1. İbrahim’in (aleyhisselâm) Duası, İsa’nın (aleyhisselâm) Müjdesi
Bir gün ashabdan biri Allah Resûlü’ne: “Yâ Resûlallah, biraz kendinizden bahseder misiniz?” der. Cevabının bir kısmında, Allah Resûlü şöyle buyurur: “Ben, İbrahim’in duası ve Hz. İsa’nın muştusuyum.”[1]
Kur’ân-ı Kerim iki ayrı âyetiyle bu hususa temas eder:
1) Hz. İbrahim (aleyhisselâm) şöyle dua etmiştir:
رَبَّنَا وَابْعَثْ فِيهِمْ رَسُولاً مِنْهُمْ يَتْلُو عَلَيْهِمْ آيَاتِكَ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُزَكِّيهِمْ إِنَّكَ أَنْتَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
“Rabbimiz! Onlara kendi içlerinden, Senin âyetlerini kendilerine okuyacak, onlara Kitap ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir elçi gönder. Yegâne Azîz ve Hakîm Sensin.”[2]
2) Hz. İsa’nın (aleyhisselâm) müjdesi:
وَإِذْ قَالَ عِيسَى ابْنُ مَرْيَمَ يَا بَنِي إِسْرَائِيلَ إِنِّي رَسُولُ اللّٰهِ إِلَيْكُمْ مُصَدِّقاً لِمَا بَيْنَ يَدَيَّ مِنَ التَّوْرَاةِ وَمُبَشِّراً بِرَسُولٍ يَأْتِي مِنْ بَعْدِي اسْمُهُ أَحْمَدُ فَلَمَّا جَاءَهُمْ بِالْبَيِّنَاتِ قَالُوا هَذَا سِحْرٌ مُبِينٌ
“Hatırla ki, Meryem oğlu İsa, ‘Ey İsrailoğulları! Ben size Allah’ın benden evvelki Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamberi de müjdeleyici olarak gönderdiği peygamberiyim.’ demişti. Fakat o, kendilerine apaçık deliller getirince ‘Bu, aşikâr bir büyüdür.’ dediler.”[3]
Evet, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), sürpriz olarak ortaya çıkmış biri değildir. O daha gelmeden asırlarca önce haber verilen ve gelmesi bütün cihan tarafından beklenen bir nebidir.
O’nun nübüvvetine en büyük delil, mucizeliği ebedî olan Kur’ân‑ı Kerim’dir. Evet, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’da yüzlerce âyet, İki Cihan Serveri’nin hak nebi olduğunu dile getirmektedir. O’nu bütünüyle inkâr edemeyen bir kişinin, Efendimiz’in risaletini inkâr etmesi asla mümkün değildir. Ancak biz başlı başına müstakil bir mevzu olan o hususa şimdilik girmeyeceğiz. Zaten yeri geldikçe, peyderpey delil olarak müracaat ettiğimiz âyetleri arz ederken, bu mevzu da kısmen anlatılmış olacaktır.
2. Tevrat’ın Müjdeleri
Biz bu bölümde, yüzlerce defa tahrife uğramasına rağmen, içinde hâlâ Allah Resûlü’ne işaret ve bişaretler taşıyan, Tevrat, İncil ve Zebur’dan bazı kısımları nakletmek istiyoruz. Meselenin tafsilatını, mevzu ile doğrudan alâkalı müstakil eserlere ve bilhassa, Hüseyin el-Cisr’in “Risale-i Hamîdiye”sine havale ederek, burada sadece mühim gördüklerimizden bazılarını arz edeceğiz.
