Beden ve ruh sağlığı bozulan insana nezleden kansere kadar etkileri farklı bir çok hastalık musallat olur. Bu hastalıkların bazıları alınan basit tedbirlerle, bazıları yoğun bakım ve tedavilerle atlatılırken, bazıları da insanın ölümüne sebep olur. Devlet ve milletler de böyledir. Onlar, dahilî ve haricî bazı sebeplerle toplumun psiko”sosyal yapısına ârız olan bazı hastalıkları kolayca, bazılarını ağır bedeller ödeyerek savuştururken, bazıları devlet ve milletin varlığını yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bırakabilir.
Yolsuzluk, rüşvet, alkolizm, talih oyunları, evlilik dışı ilişkiler ve benzeri problemler, toplumun psiko”sosyal bünyesindeki bozulmanın sebepleri, aynı zamanda genel tezahürleri olduğu gibi, faiz de, hasta ekonomilerin hem önemli bir sebebi, hem de tezahürüdür. Bu hastalık, son dönem Osmanlı örneğinde olduğu gibi, bazen kamu maliyesi zayıf düşmüş olan bir devlet yapısının sonucu olarak, yukarıdan aşağıya doğru toplumu da içine alacak şekilde genişler ve devletin bekasını tehlikeye atar.
İnsan, potansiyel iyi ve kötü duygularla birlikte yaratılmıştır. Ferdî temelde faiz, esas itibariyle, insanda mevcut olan ve kontrol altına alınamayan bazı kötü duyguların uygun bir ortamda fiile çıkmasının sonucudur. Özellikle egoizm kaynaklı olan faiz, insanî, ahlakî ve manevî değerlerin zayıfladığı uygun ortamlarda yeşerip boy atar. Zayıf ekonomiler, faiz için çok uygun bir vasat oluşturur. O, bu ortamlarda boy atıp geliştiği gibi, fasit bir daire oluşturarak, bu ortamların daha da kötüleşmesine sebep olur.
Ferdî ve içtimaî bütün değerleri sarsan faizin en önemli ekonomik sonuçlarından biri, sosyo”ekonomik refahın temel şartlarından olan gelir adaletini onarılmayacak şekilde bozmasıdır.
Bu çalışmada, faiz sisteminin mantığı ve onun ne ölçüde tabiî, insanî ve ahlâkî olduğu sorgulanacak, faizin ferd ve toplum üzerindeki birçok olumsuz etkisine temas edilmeksizin, sadece gelir dağılımı konusu üzerinde yoğunlaşmak suretiyle onun sosyo”ekonomik refah üzerindeki etkileri araştırılacaktır.
Futbol Örneği
Kendine has kuralları olan bir futbol müsabakası düşünelim: A takımı, diyelim ki, oyuna 3″0 galip başlatılıyor. Ancak bu takım, kendisine tanınan bu ayrıcalık sebebiyle daha fazla gol atma hakkına sahip değildir. B takımı ise, üç gol atamadığı takdirde mağlup, üç gol attığında berabere ve ancak üç golden fazla attığı takdirde galip sayılacaktır.
Galip başlatılan A takımının pasif bir savunma oyunu sergileyeceği, atak oynamak zorunda olan B takımının ise 3 veya 4 golden fazla atamadığı takdirde, üstelik, diyelim ki attığı 1 veya 2 golü bileğinin hakkıyla attığı hâlde, mağlup sayılacağı böyle bir müsabakanın eşitlik ve hakkaniyet ölçülerine uygunluğu iddia edilebilir mi? Böyle bir müsabakada acaba âdil herhangi bir skordan söz etmek mümkün müdür? Bu müsabakadan çıkacak her türlü sonucun, takımlardan herhangi birinin aleyhine haksızlık sebebi olacağı açıktır.
