhu aleyhi ve sellem).

5. Kabiliyetleri Keşfetmesi

İdaresi altındakileri tanımasında da O’nun eşi-menendi yoktu. Habeşistan’a hicret edileceği zaman, hicret edecekleri ve başlarında onları idare edecek şahsı seçmesinde müthiş bir isabet vardı. Cafer b. Ebî Talib (radıyallâhu anh), Necaşî’nin huzurundaki hizmetleriyle bu isabetin âdeta mührü gibidir.[18]

Medine’ye ilk gönderdiği mürşid, Mus’ab b. Umeyr’di (radıyallâhu anh). Mus’ab icraatıyla Allah Resûlü’nün değişik iş ve vazife için insan seçimindeki isabetini tasdik eden bir sadık şahittir. O gün Medine’de Mus’ab gibi ince bir insan gerekliydi ve Allah Resûlü onu göndermişti.[19]

Hicret esnasında, O’nun yatağına birisi yatmalı ve müşrikleri oyalamalıydı. Belki o esnada Allah Resûlü’ne gelecek darbeler ona gelecekti. Böyle bir durumda oraya Hz. Ali gibi bir kahraman gerekliydi ve o seçildi.[20]

Mağarada O’na kim arkadaş olacaktı? Medineliler ilk defa O’nu kiminle görmeliydiler. O hep ikinci adam olma durumunu muhafaza eden Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh) olmalıydı ve öyle oldu.[21] Allah Resûlü işin başında Ebû Bekir’i (radıyallâhu anh) hangi makam ve mevkie yerleştirdiyse, hayatının sonuna kadar Ebû Bekir (radıyallâhu anh) orada oturdu. Çünkü ilk seçim, çok isabetli ve yerinde yapılmıştı.

Zaten, teker teker bütün Raşid Halifelerde, O’nun yaptığı seçimin ve yerleştirmenin izi vardır. Birinci halife Ebû Bekir, İkinci Ömer, üçüncüsü Osman ve dördüncüsü de Ali (radıyallâhu anhüm) olmalıydı. Çünkü kaderin çizdiği ömür sınırı, böyle olmasını gerektiriyordu. Belli ki, bu sıralama ilâhî bir tasnifle yapılmıştı.

Ebû Dücâne’ye (radıyallâhu anh) verdiği kılıçtan tutun da[22] Nuaym b. Mesud’a (radıyallâhu anh) verdiği Kureyş ile Yahudilerin arasını bozma misyonuna kadar[23] bütün icraatında O, hep işi ehline verme prensibiyle hareket etmiş ve bunda da muvaffak olmuştu.

Huzeyfe’ye sır verilirdi ve O, sırlarını ona verdi.[24] Mekke’de istihbarat adına amcası Hz. Abbas’ı (radıyallâhu anh) kullandı ve Hz. Abbas bu işi lâyıkıyla başardı.[25]

Kumandan tayin ettiği şahıslardan, ellerine mektup verip krallara gönderdiği murahhaslara, ilim adamı olsunlar diye Suffe’ye kabul ettiği talebelerden zekât âmillerinin intihabına kadar hâdiseler hep O’nu doğruluyordu.

Evet, bir lider için vazife ve sorumluluk yüklenecek insanları tanıma çok mühimdir. Tarih, bu mevzuda liderlerin yaptığı nice hatalardan bahseder. Yanına yaklaştırıp en yakını yaptığı insanlardan ihanet gören liderlerin sayısı hiç de az değildir.

Erkam b. Ebi’l-Erkam’ı (radıyallâhu anh), Allah Resûlü daha ziyade malî işlerde kullanıyordu. Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh) ve Hz. Ömer (radıyallâhu anh) devrinde de o aynı işlerde istihdam edildi. Hz. Osman (radıyallâhu anh), kendi malından yaptığı infakla biraz yakın akrabasını gözetiyordu. Ne var ki onun bu cömertliği, başkaları tarafından yanlış tevil ediliyor ve Ümeyyeoğulları beytülmâldan destekleniyor zannediliyordu.

Böyle bir töhmet altında kalmamak için Erkam b. Ebî Erkam (radıyallâhu anh), Hz. Osman’a (radıyallâhu anh) müracaat ederek hazinelerin anahtarını teslim etti. “Halk senin kendi malından verdiğini yanlış anlıyor, ben böyle bir itham altında maliye işlerine nezaret edemem.” dedi ve ayrıldı.. kendi isteğiyle ayrılıncaya kadar da tam çeyrek asır aynı görevde kaldı.[26]

6. Gönüllerdeki Sevgili

O, seven ve sevilen bir liderdi. Öyle ki, her fert kendini O’na en sevgili sanırdı. Yine her fert kendini O’nu en çok seven insan olarak kabul ederdi.

Seviyordu.. vefatına yakın kaç defa mescitte ashabına dönmüş ve onları teker teker süzerek hıçkıra hıçkıra ağlamıştı. Çok iyi biliyordu ki, bir müddet sonra yine onlarla beraber olacak, ama; şu şehadet âlemine ait beraberlik yakında sona erecekti. O’nun Refîk-i A’lâ’ya yükselme vakti gelmişti ve sema ehli, sabırsızlık içinde O’nu bekliyordu. O ise bir vefa âbidesi olarak, ashabından ayrılacağı için gözyaşı döküyordu.[27]

Ashabını seviyor ve mahremlerini koruduğu gibi koruyordu. “Sakının ashabımdan ve onlara uygunsuz söz söylemeyin!”[28];“Benim ashabım gökteki yıldızlar gibidir, hangisine uysanız hidayeti bulursunuz.”[29] Ve daha nice sözleri, bu sevginin, bu korumanın deliliydi.