A. Fârân Dağları
1944 senesinde Londra’da basılan Tevrat’ın Arapça tercümesinden bir âyet: “Allah insanlığa Sînâ’da teveccüh etti. Sâîr’de tecellî buyurdu. Fârân dağlarında zuhur edip kemaliyle ortaya çıktı.”[4]
Yani Allah’ın (celle celâluhu) rahmeti ve insanlığa olan merhameti, ihsanı, Hz. Musa’nın (aleyhisselâm) Cenâb-ı Hak’la mükâlemede bulunduğu Sînâ’da zâhir olmuştur. Bu rahmet, o devrede Hz. Musa’ya verilen nübüvvettir. Sâîr, Filistin’dir. Orada Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti vahiy yoluyla gelip Hz. İsa’yı ve çevresindekileri bürümüştür. Aynı zamanda Hz. Mesih, Rabb’in tecellîlerine mazhar büyük bir peygamberdir. Çokları tecellî ile zuhuru birbirine iltibas ettiklerinden bu meselede de karışıklığa düşmüşlerdir. Evet, onda tecellî eden nefha-i ilâhîdir. Fârân dağlarında ise, Cenâb-ı Hak, sırr-ı ehadiyet ve makam-ı ferdiyetle zuhur etmiştir. Fârân Mekke’dir. Çünkü Tevrat’ın başka bir yerinde, Hz. İbrahim’in, oğlu İsmail’i Fârân’da bıraktığı anlatılmaktadır. Öyleyse, Tevrat’ta geçen Fârân’dan maksat Mekke’dir. Sırasıyla bu âyette üç nebiden bahsediliyor. Bunlardan birincisi Hz. Musa, ikincisi Hz. İsa (aleyhisselâm), üçüncüsü ise Son Peygamber, İki Cihan Serveri Hz. Muhammed Mustafa’dır (sallallâhu aleyhi ve sellem).
Tevrat’taki âyetin devamında şu ifadeler var:
وَمَعَهُ أُلُوفُ اْلأَطْهَارِ، فِي يَمِينِهِ سِنَّةِ النَّارِ
“O’nun yanında binlerce tertemiz, pırlantamisal ashabı olacaktır. Ve sağ elinde ateşten iki ağızlı balta bulunacaktır.” Bu ibareden, O’nun cihada memur olacağı anlaşılmaktadır.
Malumdur ki Allah Resûlü, vahyin bidayetinde Hira dağında bir mağaraya çekilir ve orada kendini tefekkür ve ibadete verirdi. İlk vahiy bu dağda gelmişti.[5] Fârân eğer Mekke değilse başka neresi olabilir ki, oradan İslâm dini gibi bir din zuhur edip şarka-garba yayılmış olsun. Dünyada böyle bir yer mevcut olmadığına göre, Tevrat’ta geçen Fârân, Mekke’ye işarettir. Ayrıca yukarıda da belirttiğimiz gibi, Tekvin’in 21. âyetinde geçen ve Hz. İsmail’in yerleştiği yeri anlatan “Fârân’da yerleşti.” ifadesi, dediğimizi ispatlayan en büyük ve en açık bir delildir. Aksini iddiaya da kimsenin gücü yetmeyecektir. Bu mevzuda yapılan itirazlar ilmîlikten uzak, indî mülâhazalardır. Hele âyetin sonundaki ashab ve cihada memur olmaya işaret eden kısımlar hiçbir tereddüt ve şüpheye meydan vermeyecek şekilde, o zâtın Hz. Muhammed Aleyhisselâm olduğunu göstermektedir.
B. Hz. İsmail Soyundan
Tevrat’tan ikinci âyet: Cenâb-ı Hak, Tevrat’ın bu âyetinde Hz. Musa’ya hitaben şöyle demektedir: “Onlar için (İsrailoğullarının) kardeşleri arasında senin gibi bir peygamber çıkaracağım, sözlerimi O’nun ağzına koyacağım ve O’na emrettiğim her şeyi onlara söyleyecek.”[6]
19. âyet de bunu tamamlar mahiyettedir:
وَمَنْ لَمْ يُطِعْ كَلاَمَهُ الَّذِي يَتَكَلَّمُ بِهِ بِاسْمِي فَأَنَا أَكُونُ الْمُنْتَقِمَ مِنْ ذَلِكَ
“Benim ismimle söyleyeceği sözlerine itaat etmeyenlerden bizzat Ben intikam alacağım.”
Bu âyetteki İsrailoğulları’nın kardeşi tabiriyle Hz. İsmail’in soyundan gelecek bir peygambere işaret edilmektedir ki, Hz. İsmail’in neslinden geldiği bilinen tek peygamber, Efendimiz Hz. Muhammed Aleyhisselâm’dır. Ayrıca O da Hz. Musa (aleyhisselâm) gibi bir şeriatla gelecektir. Diğer taraftan, bu âyette gelecek peygamberin “ümmî” olacağı belirtilmektedir.