Ayrıca, müsabaka kurallarının bu şekilde işlediği bir lig düşünelim. Acaba bu ligde takımların sıralaması hak ve adaleti yansıtacak mıdır? Bu ligde, meselâ, en fazla ayrıcalığa sahip A takımının gerçekte bir tek gol bile atmadan şampiyon olacağı, buna karşılık, sıralamanın sadece kuralsız iltimas ve ayrıcalıklara göre ortaya çıkacağı, hiçbir ayrıcalığı olmayan takımların ise sürekli küme düşme potasında kalacağı ortadadır.
Böyle bir futbol ligini ve oyununu bile düşünmek mümkün olmadığı, faizli bir ekonomik sistemin ve hayatın, bundan asla farklı olmadığı halde, günümüzün en göze çarpan manzarası olması ne kadar acıdır! Böyle bir sistemde insanların payına ne düşeceği belirsizdir. Bu sebeple, hayatı çalışıp didinmekle geçen milyonlar sefalet ve yoksulluktan kurtulamazken, sermayeye hükmeden ve sayıları birkaç bini bulmayan çok küçük bir azınlık millî gelirin çok büyük bir kısmını eline geçirebilmekte veya elinde tutabilmektedir.
Faiz Ahlâkı ve Ekonomik Münasebetler
Faizli bir işlemde, adına belli bir faiz oranı tesbit edilen sermayenin, maça galip başlatılan takım gibi, bu faiz oranı nisbetinde kazancı garantilemekte, fakat bu kazanç, söz konusu faiz oranı ile sınırlı kalmaktadır. Emek (teşebbüs) ise, muhtemel bütün riskleriyle, ancak “o da mümkün olursa” söz konusu faiz oranının üstünde bir kazanç sağladığı takdirde bir gelir elde edebilmekte, faiz oranının altındaki kazanç oranlarında ise zarar etmekte ve çoğu zaman yaşandığı gibi, büyük ihtimalle iflâstan kurtulamamaktadır. O, çalışıp didindiği hâlde çökerken, öbürü âdeta derin uykusunda zirveleri tutmakta; veya, zayıf bir ihtimal de olsa, kazancı önceden belirlenen oranı aşmayacağı için muhtemel daha yüksek kazançlardan mahrum kalabilmektedir. Sistem muhakkak surette ya emeğin ya da sermayenin zararına işlemekte ve faiz oranı baştan kesinleştiği için, bu haksızlığı önlemek asla mümkün olmamaktadır.
Şu hâlde faizin temel özelliği, onun her hâlükârda taraflardan birini behemehâl zarara uğratması ve bu zararı önlemenin hiçbir şekilde mümkün bulunmamasıdır.
Kur’an, faiz konusunda, “Eğer böyle yapmazsanız (faizden vazgeçmezseniz), Allah ve Resûlü tarafından size savaş açıldığını biliniz. Eğer faizcilikten tövbe ederseniz, sermayeleriniz sizindir. Böylece ne haksızlık eder, ne de haksızlığa uğrarsınız.” (Bakara, 2/279) buyurmaktadır. Âyette, mefhumu muhalifi (muhâlif mânâsı) ile, “Eğer faizden vazgeçmezseniz, ya haksızlık eder, ya da haksızlığa uğrarsınız” denmektedir. Bu haksızlığın kaynağı, emeğin hakkı askıda bırakılırken, sermayenin payının belli bir faiz oranı şeklinde önceden belirlenmesidir.
Bu haksızlığın tüketim amaçlı borçlarda tamamen borçlu aleyhinde tezahür ettiği açıktır. Zira borçlu, anaparasını dahi tedarik etmekte zorlandığı borcun bir de faiz yükünü ödeme durumuyla karşı karşıya kalmaktadır.