Aynı zamanda seviliyordu. Hem de delicesine seviliyordu. Zaten O’nu sevmek, imanın kemaline delil değil mi? En kâmil imana sahip olan sahabe de, O’nu en mütekâmil seviyede seviyordu.[30]

İdam sehpasında Hubeyb’e sorarlar: “Şu anda senin yerinde O’nun idam edilmesini ister miydin?” “Evet!” dese kurtulacaktı. Ama o, bir sahabidir ve kendisine yakışan cevabı verir: “Hayır, vallahi. Değil benim yerime O’nun idamı, benim kurtuluşuma mukabil, O’nun ayağına bir dikenin batmasına dahi razı değilim!”[31]

Sa’d b. Rebî (radıyallâhu anh), aldığı yaralarla şehit olmak üzeredir. Son anını yaşarken, sözleri şunlardan ibaret: “Allah Resûlü’ne selâmımı söyleyin. Yemin ederim şu anda Uhud’un ardından Cennet kokusunu duyuyorum. Kavmime de söyleyin, onlardan bir fert hayatta kaldığı müddetçe, Resûlullah’a bir şey olursa, Allah (celle celâluhu) karşısında bunun hesabını veremezler, bunu çok iyi bilsinler!”[32]

Sümeyra (radıyallâhu anhâ) harp meydanında delicesine O’nu arıyor ve أَيْنَ رَسُولُ اللّٰهِ “Resûlullah nerede?” diyordu. O’nu görünce de, atının terkisinde kocasının ve iki çocuğunun nâ’şı olduğu hâlde dönüyor ve: “Bundan sonra bütün musibetler bana çok hafif gelir, değil mi ki sen hayattasın yâ Resûlallah!” diyordu.[33]

Nesîbe (radıyallâhu anhâ), elinde kılıç Allah Resûlü’nü müdafaa ederken gözü kimseyi görmüyordu. Efendimiz ona oğlunu gösterip: “Oğlunun yardımına koş!” deyince, bir oğlu olduğunu hatırlıyor, hemen koşup oğlunun yarasını sarıyor, ardından da oğlunun sırtına vurup “Haydi yavrum, Resûlullah’ı müdafaa et!” diyordu.[34]

Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh), Allah Resûlü’nü müdafaa ederken dayak yiyor, komaya giriyor. Başucunda annesi, oğlunun gözlerini açacağı ânı bekliyor.. bekliyor ama, o gözlerini açar açmaz sevdiğini arıyor ve soruyor: “Resûlullah’a ne oldu?” Anası bir kaşıkla çorba içirmek isteyince de o büyük dost, elinin tersiyle çorba dolu kaşığı itiyor ve: “Bana Resûlullah’tan bir haber getirmedikçe ağzıma bir lokma almayacağım!”[35] diye yemin ediyor.

Daha yüzlercesiyle bütün bu misaller göstermektedir ki, Allah Resûlü, ashabı ve bütün ümmeti tarafından ölesiye sevilmektedir.

İşte O, bu sevgi hâlesi içinde etrafındakilere fevkalâde güveniyordu. O’nun kapısında nöbetçi, O’nun kapısında inzibat yoktu.[36] Çünkü herkes O’ndan, O da herkesten emin bulunuyordu.

7. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), Daha Baştan Masumdu

Allah Resûlü’nün mazisi tertemizdi. Resûlullah’tan kendisini töhmet altında bırakacak tek davranış sâdır olmamıştı. Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh), Efendimiz’in çocukluk arkadaşıydı. Eğer O’nda, ayıp ve kusur kabul edilebilecek bir fiil ve hareket görseydi, daha o, nübüvvetini ilan eder etmez, hiç ilk inanan insan olur muydu? Ve O’nun bu tertemiz ahlâkına vurulmuş olan Hz. Hatice Validemiz (radıyallâhu anhâ) de, kendisini isteyen o kadar talipli varken, Allah Resûlü’ne talip olmuştu. وَالطَّيِّبَاتُ لِلطَّيِّبِينَ وَالطَّيِّبُونَ لِلطَّيِّبَاتِ “Temizler temizlere.”[37] âyetinin de anlattığı gibi, tâhire olan anamız Hz. Hatice (radıyallâhu anhâ), tâhir ve tertemiz olan Allah Resûlü’ne denk bir zevce olmak için çırpınıp durmuş ve hayatının sonuna kadar da sadakat içinde yaşamıştır.

O’nun ahlâk ve fazileti, daha kendi devrinde dillere destandı. Mekkeli bi’setten evvel de O’nu “Emin” insan olarak tanıyordu.[38] Doğruluğu ve ahde vefası herkesçe müsellemdi. Bunu Ebû Cehil de, Ebû Leheb de biliyor ve itiraf ediyordu. Onların aşamadıkları noktalar başkaydı. Yoksa, bütün düşmanları biliyorlardı ki, O doğru söylüyordu.

Günahsızlık O’nun ayrılmaz bir parçasıydı ve O hep masumdu. Hiç günah işlememeşti. O’nun bu sıfatına ismet bölümünde temas edildi.

Sir William Muir diyor ki: “Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) üstün bir şahsiyet ve mümtaz bir fazilet âbidesiydi. Hayatında bir kere olsun, seviyeli insanların bayağı göreceği bir davranışta bulunmadı. Hâlbuki O, devlet kurdu, devletler yıktı. Bunca hengâme içinde dahi hep edep âbidesi olarak yaşadı ve nezih bir hayat sürdü…”

O, insanî zaaflardan münezzeh ve müberra idi. Çok yönlü ve mükemmel bir istidat ve kabiliyete sahipti. Bu kadar mükemmel bir istidat ve kabiliyet ise, ancak peygamberde olurdu. Çünkü, diğer pâyelerin hiçbiri için O’ndaki istidat ve kabiliyetler -bu çapta olmak şartıyla- gerekli değildi. Meselâ O, sadece bir ticaret adamı olsaydı. O’nun ticarete olan yatkınlığı, en üst seviyede bir tüccar olmasına yeterdi. Bu durumda ise, O’nun siyasî ve askerî dehası, zemin bulamadığından dolayı kullanılmamış olacaktı. Hâlbuki O, iyi bir tüccar olmanın yanında, aynı zamanda mükemmel bir idareci ve seçkin bir erkân-ı harpti. Meseleyi sadece bu gibi meslek dallarıyla sınırlandırmak da doğru değildir. O, bütün insanlığı bağrına basacak çapta yaratılmıştır. Böyle bir istidat ise ancak peygamberlerde olur. Yoksa O’ndaki istidat ve kabiliyetlerin abes ve boş yaratıldığını kabul etmek icap eder ki, Allah (celle celâluhu), abesten münezzehtir.