İtaat etmeyenlerden alınacak intikam ise, dine ait müeyyidât ve ukûbat olmak gerektir ki, bu da ancak İslâm dininde vardır.
Tevrat’ta zikri geçen bu peygamberin Hz. İsa ve Hz. Yûşa (aleyhimesselâm) olma ihtimalleri ise kat’iyen mümkün değildir. Zira bu peygamberler İsrailoğullarındandır. Ayrıca birçok meselede Hz. İsa (aleyhisselâm) yeni herhangi bir hüküm getirmemiş, sadece Hz. Musa’ya (aleyhisselâm) ittiba etmiştir. Hz. Yûşa’nın ise Hz. Musa’ya benzemediği gün gibi âşikârdır. Çünkü o yeni bir şeriatla gelmemiştir. Hâlbuki “Doğrusu Biz size hakkınızda şahitlik edecek bir Peygamber gönderdik. Nasıl ki, Firavun’a da bir peygamber göndermiştik.”[7] âyeti de Hz. Musa ile Efendimiz arasındaki benzerliği beyan etmektedir. Aslında daha ötesinde bir delile de ihtiyaç yoktur.
C. Diğer Özellikleri
Tevrat’tan üçüncü âyet: Abdullah b. Amr b. Âs, Abdullah b. Selâm ve Kâ’bu’l-Ahbâr (radıyallâhu anhüm) ki, bunların üçü de geçmiş kitapları en iyi bilen insanlar olarak şöhret yapmış zatlardır. Kendi devirlerinde, o günkü kadar tahrife uğramamış Tevrat’ta şöyle bir âyet bulunduğunu naklediyorlar:
يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ إِنَّا أَرْسَلْنَاكَ شَاهِداً وَمُبَشِّراً وَنَذِيراً وَحِرْزاً لِلْأُمِيِّيّنَ أَنْتَ عَبْدِي وَرَسُولِي سَمَّيْتُكَ الْمُتَوَكِّلَ لَيْسَ بِفَظٍّ وَلاَ غَلِيظٍ وَلاَ سَخَّابٍ فِي اْلأَسْوَاقِ وَلاَ يَدْفَعُ بِالسَّيِّئَةِ السَّيِّئَةَ وَلَكِنْ يَعْفُو وَيَغْفِرُ وَلَنْ يَقْبِضَهُ اللّٰه ُحَتَّى يُقِيمَ بِهِ الْمِلَّةَ الْعَوْجَاءَ بِأَنْ يَقُولُوا لاَ إِلَهَ إلاَّ اللّٰهُ
“Ey Nebi! Biz seni şahit, müjdeleyici, uyarıcı ve ümmîlere sığınak olarak gönderdik. Sen Benim kulum ve elçimsin. Sana “Mütevekkil” adını verdim. O haşin ve kaba değildir. Çarşılarda yüksek sesle bağırıp çağırmaz. Kötülüğe kötülükle mukabele etmez. Affeder, bağışlar. Allah O’nunla eğri bir milleti ‘Lâ ilâhe illâllah’ demek suretiyle doğrultuncaya kadar O’nun ruhunu kabzetmez.”[8]
Şimdi düşünelim: Tevrat’taki bu hitap kimedir? Derinlemesine bir tahlile ihtiyaç dahi duymadan, âyetin zâhirî mânâsı bu hitabın gelecek bir peygambere ve peygamberler içinde bizzat Hz. Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) yapıldığını göstermektedir. O, bütün insanlığa gönderilmiş bir peygamberdir. Ve bu mevzuda sanki âyet O’na şöyle demektedir:
Seni bütün insanlığa, doğru yolu müjdeleyici ve onları eğri yolun encâmından da sakındırıcı bir beşîr ve nezîr olarak gönderdim. Sen fenalıklara göğsünü gerecek ve insanların, gidip Cehennem çukurlarına düşmelerini engelleyeceksin. Aynı zamanda bu eğri büğrü, dolambaçlı yollarda karanlık içinde kalmışlara, bir ışık olacak ve ellerinden tutup, onları Cennet’e ve Cemalullah’a kavuşturacaksın.