Üretim amaçlı faizli işlemlere gelince; sabit faiz nisbetinin borç muamelesinin başında tesbit edilmesi sebebiyle, işin sonunda, ya borçlu ya da alacaklı mutlaka haksızlığa uğrayacaktır. Meseleye borç alan müteşebbis açısından bakacak olursak; ticaret, üretim ve yatırım teşebbüsleri risklerle doludur. İktisadî şartların nasıl tezahür edeceğini önceden kestirmek çok zor, hattâ imkânsızdır. Kâr etme ihtimalinin yanında, hiç kâr edememe, hattâ zarar etme ihtimalleri de vardır. Faizli kredi ile girişilen teşebbüs sonucu kâr edilememesi, hattâ zarar edilmesi hâlinde bile alacaklıya anaparasıyla birlikte ayrıca faizin ödenmesi borçlu açısından apaçık bir haksızlık sebebi olmaktadır. Zira borçlu müteşebbis, üç türlü zararı birden göğüslemektedir: Sarf ettiği emeğin boşa çıkması, borç aldığı anaparanın zararı ve sabit faiz yüzdesinin ödenmesi.
Alacaklı, vadesi geldiği zaman hem anaparasını hem de faizini aldığı hâlde, borçlu, saydığımız bu külfetleri yüklenerek büyük bir haksızlığa uğramaktadır.
Konuya, borç veren sermaye sahibi açısından bakacak olursak; her ne kadar insanlık tarihi boyunca faizli işlemlerden genellikle borçlular zarar görmüşse de, bu sistemde her hâlükârda hükmünü icra eden haksızlık, bazen de sermaye sahibini zarara uğratabilmektedir. Verdiği ödünce karşılık alacağı faiz önceden belirlenmiş ve sınırlanmış olması sebebiyle, sermaye sahibi, borç verdiği müteşebbis bu parayla çok büyük kârlar elde etse bile, ancak önceden belirlenen miktar kadar bir pay alabilecektir. Bu durumda da, ödünç veren haksızlığa uğramış olmaktadır.
Gerçi, pratikte faiz alanın zarar ettiği çok görülmez; bu, ancak olağanüstü durumlarda ve faiz oranının kâr paylaşım oranının altında kaldığı şartlarda olabilir. Faiz, sadece faiz alanla verenden birini, hattâ bunların her ikisi de aynı toplumda yaşadığı için, belki ikisini de değil, bütün toplumu zarara uğratmaktadır. Çünkü faizi yüklenen borçlu, bir müteşebbis veya bir üretici ise, sözgelimi, ayakkabı üretimi yapan bir fabrika sahibi ise, bankadan veya bir zenginden % 50 faizle 10 milyar liralık kredi alsa, bunun karşılığında bankaya ödeyeceği 5 milyar lira doğrudan doğruya maliyete binecektir. 10 milyar liraya mal olacak, diyelim ki 1000 çift ayakkabı bu defa 15 milyara mal olacak ve bir çift ayakkabının maliyeti, faiz yüzünden, 10 milyon liradan 15 milyon liraya çıkacaktır. Fabrika sahibi, her çiftten % 10 kâr etse, faizsiz durumda bir çift ayakkabı elinden 11 milyon liraya çıkarken, faiz alması durumunda 16 milyon 500 bin liraya çıkacak ve faiz kâr miktarını da etkileyerek, piyasadaki pahalılığın başlıca faktörlerinden biri hâline gelecektir. Nitekim, günümüz ekonomistlerinin pek çoğu, faiz hadlerini yükseltmenin pahalılığı getireceğini, düşürmenin ise pahalılığı önlemek demek olduğunu kabul etmektedirler. Bugün bankalar kanalıyla müesseseleşen faiz, bir yandan dev bir asalak sınıfın doğmasına yol açarken, diğer yandan, üretimin önündeki en büyük engellerden biridir. Çünkü, “tatlı kâr” gibi görünen, fakat vereni de alanı da zarara uğratan faiz, birikmiş paranın ileriye dönük kâr alanı olarak üretime değil, muaccel kâr alanı gibi göründüğü için kendisine çekmekte ve rant ekonomisinin temelini oluşturmaktadır. Ayrıca faiz, özellikle yoksul üçüncü dünya ülkelerinin ekonomilerinin sırtındaki en büyük kamburdur. Ondan, faiz ödeyen, başkaları kadar olmasa da, toplumdaki pahalılıktan, aldığı faizden çok daha fazlasıyla etkileneceği için faiz alan ve bütün toplum etkilenmektedir.