O, her meselede zirvede olmuştur. Zaten öyle de olmalıdır ki, kendisine intisap eden insanların istidat ve kabiliyet yönünden en yüksekleri dahi, hep rehberlerinin altında kalsın. O’ndan sonra en müstaid insan Hz. Ebû Bekir’di (radıyallâhu anh). Ama o, yine Allah Resûlü’nü herkesten daha çok kabulleniyor ve O’na bağlılığı en büyük pâye biliyordu.

8. Netice

Bir liderde olması gereken vasıflar açısından Efendimiz’in kısaca bir değerlendirmesini yapmak istedik.. yapabildikse anladık ki, bütün bu özellikleri kendisinde toplayan sadece ve sadece O’dur. Evet, bu yönleriyle, Efendimiz’e yaklaşmış bir tek insan yoktur ki, onu bir vâhid-i kıyasî kabul edelim.

Buradan şu neticeye varıyoruz: Allah Resûlü’nün bütün hasletleri bizzat mükemmel ve bizzat en üst seviyededir. O’nun bu mükemmelliği ve üstünlüğü, başkalarına kıyasla değildir. Çünkü Cenâb-ı Hak, O’nu bir beşer için mukadder en zirve noktada yaratmıştır.

O, mükemmel ve kusursuz bir erkân-ı harpti. O’nun, fetanetinin bu yönünü, sadece “deha” kelimesiyle anlatmak yanlış olur. Ancak lafız darlığı (üzülerek itiraf edelim ki) bizi de bazen hata yapmaya zorluyor ve farkına varmadan biz de, O’na askerî dehalık isnat ediyoruz. Hâlbuki Allah Resûlü’nün askerî yönünü bu kelimeyle izah etmek mümkün değildir. Çünkü O’nun askerliği de vahiyle müeyyettir ve Allah Resûlü’nün fetanetiyle irtibatlıdır. Zaten ısrarla üzerinde durduğumuz husus da, O’nun bu yönlerinin, nübüvvetine delil olması keyfiyetidir. Biz Efendimiz’le alâkalı bütün meselelere bu düşünce ile yaklaşıyoruz. Bazen söz ile ifade etmesek bile, temelde yatan ana düşüncemiz budur.

İşte bu temel düşünceden hareketle, şimdi de öz ve hulâsa hâlinde O’nun erkân-ı harpliğinin, nübüvvetine delil olan yönlerine, hızla dokunup geçeceğiz. Çünkü, sayacağımız bütün özellikler, ancak çok müstesna ve hayatını hep harp sahalarında geçirmiş çekirdekten asker insanlarda bulunabilecek özelliklerdir.

Şu kadar var ki, Allah Resûlü’nün askerî deha üstü durumu, yeryüzündeki bütün askerî dehalara askerî malumat dilendirecek bir durumdadır. Öyleyse O’nun askerlik yönü de kendisinden değildir. Çünkü O ümmî bir zâttı. O güne kadar mahalle kavgası durumundaki Ficâr harbinden başka da harp görmemişti. O harpte de sadece amcalarına ok taşımış ve bir ok dahi atmamıştı.[39] Hâlbuki, şimdi bu insan, değme kumandanlara parmak ısırtacak derecede, taktik ve stratejilerle yüklü muharebelere kumandanlık yapıyor ve bunların hepsinde de galip geliyordu. O, hayatında tek bir satır dahi okumamıştı ki, bu sahaya ait kitaplardan edindiği malumatla kendisini yetiştirmiş olsun. Öyle ise, O’nun erkân-ı harpliği bir peygamber sıfatı olan fetanetini, fetaneti de O’nun nübüvvetini ispat ediyordu.

O, eşsiz bir kumandandı. Yeryüzüne O’nun kadar büyük bir erkân-ı harp gelmedi. Eşsizdi, büyüktü, çünkü:

Evvelâ: O, Allah’ın emriyle bir dava ve bir gaye belirlemişti. O’nun mefkûresi, kesin ve netti: Hak neşredilecek; buna mâni bütün engeller de ortadan kaldırılacaktı. Bütün hayatı boyunca bu gayeyi takip etti. Her geçen gün, hem kendisinde hem de etrafındakilerde, bu gayeye götürücü yol ve yöntemleri idrak ve anlayışta süratli gelişmeler oldu; ama, asla değişme olmadı. Bu yüce ve yüksek gayeden uzaklaşıp çapulculuk yapması, O’ndan ve O’nun necip ashabından fersah fersah uzaktı. 23 senelik nübüvvet hayatını tetkik edenler, O’nun, işin başında ne dediyse sonunda da aynı şeyleri söylediğini müşâhede edecekler.

Savaşmak hemen hiçbir devrede O’nun için gaye olmamıştır. Savaş O’nun en son başvurduğu çaredir. Zira karşı cepheye daima alternatifli gidilmiş ve harp en son olarak zikredilmiştir. İlk ikisi ise, İslâm’a girme veya cizye verme şeklindedir.[40] Bu ilk iki maddeden birini kabul edene İslâm’da savaş açmak doğru değildir. İslâm, böyle bir davranışı asla tasvip etmez.