Seni cahiliye devrinin ümmî cemaatine bir hırz, bir sığınak olarak gönderdim. Sana uyandıkları zaman korunacak ve kollanacaklar.. ve yine Sana dayandıkları müddetçe varlıklarını sürdürebilecekler…
Sen Benim kulum ve resûlümsün. –Evet, bizler de Tahiyyat’ımızda hep O’nun kulluğunu ve risaletini dile getiriyoruz– Ben sana “Mütevekkil” adını koydum. Cihan senin karşına dikilse ve sen de onlarla yaka paça olmak zorunda kalsan, yine zerre kadar sarsıntı geçirmezsin. Evet, her peygamberin kendine göre bir tevekkül ufku vardır. Ama sen bu hususta bir başkasın. Onun içindir ki, Ben sana “Mütevekkil” dedim.
Sonra da hitap gayba dönüyor ki buna “iltifat” diyoruz:
“O öfkeli, etrafını kıran bir nefret insanı değildir. Aksine O bir edep, vakar, ciddiyet ve temkin insanıdır. O, sokaklarda bağırıp çağırmaz. Çünkü bu tür dikkat çekme gayreti, bir zaaf ve bir gurur alâmetidir ki, O böyle mezmum sıfatlardan münezzeh ve müberradır.”
Kötülüğe asla kötülükle mukabele etmez. Bir bedevi gelir, cübbesinden tutup sarsar ve küstahça “Hakkımı ver!” derdi de sahabeyi çıldırtan bu türlü hareketler, o şefkat âbidesini tebessüm ettirir ve “Bu adama istediğini verin!” buyururdu.[9] Evet O, en affedilmez suçları dahi affederdi. Yeter ki o mevzuda, şeriatın emirlerine muhalefet söz konusu olmasın. Düşünün bir kere, kendisine bunca kötülük yapan Mekkelilere, hem de her şeyi yapabileceği o gün ne demişti: “Gidiniz, hepiniz hürsünüz!”[10]
Eğri bir yolda ve cahiliye hayatı yaşayan insanlar, O’nun getirdiği nurla istikametlerini elde edecekleri âna kadar Allah (celle celâluhu) Habibini yanına almayacaktı ve almadı da. O’nun Refîk-i A’lâ’ya yükselişi, din tamamlanıp O’nun vazifesi sona erince olacaktı. Yetiştirdiği insanlar, hakkıyla O’nu temsil edecek seviyeye gelince, O, insanlar arasından ayrılıp Hakikî Dost’un huzuruna gidecekti. Çünkü dünyaya ait vazifesi ancak o zaman bitmiş olacaktı.
Evet, Tevrat O’nu böyle anlatıyordu, O da vakti gelince hayat-ı seniyyeleriyle bunu temsil ediyordu. Doğrusu orada anlatılanlar, bizzat Allah Resûlü’nün yaşadığı hayat tarzıydı. Öyleyse Tevrat’ın bahsettiği bu şanı yüce nebi kimdi? Tarihte bu anlatılanlara denk hayatı olan bir başkası var mıydı? Elbette ki hayır! Öyle ise bahsedilen insan ancak Hz. Muhammed Aleyhisselâm’dı..!
3. İncil’in Müjdeleri
A. Faraklit
Yuhanna İncili’nden bir âyet: “Mesih: ‘Ben, benim ve sizin Rabbinize gidiyorum. Ta ki size Tevil’i getirecek olan Faraklit’i göndersin.’ dedi.”[11]
Faraklit, hakkın ruhu, hak ile bâtılı birbirinden tamamen ayıran mânâlarına gelir. Evet, Allah Resûlü, hakkın ruhudur. Çünkü ölü kalbler ancak O’nun getirdiği hak ile hayat bulmuştur. O, insanların hidayete ermesi için kendini feda edercesine bir mücadele vermiştir ki; hak ile bâtılın birbirinden ayrılması, ancak böyle bir mücadele ve mücahede sonucu vuku bulmuştur. İşte Hz. Mesih’in haber verdiği bir Faraklit gelmiştir. O da Allah’ın (celle celâluhu) son elçisi İki Cihan Güneşi Hz. Muhammed’dir (sallallâhu aleyhi ve sellem).
Yuhanna İncili, 14. bab, 15 ve 16. âyetlerde şöyle deniyor:
“Eğer beni seviyorsanız, emirlerimi tutarsınız. Ben Rabb’e yalvaracağım ve O size başka bir tesellici, hakikat ruhunu (Faraklit) verecektir; ta ki daima sizinle beraber olsun.”