Ülke ekonomileri ve uluslararası ekonomilerde faiz, fakir fertleri ve fakir ülkeleri daha fakir, zenginleri ve zengin ülkeleri daha zengin yapan korkunç bir çarktır. Bu çark, ülkeler arası münasebetlerde döviz, yani faizli borcu veren zengin ülkelerin parası üzerinden işlediği için, fakir ülkeler aleyhine, onları ezen bir hüviyet arz etmektedir. Meselâ, zengin ülkeden onun parasıyla ödenmek üzere kredi alan yoksul bir ülke, hem borcunu, hem borca terettüp eden faizi ödemek durumunda olduğu gibi, böyle ülkelerin paraları da döviz karşısında genellikle sürekli değer kaybettiği ve en önemli sebebini faizin teşkil ettiği pahalılık ve enflasyon karşısında eridiği için, bu defa çok daha büyük çöküntüye girmektedir. Diyelim ki, % 10 faizle 1 milyar dolar kredi alan bir ülke, krediyi aldığı anda parası dolar karşısında 10’a 1’lik bir değere sahipse, 1 milyar dolarlık borcunu faiziyle birlikte ödemesi için, hazinesinden kendi para birimi cinsinden 11 milyar çıkaracaktır. Ama bu sürede parası dolar karşısında % 10 değer kaybetmiş olsa, bu defa hazinesinden 11.1 (11 milyar 100 milyon) milyar çıkacaktır. Bir de, böyle bir ülkenin parasının çok değersiz ve ani krizlerle sürekli değer kaybettiği düşünülürse, durumun vehameti daha da ortaya çıkacaktır. Kısaca, milletlerarası ekonomik münasebetler, önceki asırlarda banknot değil de, bizzat üzerindeki yazılı değere sahip madenî paralar üzerinden cereyan eder ve dolayısıyla döviz diye bir şey söz konusu değilken, artık hem, aslî değerleri aynı, fakat tamamen üzerindeki nominal (itibarî) değerlere göre farklı banknotlar, bir de zengin ülkelerin paraları üzerinden, hem de faize dayalı olarak yürüdüğü için, günümüzde ülkeler arası farklar bir türlü kapanmamakta, bu usûl, ekonomik ve ona dayalı daha başka sömürü türlerinin âdeta temelini oluşturmaktadır.
Faizden doğan sömürü ve haksızlığın önlenmesi mümkün değildir. Ayrıca, haksızlığın kime yapıldığı önemli olmayıp, onun her çeşidi ve herkese yapılanı aynı derecede kötüdür. Fakir bir insanın uğradığı haksızlık kötü ise, meşru yollarla zenginleşmiş bir insanın uğradığı haksızlık da kötü olmalıdır. Oysa hak konusundaki duyarlılık, ayırım yapmaksızın herkesin hakkını kollamayı gerektirir.
Sermayenin Üretkenliği ve Faiz
Faiz için ileri sürülen gerekçelerden birisi ve en tutarlı gibi gözükeni, sermayenin üretken olup, onun bu üretkenlik karşılığında faiz gelirini hak ettiği iddiasıdır. Yani sermayenin kullanıldığı bir işin verimi, sermayesiz işin veriminden daha yüksek olacağı, dolayısıyla bu üretim artışının sermayeye faiz hakkını tanıyacağı iddia edilir.
Sermayenin üretime sebep olabileceği gerçeğine kimse karşı çıkamaz. Fakat sermayenin üretken olması, bu üretkenliğin her zaman kesin olarak gerçekleşeceği anlamına gelmediği gibi, onun ne miktarda gerçekleşeceği de önceden kestirilemez. Ayrıca, parayı ödünç alan kişinin de paradan kâr sağlayacağı kesin değildir; eğer borçlu bir tüccarsa zarar da edebilir; bu durumda, borçluya faizle ikinci bir kambur binmiş olacaktır. Buna karşılık, alacaklının faizi kesindir. Kaldı ki, faizli ekonomi faizi yalnızca tüccara yüklememekte, geçimini sağlayamadığından borç almak mecburiyetinde kalan fakire de yüklemektedir; bu ise, içtimâî hayat ve ahlâk açısından kabul edilebilir bir durum olmasa gerektir.