Hatta Efendimiz bir prensip hâlinde, kesinlikle çocuk, kadın ve eli silah tutmayacak durumda olanlara dokunulmamasını kayıt altına almış ve dört bir yana ordular sevkederken bu durumu daima askerlere ve kumandanlara hatırlatmıştır.[41] Halid b. Velid (radıyallahu anh), Efendimiz’in kendisini gönderdiği kavmin, Müslümanlıklarını doğru ifade edememeleri sebebiyle;[42] Hz. Üsame b. Zeyd (radıyallahu anh) ise, korkudan iman etti gerekçesiyle[43] öldürdükleri şahıslardan dolayı Allah Resûlü’nden itap görmüş ve haşlanmışlardır.

Evet, O öyle bir hedef belirlemiş, öyle bir hedef tayin etmişti ki, değil kendisi ve ashabı, O’ndan asırlarca sonra gelenler dahi, asla bu hedefi şaşırmamış.. ve bütün gayretlerini o istikamette değerlendirmişlerdir. İşte, bu kadar tahribe uğramasına rağmen hâlâ ayakta kalabilen o devrin günümüzdeki uzantısı devletler, bunun en çarpıcı misalidir. Şu anda istenen keyfiyette olmasalar bile, yine de Allah Resûlü’yle olan bağlantıları inkâr edilemez..

İkincisi: Allah Resûlü, “En güzel müdafaa taarruzdur.” prensibiyle hareket ediyordu. Gerçi O’nun yer yer müdafaa harbi ettiği de olmuştur. Fakat bunların hepsi de taarruza zemin hazırlamak içindir.

Üçüncüsü: O’nun harekâtı hep basiret üzere olmuştur. Hiçbir hareketini şansa bırakmamıştır. Efendimiz’in attığı her adım, en küçük teferruatına kadar hesaplanıp öyle atılmıştır ki, hayatında bir kere dahi olsa, geri adım atmaması, bunun apaçık delilidir.

Meselâ, bir defasında düşmana ait istihbaratta bir aksama olmuştu. Düşman ordusu adet olarak ne kadardı? Bu bir türlü tespit edilemiyordu. Keşif kolu oralarda bulduğu bir adamı, yakalayıp getirmiş ve zorla konuşturmak istemişti. Ancak adam doğru söyledikçe dövülüyor, yalan söyleyince bırakılıyordu. Bu duruma muttali olan Allah Resûlü, derhal adamı serbest bırakmalarını söyledi. Sonra da adama, gelmekte olan ordunun günde yaklaşık kaç deve kestiğini sordu; adam da bildiği adedi söyledi. Efendimiz, bir deveyi kaç kişinin yiyebileceğinden çıkış yaparak, karşı cephenin asker adedini tespit etti ve stratejisini ona göre ayarladı.[44]

Görüldüğü gibi, Efendimiz, attığı adımını gelişigüzel atmıyordu. Düşmanın durumunu tetkik ve takip ediyor, askerini ona göre hazırlıyordu. Bu da bir erkân-ı harp için kaçınılmaz bir haslettir.

Dördüncüsü: O’nda bir harekât disiplini vardı.. ve O, bu disiplini hiç elden bırakmadı. Nereye ne zaman gidilecek, düşmana hangi vakitte taarruz edilecek, O, bunları çok iyi plânlıyordu. Hayber’e gidişi de bu prensibin açık bir örneğidir. Gatafan’a gider gibi yapar, Hayber’in üzerine yürür. Gatafan, kendisine gelinmekte olduğunu zannederek, surları arkasına çekilir. Hayber ise, harbi kendisiyle ilgisiz gördüğü için hazırlıksız ve rehavet içindedir. Hele sabah vakti gözleri mahmur mahmur ve bütün uyuşuklukları üzerlerinde iken, sabah namazını eda etmiş, dua ile metafizik gerilime geçmiş Müslümanlar, onları kıskıvrak yakalamaları.. yakalayıp derdest etmeleri, hep O’nun o müthiş plân ve disipliniyle, kahve içme kolaylığında halloluyordu.[45]

Mekke’ye de aynı harekât disipliniyle gidilmişti. Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh) dahi nereye ve niçin gidileceğinden habersizdi, hem öyle gidilmişti ki, Mekkeli durumdan haberdar olduğunda, kaçmaya dahi fırsat kalmamıştı.[46] Yukarıda O’nun harplerinden misaller verirken anlattığımız ve bizim anlatmayıp da siyerin kaydettiği bütün muharebeler, aynı ölçüde bu disiplinle gerçekleştirilmiştir.

Beşincisi: Efendimiz, düşmanlarıyla öyle bir anda yaka-paça olurdu ki, böyle durumlarda hep zaman ve zemin düşmanın aleyhinde, Müslümanların da lehinde tecellî ederdi. Bu durum da yine Allah Resûlü’nün o baş döndürücü fetanetinin eseridir. Bedir’de Müslümanların yerleştiği zemin, suların bulunduğu yerdir. Müşrikler ise, susuz bir yerde kalmışlardır.[47]

Altıncısı: Zamanı kendi hesabına çok iyi değerlendirirdi. Meselâ, Hendekte, zamanı uzattıkça uzatmış, kış bastırmış ve Mekkeliler gerisin geriye dönmek zorunda kalmışlardır.[48] Zaten zemin tamamen Müslümanların lehindeydi.

Huneyn’in zamanlaması da aynı şekilde mucizelik arzeder. Eğer kısa bir gecikme olsaydı, Müslümanlar taarruz etme fırsatını bulamayacaklar ve tamamen müsait olmayan şartlar altında müdafaa savaşı vermek zorunda kalacaklardı. Ama Allah Resûlü, ânında hareket emri verdi ve Huneyn’de zamanı Müslümanların lehinde değerlendirdi. Yine bu muharebede, düşman okçularını, yerleştikleri siperlerden çıkarıp ortaya çekmesi de, aynı taktiğin, harp içinde uygulanışıdır. Öncü kuvvet, hareketine ric’at süsü vererek geri çekilmiş, okçular da onları takibe koyulmuşlardı. Hâlbuki onların en güçlü silahları oklarıydı; mevzilerinden çıkıp ortaya dökülünce okçuların okları işe yaramaz oldu. Çünkü artık yakın dövüş içine girmişlerdi. Burada kılıçlar konuşacaktı ve tam vaktinde verilen hücum emri, zamanlama bakımından en isabetli bir vakitte olmuştu.

Yedincisi: Bir ordu için savaşta en mühim ihtiyaçlardan biri de şüphesiz, erzak ve mühimmattır. Allah Resûlü’nün yaptığı muharebelerden hiçbirinde erzak ve mühimmat bittiğinden dolayı savaşı terk etme gibi bir durum ârız olmamıştır.

Zaten Kur’ân-ı Kerim, yüzlerce âyetiyle inananları infak etmeye ve cömertlikte bulunmaya hazırlamış, Allah Resûlü de onlardaki bu dinamiği en güzel şekilde kullanmasını bilmiştir. Zaten İslâm’da cihad anlayışı da, hem malla hem de canla gerçekleşmektedir.

9. Hz. Peygamberin Yetiştirdiği Çıraklar

Buraya kadar saydıklarımız doğrudan Allah Resûlü’nün harp tekniği ile alâkalı ve O’nun icraatından bazı bölümlerdi. Hâlbuki O, aynı zamanda eşsiz bir ordu kurmuş ve bu ordu çok kısa bir zaman içinde dünyanın dört bir yanını fethe muvaffak olmuştu. Allah Resûlü yetiştirdiği askerleri ve kurduğu ışık ordusu itibarıyla da eşi-menendi olmayan tek ve yekta bir erkân-ı harpti. Zira İslâm ordusunun tekevvünü O’nun elinde başlamış ve O’nun elinde gelişmişti. Yani O, diğer askerî erkân gibi hazır bulduğu bir orduya komuta etmiş değildi.

Allah Resûlü’nün yetiştirdiği orduda şu üç önemli özellik bilhassa dikkat çekmektedir.

1- Mükemmel bir eğitim.
2- Mazbut bir ahlâk ve örnek bir terbiye.
3- Akıl üstü bir iman, itaat ve teslimiyet şuuru.

Efendimiz, “Kuvvet, atmaktır.”[49] buyurmakla kıyamete kadar gelecek harp sanayiine işarette bulunmuştur. Bu ifade, O’na ait mucizevî sözlerden biridir. Ancak kendisi de bizzat o devirde bu sözün pratiğini göstermiş ve atıcılığa çok önem vermiştir. Atıcılığı teşvik eden birçok hadis-i şerif vardır. Hele, birisi var ki, çok enteresandır. O da bizzat harp esnasında Sa’d b. Ebî Vakkas Hazretleri’ne: “Anam babam sana feda olsun yâ Sa’d, ok at!”[50] buyurmasıdır. Efendimiz birçok insana, sadece “Anam sana feda…” veya “Babam sana feda olsun…” demiştir; ancak bu ikisini birden söylediği tek şahıs Sa’d b. Ebî Vakkas’tır (radıyallâhu anh). Çünkü Sa’d, çok mahir bir atıcıdır…

Allah Resûlü, askerlerini bizzat pratik olarak yetiştiriyordu. Harp olmadığı devrelerde de sahabe, hep sportif faaliyetlere teşvik edilmiş ve aralarında bazı müsabakalar düzenlenmiştir. Hatta Efendimiz de, bu müsabakalardan bazısına bizzat iştirak etmiştir. Ayrıca yaşı tutmadığı hâlde askere alınmak isteyen gençler arasında düzenlenen güreş müsabakaları, o devrede sportif faaliyetlere verilen ehemmiyete ışık tutan müşahhas delillerdendir.[51]

O devirde İslâm ordusu, hem fertlerin fizikî gücü hem de ordunun teknik gücü itibarıyla mükemmeldi. Tabiî ki, bunların yanında askerlerin moral gücünü de unutmamak gerektir.

İslâm Ordusunda, melekleri gıptaya sevk edecek kadar mazbut bir ahlâk vardı. Allah Resûlü, öyle askerler yetiştirmiştir ki, bunlar gittikleri her yere emniyet ve güven götürüyorlardı. Sahabenin eliyle fethedilen hiçbir yerde, ırz ve namusa tasallutla alâkalı, en küçük bir hâdiseden bahsetmek bile mümkün değildir.

Evet, ordunun iffet anlayışı bu derecede gelişmişti. Elbetteki bu iffet, onların iman ve akidelerinden kaynaklanıyordu. Onlar arasında akideye muhalif hareket eden tek bir insan dahi göstermek mümkün değildi. Bu da, onların imanının bir gereği ve tezahürüydü. Kur’ân onların bu durumunu anlatırken şöyle demektedir:

لاَ تَجِدُ قَوْماً يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ اْلاٰخِرِ يُوَادُّونَ مَنْ حَادَّ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ وَلَوْ كَانُوا آبَاءَهُمْ أَوْ أَبْنَاءَهُمْ أَوْ إِخْوَانَهُمْ أَوْ عَشِيرَتَهُمْ أُولَئِكَ كَتَبَ فِي قُلُوبِهِمُ اْلإِِيمَانَ وَأَيَّدَهُم بِرُوحٍ مِنْهُ وَيُدْخِلُهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا اْلأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ أُولَئِكَ حِزْبُ اللّٰهِ أَلاَ إِنَّ حِزْبَ اللّٰهِ هُمُ الْمُفْلِحُونَ

“Allah’a ve ahiret gününe inanan kavimde, Allah ve Resûlü’ne karşı gelen; babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları da olsa onlara sevgi beslediklerini göremezsin. İşte Allah, imanı bunların kalblerine yazmış ve katından bir nur ile onları desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları Cennetlere koyar. Allah onlardan hoşnut olmuştur, onlar da Allah’tan hoşnutturlar. İşte bunlar, Allah ordusudur. İyi bilin ki felâh ve kurtuluşa erecek olanlar da ancak Allah ordularıdır.” (Mücadele sûresi, 58/22)

Onlar, öyle bir imana sahiptirler ki, karşılarına çıkan engel ne olursa olsun onları hedeflerinden alıkoyamazdı. Harp sahalarında mücadele verirken, bazen karşılarına kardeşleri, bazen de öz baba ve amcaları çıktı ama, insanı felç edecek bu kabîl tablolar karşısında sahabe tereddüt etmeden kendisine verilen emri yerine getirdi ve gösterilen hedefe yürüdü.