İkinci olarak, sermayenin üretkenliğinden dolayı faiz ödeniyorsa, üretkenliğin kendisi, belirli bir dönemde ve belli bir ülkede, sektöre bağlı olarak değiştiği için faizin de sürekli değişken olması gereklidir. Gerçi faiz oranları sık sık değiştirilir. Fakat değişiklik daha önceki borçlanmalara tesir etmediği için, vâki haksızlıkları ortadan kaldırmaz. Dolayısıyla sermayenin üretkenliği, onun tabiî sonucu kabul edilen faizin önceden belirlenmiş bir oranda ödenme sebebini açıklamaktan uzaktır.
Yine, sermayenin emeğin verimliliğini artırdığı kabul edilmekle birlikte, emeksiz üretim yapılamayacağına göre, bu üretim artışında sermayenin payı baştan belirlenirken, emeğin payı neden belirlenmemekte ve bütün belirsizlik ve riskler emek üzerinde bırakılmaktadır?
Öte yandan, eğitim ve tedavi amaçlı krediler genellikle üretken sayılmadığı hâlde, genellikle bu tür krediler için de faiz ödenir. Sermayenin üretken olmadığı bu tüketim kredilerinde belirli bir faiz yüzdesinin ödenme sebebi, sermayenin üretkenliğiyle açıklanamamakta ve faiz teorileri bu sorulara cevap bulamamaktadır.
Faizdeki eşitsizliği gösteren bir başka benzetme yapmak gerekirse; faiz ahlâkı, dişi bir canlının erkeğiyle eşleşmesinden sonra mutlaka yavrulayacağına hükmedip, doğmamış bir yavruyu doğmuş gibi erkeğe tahsis ederken, dişiyi göz ardı edip, onu olmak ile olmamak arasında bırakır. Oysa akıl ve sağduyu, bu dişinin yavrulamama veya bir değil iki adet yavrulama yahut hiç yavrulamadan ölme gibi ihtimalleri göz önünde bulundurmayı ve ancak sonuca göre hüküm vermeyi gerektirir. Faiz mantığı, doğan yavru veya yavrularda ebeveynin ikisinin de hakkı ve vazifesi olduğu ve onu/onları birlikte sahiplenmeleri gerektiği anlayışını göz ardı eder. Şu hâlde, faiz mantığını, hem ahlâkî değerler, hem de akıl ve sağduyu açısından kabul etmek mümkün değildir.
Faiz ve Şans Oyunları
Faizin meşrû, haklı ve müdâfaa edilebilir hiçbir bir tarafı yoktur. Onun iktisadî akıl açısından müdafaa edilebilir olabilmesi için pek çok şartın yanında, kredi muamelesinde faiz nisbetini tesbit eden tarafların verilen vade içinde piyasa şartlarının nasıl cereyan edeceğini ve bu kredinin ne kadar gelir getireceğini kesin ve şaşmaz bir şekilde tahmin edebilme kabiliyetine sahip bulunmaları da gerekir. Oysa insanlarda bu kabiliyet yoktur.
Bu demektir ki, gelecekte ne olacağının bilinememesine rağmen, sermaye sahibine ödenecek miktarın önceden tespit edilmesi demek olan faiz, kimin kazanacağı belli olmayan kumarı andırmaktadır.
Sermayenin kullanımından doğacak menfî ve müsbet sonuçların taraflar arasındaki paylaşımının belirsizliklere bağlı olması, şüphesiz, gelir dağılım dengesini de bozar ve toplumda huzursuzluklara yol açar.
Faiz, doğmamış ve ortada olmayan bir gelirin başkasının sırtından gasbıdır ve o, bugünkü yaygın tabiriyle rant ekonomisinin sebebi ve sonucudur. Yani faiz, üretmeden, ortaya reel bir sonuç çıkmadan, meselâ, bugün Türkiye bütçesinde görüldüğü gibi, bir devletin bataklığa sürüklenmesi pahasına elde edilen, hak edilmemiş, hayalî bir gelirin sermayeye tahsis edilmesidir. Nitekim ünlü iktisatçı Sir Roy Harrod faiz için, ‘hayal’ ve ‘gerçek dışı bir şey’ nitelemesini yaparken, hiç de abartılı davranmamıştır.
Kumarın ferd ve topluma zararını herkes kabul eder. Oysa faiz ile kumar arasında gelir dağılımı açısından bir fark yoktur. Çünkü her ikisinde de eşitsiz ve bilinmezliğe dayalı bir dağılım vardır. Hattâ faizin, kumardan daha kötü bir gelir eşitsizliğine yol açtığı bile söylenebilir. Çünkü kumarda genelde ortaya bir mal konulmuştur ve bu mevcut mal veya para, kura veya başka talih yöntemleri ile fertler arasında taksim edilir. Mevcut bir malın talih oyunları ile haksız ve eşitsiz bölüşümü kumarı çirkinleştirmiştir. Oysa faizde, henüz varlığı ortaya çıkmamış olan, çıkıp çıkmayacağı veya ne kadar çıkacağı belli olmayan bir maldan taraflardan birine kesin bir miktar tahsis edilmekte, diğer taraf ise bunu ödemekle yükümlü tutularak, kendi hâline bırakılmaktadır. Dolayısıyla, faizin sebep olduğu haksızlık ve eşitsizlik kumardan daha az değildir.
Faiz ve Gelir Dağılımı
Ekonomik açıdan faizin toplum üzerindeki en yıkıcı etkisi, diğer etkileri saklı kalmak üzere, gelir dağılımını onarılmaz bir şekilde bozması ile ortaya çıkmaktadır. Emek, sermaye ve üretim araçları faktörlerinin çeşitli oranlarda bir araya gelmesi ile yürütülen ekonomik faaliyetlerden doğan ürünün veya vukû bulan zararın bu faktörler arasında paylaşımı, gelir adaleti açısından büyük önem taşır. Faizli bir kredi işleminde sermayenin hakkı tesbit edilirken, krediyi kullanacak olan emeğin hakkı askıda bırakılır ve belirsizliğe mahkûm edilir. Sonunda ise, gelir dağılımında eşitsizlik kaçınılmaz hâle gelir.
Eşitsizlik ve haksızlıkların büyük kavgalara ve sosyal olaylara sebep olduğu ortadadır. İnsan hakları kavramının baş tacı edildiği bir dünyada, böylesine kötü bir gelir bölüşüm sisteminin uygar insanlığa yakıştığı söylenemez. Nitekim ünlü İngiliz iktisatçı John Maynard Keynes (1883″1946), sıfır faiz haddini uygar toplumlara yakıştırır ve faize karşı kâr/zarar ortaklığını önerir. Bu sebeple, faize bir insanlık problemi olarak bakmalı ve bu sistemin alternatifleri geliştirilmelidir.
Faiz, hasta ekonomilerin hem bir sebebi ve hem de bir tezahürü olduğuna göre, hastalığın şiddetine göre bunun tezahürü olan faiz oranı da değişecektir. Hastalığı ileri toplumlarda faiz oranı yüksek, nisbeten iyileşmiş olan toplumlarda ise düşüktür. Buna paralel olarak, gelir dağılımı da faiz oranı yükseldikçe kötüleşir, düştükçe gelir dağılımında düzelme görülür. Keynes’in yaklaşımıyla, uygarlık seviyesi ile faiz oranları ters orantılıdır.
Bununla birlikte, bugün nisbeten sağlıklı ekonomilerde görülen düşük faiz oranları, faizin özünde var olan haksız ve eşitsiz paylaşımı, yani gelir adaletsizliğini ortadan kaldırmamakta, sadece bir ölçüde hafifletmektedir. Bu, o ülkelerin faiz problemini hâllettiği anlamına gelmez.