Evet, Allah Resûlü, öyle bir ordu teşkil etmişti ki, dünya o güne kadar hayallerinden dahi geçirmedikleri bir manzara ile karşı karşıya kalmıştı. Bazen bunların kaldırdıkları kılıcın altında can verecek kimseler, kendi babaları, kendi kardeşleri ve kendi yakınları olabilirdi. Bu öyle önemli bir mesele idi ki küçücük bir tereddüt ordunun bozulmasına ve iş yapamaz hâle gelmesine sebep olabilirdi. Allah Resûlü’nün ordusunda, tek bir fert, tek bir saniye tereddüt geçirmemiştir.

Ebû Ubeyde b. Cerrah (radıyallâhu anh), Bedir’de babası Cerrah ile karşılaştı. O, babasından kaçtıkça babası da hışımla onu takip ediyordu. Nihayet babasıyla çarpışmak zorunda kalınca da: “Al Allah aşkına!” deyip onu yere indirmesini bildi.[52]

Evet, orada karşısına babasının çıkması, onu, dava adına verdiği karardan döndüremiyordu. Dava davadır; onun karşısına kim çıkarsa çıksın, mülayemet isteyen bazı durumlar müstesna, o, mutlaka bertaraf edilmelidir. Öyle ise, Ebû Ubeyde de başkaları da hep aynı davranacaklardı.. ve Cerrahlar bir daha karşılarına çıkmayacaktı.

Abdurrahman, babası Ebû Bekir’e (radıyallâhu anh): “Seninle Uhud’da kaç defa karşılaştım. Fakat her defasında senden kaçtım, seninle dövüşmek istemedim!” der. Hz. Ebû Bekir’in (radıyallâhu anh) cevabı kesin ve nettir: “Eğer ben seni görmüş olsaydım, muhakkak seninle vuruşurdum ve asla görmezlikten gelmezdim!”[53]

Abdullah (radıyallâhu anh), babası Übey b. Selûl’ün yaptıklarından çok rahatsızdır. O bilmektedir ki, babası, ölümü çoktan hak etmiştir. Ancak babasına karşı da aşırı bir saygısı vardır. Ve gelir Allah Resûlü’ne şu teklifte bulunur: “Yâ Resûlallah! Eğer babamı öldürtmek istiyorsan, ne olur o vazifeyi bana ver! Çünkü bütün Medine bilir ki babasına benim kadar düşkün ikinci bir insan yoktur. Eğer onu benden başkası öldürürse, babamı öldüren o insana kalbimde bir burkuntu duyabilirim. Fakat ben, bir mü’mine kalben rahatsızlık duymak istemem. Onun için müsaade ederseniz bu işi ben göreyim.”[54]

Abdullah (radıyallâhu anh) şanlı bir sahabiydi. O şanlı sahabiydi ama, babası da münafıkların reisiydi. İslâm’a bunca zararı olan bu insanı Allah Resûlü’nün öldürme arzusu yoktu. Abdullah’a (radıyallâhu anh) babasına karşı saygılı davranmasını emir buyurdu ve savdı. Zaten onun babasına “Ben zelîlim, Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) ise azîzdir.” demekdikçe seni Medine’ye sokmam dediğini daha evvel arz etmiştik. Abdullah b. Übey b. Selûl: “Medine’ye vardığımızda, azîzler, zelîlleri oradan çıkaracak!” demiş ve kendisini azîz; Efendimiz ve ashabını da zelil olarak vasıflandırmıştı.[55] İşte oğlu, babasına durumun tam aksi olduğunu böyle ispatlıyordu.

“Hiçbir nefis Allah’ın (celle celâluhu) izni olmadan ölmez.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/145Allah Resûlü’nün ashabı bu hükme öyle inanmışlardı ki harp meydanlarında yasemenlikte gezer gibi reftâre dolaşırlardı. Ebû Dücâne’nin (radıyallâhu anh) o pervasızlığını başka türlü izaha imkân var mıdır?

Hz. Ali (radıyallâhu anh), çok hastalanan bir insandı. Bazen başında bulunanların, onun hayatından ümitlerini kestikleri olurdu. Fakat o, gayet emin bir hâlde, henüz ölmeyeceğini söylerdi. Çünkü senelerce evvel Allah Resûlü ona, boynunun kanıyla sakalının boyanacağını söylemişti.[56] O da buna tereddütsüz inanmış ve iman etmişti. Artık aksini hayalinden bile geçirmiyordu.

Ammar b. Yâsir, kulağı kopmuş, durmadan kan kaybediyordu. Etrafında endişe ile dolaşanlara henüz ölümünün gelmediğini söylüyordu; çünkü ona da Allah Resûlü: “Seni baği bir kavim öldürücek ve senin dünyadan son nasibin bir bardak süt olacak!” demişti.[57] O buna kat’iyen inanmış ve bu söze teslim olmuştu.

Zaten onlardaki bu teslimiyet ve imandı ki, düşmanın bütün fendini, oyununu bozuyor, onları tersyüz ediyordu. Önüne çıkan okyanus karşısında bile, atını mahmuzlayıp ilerleyecek kadar gözü karalığın mânâsı, işte onlardaki bu iman, bu teslimiyet ve bu mâneviyat yüksekliğindendi.

Onların Allah (celle celâluhu) ve Resûlü’ne itaat ettiklerini bilmem ki burada zikretmeme gerek var mı? Sahabe demek, tepeden tırnağa itaat demektir. Ancak başlı başına müstakil bir mevzuu burada işlemek, mevzuu uzatmak olacağından, şimdilik o kapıyı açmıyorum.

Allah Resûlü’nün askerî eğitime verdiği ehemmiyete yukarıda dikkatinizi çekmiş ve bu mevzuda meselenin pratik buuduna da kuşbakışı temas etmiştim. Mevzuu bitirirken “hitâmuhu misk” olması düşüncesiyle bir iki hadis ve bir âyet-i kerimenin sadece meallerini takdimde fayda ve bereket mülâhaza ediyorum.

Efendimiz buyuruyor: “Çocuklarınıza atıcılık ve yüzücülüğü öğretin.”[58]

Ve yine buyuruyor: “Kim ki atıcılığı öğrenir -ki bu ona Allah’ın bir nimetidir- ardından da unutursa, o insan Allah’a karşı nankörlük yapmış olur.”[59]

Ve Rabbimiz emrediyor:

وَأَعِدُّوا لَهُمْ مَا اسْتَطَعْتُمْ مِنْ قُوَّةٍ وَمِنْ رِبَاطِ الْخَيْلِ تُرْهِبُونَ بِهِ عَدُوَّ اللّٰهِ وَعَدُوَّكُمْ وَاٰخَرِينَ مِنْ دُونِهِمْ لاَ تَعْلَمُونَهُمُ اللّٰهُ يَعْلَمُهُمْ وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ شَيْءٍ فِي سَبِيلِ اللّٰهِ يُوَفَّ إِلَيْكُمْ وَأَنْتُمْ لاَ تُظْلَمُونَ

“Ey iman edenler! Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar Allah’ın düşmanı ve sizin düşmanlarınızı ve bunun dışında Allah’ın bilip sizin bilmediklerinizi yıldırmak üzere kuvvet ve savaş atları hazırlayın. Allah yolunda sarfettiğiniz her şey, size hiçbir haksızlık yapılmadan tamamen ödenecektir.” (Enfâl sûresi, 8/60)

Efendimiz’le alâkalı bu mevzuu bitirmeye gönlüm hiç razı olmuyor.

Sanki O’ndan bahsederken, O’nunla beraber olmanın havasını yaşıyor gibiydim. Böyle mukaddes bir beraberliği bırakmaya da şimdi razı değilim. Fakat elden ne gelir? Gelip sözün sonuna dayandık.. ve artık sükut düğümünü bağlamak zorundayım. Sözümü, sonu güzel olsun, güzel koksun diye, bir Söz Sultanı’nın şu nur ve mânâ yüklü ifadeleriyle bitirmek istiyorum:

“Evet, o burhanın şahs-ı mânevîsine bak: Yeryüzü bir mescit, Mekke bir mihrap, Medine bir minber.. O, Rabbini apaçık gösteren ve Rabbine delil olan Peygamberimiz Alayhissalâtü Vesselâm, bütün ehl-i imana imam; bütün insanlara hatip; bütün nebilere reis; bütün velilere seyyit.. ve nebilerden, velilerden meydana gelmiş zikir halkasının serzâkiri…

O, öyle nuranî bir ağaçtır ki, nebiler o ağacın hayat fışkıran kökleri, veliler ise, terütaze meyveleridir. Her bir davasını, mucizelerine istinat eden bütün nebiler ve kerametlerine itimat eden bütün veliler tasdik edip imza basıyorlar. Zira O, “Lâ ilâhe illallah” der, dava eder. Bütün sağ ve sol, yani mazi ve müstakbel taraflarında saf tutan, o nuranî zâkirler, aynı cümleyi tekrar ederek, icmâ ile mânen “Doğru söyledin ve hakkı konuştun!” derler. Hangi vehmin haddi var ki, böyle hesapsız imzalarla teyit edilen bir davaya parmak karıştırsın.

O nuranî tevhid delili, nasıl ki, iki tarafın icmâ ve tevatürüyle teyit ediliyor. Öyle de, Tevrat ve İncil gibi, semavî kitaplarda yer alan yüzlerce işaret, peygamberliğinden evvel vâki olan bir o kadar bişaret, gaybtan haber veren hâtif ve kâhinlerden gelen nice şehadet ve binlerle ancak ifade edilebilecek sayıdaki mucizelerle de teyit ve tasdik edilmektedir. Bunun yanında getirdiği dinin hakkâniyeti de O’nu teyit eden başka bir delildir. Ayrıca, Zâtında gayet kemaldeki övünülecek ahlâkı; vazifesiyle alâkalı o güzellerden güzel seciye ve karakteri, bu cümleden olarak, kuvvetli imanını, sağlam itminanını ve son derece güvenilirliğini gösteren fevkalâde takvası, fevkalâde ubûdiyeti, fevkalâde ciddiyeti, fevkalâde metaneti; davasında son derece sadık olduğunu güneş gibi ve apaçık göstermektedir.