Faiz ve Türkiye Ekonomisi
Faiz kıskacı, ülkemizin içinde bulunduğu, toplum ve ekonominin dengelerini sarsan etkenlerden biri hâline gelmiştir. Ülkemizde 1989’da toplanan verginin sadece % 32,3’ü faize giderken, bu oran 2000 yılında % 72,4 olmuştur. 2000 yılının ilk 7 ayındaki vergi gelirleri 14.3 katrilyon, bunun yanında tek başına faiz ödemeleri ise 14.2 katrilyon olarak gerçekleşmiştir. 2001 yılına gelindiğinde vergi gelirlerinin % 103’ü faize gitmiş, başka bir ifadeyle, vergi gelirleri sadece faiz giderlerini bile karşılamaya yetmemiştir. Rakamın ürkütücülüğü ortadadır. İstanbul Sanayi Odası’nın verilerine baktığımızda, ülkemizdeki 500 büyük sanayi kuruluşunun gelirinin yüzde 85’inin faaliyet dışı gelirler, yani faiz gelirleri olduğu görülmektedir. Böylesi bir ortamda, değil ekonominin sağlıklı yürütülmesi, sosyal ahlâkın bile sağlanması mümkün değildir. Sosyal yapımızda üretmeden tüketen parazit bir yapı oluşmuştur. Ankara Ticaret Odası’nın yaptığı hesaplara göre, Türkiye’nin 20 yılda faize ödediği para 200 milyar doları bulmuştur. Bu para, Türkiye’nin şu an tüm iç ve dış borçlarını kapatacak miktardadır.
Sonuç
Faizli bir işlemde, adına belli bir faiz oranı tesbit edilen sermaye, bu faiz oranı kadar kazancı garantileyerek işe başlamakta ve kazancı da bu faiz oranı ile sınırlanmaktadır. Emek ise, muhtemel bütün riskleriyle birlikte ancak bu faiz oranının üstünde bir kazanç sağladığı takdirde bir gelir elde edebilmekte, faiz oranının altındaki kazanç oranlarında ise zarar etmekte ve çoğu zaman yaşandığı gibi, büyük ihtimalle iflastan kurtulamamaktadır. Faiz, iki tarafıyla da kesen bir bıçak gibi, bazen sermaye sahibini bazen emek sahibini vurur. Faiz esaslı toplum, emek ve sermaye grupları olarak ayrışmaya ve önü alınmaz sürtüşme ve sosyal olayların yaşanmasına adetâ mahkûmdur.
Sermayenin üretkenliği, ona belli bir oran şeklinde faiz ödenmesinin sebebini açıklamaktan uzaktır. Gelecekte ne olacağının bilinememesine rağmen, sermaye sahibine ödenecek miktarın önceden tespit edilmesi demek olan faiz, kimin kazanacağı belli olmayan kumarı andırmaktadır. Faiz mantığını, ne ahlakî değerler ne de akıl ve sağduyu açısından kabul etmek mümkündür.
Faiz, ekonomik açıdan, her şeyden önce bir bölüşüm problemidir ve o, bölüşüm yollarından en kötüsüdür. Dolayısıyla çözüm, alternatif âdil bölüşüm sistemleri geliştirmektir.
Tarihin belli bir döneminde faizli işlemlerin ortadan kalktığı veya yok denecek kadar azaldığı Müslüman toplumlarda faize alternatif olarak günün ihtiyacına cevap verecek zenginlik ve çeşitlikte bir üretim teşkilâtı ve finans metotları geliştirilmiştir. Mudârabe, müşâreke, müzâraa, müsâkat, selem, istisna’, cuâle, murâbaha, vadeli satış, kiralama ve çok çeşitli versiyonları ile şirket türleri bunlardan bazılarıdır. (Yeni Ümit Dergisi, Sayı: 60, Prof. Dr. İsmail Özsoy)