İstersen gel, Asr-ı Saadet’e, Arap Yarımadası’na gidelim. Hayalen olsun O’nu vazife başında görüp, ziyaret edelim… İşte bak: Fizyonomisiyle, yaşantısıyla, güzelliğin doruk noktasında seçkin bir Zât’ı görüyoruz ki, elinde mucizeler gösteren bir kitap, lisanında hakikatleri açıklayan bir hitap, bütün insanoğluna, belki cin, melek ve daha başkalarına belki bütün varlığa karşı ezelî bir hutbeyi tebliğ ediyor. Âlemin yaratılış sırrı olan acip muammayı, hall ve şerhedip, kâinatın sırrı olan kapalı tılsımı açıp, keşfederek, herkese sorulan, bütün akılları hayret içinde meşgul eden üç müşkil ve müthiş büyük sual olan: “Necisin?”, “Nereden geliyorsun?”, “Nereye gidiyorsun?” suallerine ikna edici, makbul cevap veriyor…

İşte bak: Şu geniş adada vahşi, âdetlerine mutaassıp ve inatçı çeşitli kavimleri, ne çabuk o kötü âdet ve vahşi ahlâklarını onlardan söküp atarak, ne kadar güzel ahlâk varsa onları böyle güzel ahlâkla donatıp, medenî milletlere ve bütün âleme muallim ve üstad eyledi. Bak, değil zâhirî bir tasallut, belki akılları, ruhları, kalbleri, nefisleri fetih ve teshir ediyor. Kalblerin sevgilisi, akılların muallimi, nefislerin terbiyecisi ve ruhların sultanı oldu!.”[60]

Ey Ruhlarımızın Sultanı! Sen ruhlarımıza sultan oldun, ruhlarımız da Sana kurban olsun! Lütfeyle, kabul buyur…!

[1] Buhârî, cihad 52; Müslim, cihad 28.
[2] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/86; İbn Ebî Şeybe, Musannef, 6/426, 7/354.
[3] Buhârî, cihad 84; megâzî 31.
[4] Buhârî, edeb 39; Müslim, fedâil 48.
[5] Buhârî, edeb 39; Müslim, fedâil 48.
[6] Buhârî, fedâilü’l-ashab 2; Müslim, fedâilü’s-sahabe 1.
[7] İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 3/137.
[8] Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, 8/200.
[9] İbn Mâce, et’ime 30; Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, 2/64.
[10] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/231; Ebû Ya’lâ, Müsned, 10/491.
[11] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 5/63.
[12] Buhârî, isti’zan 26; Müslim, cihad 64; İbn Hacer, el-İsâbe, 3/85.
[13] Ebû Dâvûd, edeb 152; İbn Mâce, dua 2; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/253.
[14] Taberî, Câmiu’l-beyan, 15/3; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 3/110.
[15] Buhârî, enbiyâ 31; Müslim, fedâil 159-160.
[16] Buhârî, enbiyâ 24; Müslim, fedâil 166-167.
[17] Buhârî, megâzî 12; Tirmizî, nikâh 6.
[18] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/201-202.
[19] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 2/281.
[20] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 3/8-9.
[21] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 3/13.
[22] Müslim, fedâilu’s-sahabe 128; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/123.
[23] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 4/188.
[24] Buhârî, fedâilü’l-ashab 20.
[25] İbn Hacer, el-İsâbe, 3/631.
[26] İbn Hacer, el-İsâbe, 1/43.
[27] Bezzâr, Müsned, 5/395.
[28] Buhârî, fedâilu’l-ashab 5; Müslim, fedâilu’s-sahabe 221-222.
[29] Deylemî, Müsned, 4/160.
[30] Buhârî, iman 8; Müslim, iman 69-70.
[31] İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 4/66.
[32] İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 4/39.
[33] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 4/50.
[34] İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, 8/414-415.
[35] İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 3/30.
[36] Buhârî, cenâiz 32; Müslim, cenâiz 15.
[37] Nur sûresi, 24/26.
[38] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 2/19.
[39] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 1/326.
[40] Müslim, cihad 3; Tirmizî, siyer 48; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/352.
[41] Buhârî, cihad 147-148; Müslim, cihad 3, 24-25; Tirmizî, siyer 48; Ebû Dâvûd, cihad 82.
[42] Buhârî, ahkâm 35; Nesâî, âdâbu’l-kudât 17.
[43] Buhârî, megâzî 45; Müslim, iman 158.
[44] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 3/164.
[45] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 4/299-300; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, 2/106; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 4/181-182.
[46] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 5/55.
[47] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 3/167-168.
[48] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 4/189-192.
[49] Müslim, imâre 167; Ebû Dâvûd, cihad 23.
[50] Buhârî, cihad 80; Müslim, fedâilü’s-sahabe 42.
[51] İbn Hacer, el-İsâbe, 3/178.
[52] İbn Hacer, el-İsâbe, 3/587.
[53] el-Hâkim, el-Müstedrek, 3/539.
[54] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 4/255; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 4/158.
[55] Buhârî, menâkıb 8; Müslim, birr 63; münafikûn 1.
[56] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/102; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 7/324-325.
[57] İbn Esîr, Üsdü’l-gâbe, 4/134.
[58] Beyhakî, Şuabü’l-iman, 6/401.
[59] Müslim, imâre 169; Ebû Dâvûd, cihad 23.
[60] Bediüzzaman, Sözler, 19. Söz, 1, 2, 3 ve 7. Reşhalar (mealen).

Kaynak: Sonsuz Nur / M.Fethullah Gülen

Diğer Yazılar

“Aç açabildiğin kadar sineni ummanlar gibi olsun. Kalmasın alaka duymadığın ve el uzatmadığın bir mahzun gönül”

 

M.Fethullah Gülen

Bu Sesi Herkes Duysun Diyorsanız

Destek Olun, Hizmet Olsun!

PATREON üzerinden sitemize bağışta bulanabilirsiniz.

© Telif Hakkı 2023, Tüm Hakları Saklıdır  |  @hizmetten.com 

Hizmet'e Dair Ne Varsa...

Sitemizde, tercihlerinizi ve tekrar ziyaretlerinizi hatırlayarak size en uygun deneyimi sunmak ve sitemizin trafiği analiz etmek için çerezleri ve benzeri teknolojileri kullanıyoruz. Tamam'a veya sitemizde bulunan herhangi bir içeriğe tıklayarak bu ve benzer çerezlerin/teknolojilerin kullanımını kabul etmiş olursunuz. Tamam Gizlilik Bildirimi

Privacy & Cookies Policy