Şimdi de sırasıyla şu âyetlere bakalım:
“Faraklit, öyle bir Ruhu’l-Kudüs’tür ki, Rab O’nu benim ismimle (yani peygamber olarak) gönderecektir. O size her şeyi öğretecek ve benim size söylediklerimi de tekrar hatırlatacaktır.”[12]
“Faraklit geldiğinde benim için şahitlik edecektir ve siz de bana şahitlik edersiniz.”[13]
“Ben size hakkı söylüyorum. Benim gitmem sizin için hayırlıdır. Çünkü ben gitmezsem Faraklit size gelmez. Ama ben gidersem O’nu gönderirim.”[14]
“Faraklit geldiğinde bütün âlemi, hataları sebebiyle kınar ve onları terbiye eder.”[15]
İncil’in ilk gelişi İbranice’dir. Daha sonra Yunanca’ya tercüme edilmiştir. Bizim elimizdeki Arapça tercümeler ise, Yunanca’dan yapılan tercümelerdir. “Faraklit” ismi, Yunanca’ya yapılan ilk tercümelerde geçtiği için, İbranice asıllarında bu kelimenin karşılığı nedir onu bilemiyoruz. Faraklit, Yunanca bu kelimenin Arapça karşılığıdır. Yani ta’rib yoluyla Arapça’ya girmiştir. Ancak biz sadece bu kelime üzerinde durup meselemizi ona bina etmeyeceğiz. Belki, İncil’de müjdelenen gelecek nebinin bütün hususiyetlerinin Efendimiz’de tahakkukunu görmeye çalışacağız:
Peygamber âşığı bir zatın sözlerini serlevha edelim.. evet, Mevlâna Hazretleri ne güzel söyler:
Mustafa’nın (sallallâhu aleyhi ve sellem) sıfatları İncil’de vardı
O ki peygamberlerin reisi ve bir bahr-i safâydı
Hilyesi, şemâili, gazveleri, orucu ve yemesi
Hep teker teker İncil’de bulunmaktaydı.
B. Âlemin Reisi
Yuhanna İncili, Bâb: 14, âyet 30’da şöyle denmektedir:
“Mesih şöyle dedi: Artık ben sizinle çok söyleşmem. Çünkü bu âlemin reisi geliyor. Bende asla O’nun nesnesi yoktur…”
Zebur, 72. bâb, 8. âyet ve devamında şöyle deniyor:
“O denizden denize ve nehirden zeminin müntehasına kadar saltanat sürecektir. Çöl ahalisi O’nun huzurunda diz çöküp düşmanları toprak yalayacaklardır. Tarşiş’in ve Adaların melikleri peşkeş (bâc) getirip, Şeba ve Şeba melikleri hediye takdim edecekler. Cümle melikler dahi O’na secde ve hep taifeler O’na kulluk edeceklerdir. Zira feryat eden fakire ve bîçâre ile yardımcısı olmayana O necat verecektir. Muhtaç ve fakire merhamet edip fukaranın canlarını halâs edecektir. Canları zulüm ve zorbalıktan kurtaracak, onların kanı kendi nazarında kıymetli olacaktır. Yaşayacaktır ve O’na Şeba, altınından verecektir. Ve O’nun için daima dua edip, O’nu her gün senâ edeceklerdir. İsmi ebedî olup, ismi güneş durdukça bâki kalacak ve adamlar O’nunla mübarek olacaklar. Milletlerin cümlesi O’na ‘Mübarek’ diyecekler.”
Yukarıda da temas ettiğimiz gibi, biz bu mevzua sadece istitradî olarak ve bir fikir vermek gayesiyle girdik. Meselenin daha fazla tafsilatına da girecek değiliz. Ancak şu kadarını ilâve etmeden de geçemeyeceğiz:
Haset ve kin, iliklerine kadar işlemiş bazı Yahudi ve Hıristiyanların dünden bugüne bütün tahrif gayret ve çabalarına rağmen yine de eldeki mevcut Tevrat ve İncil’de Allah Resûlü’nün peygamberliğiyle alâkalı bir hayli işaret ve bişaret bulmak mümkündür. İnşâallah, ileride tali’li tarihçilerimizin gayretiyle, Tevrat, İncil ve Zebur’un en az tahrife uğramış nüshaları bulunabilirse, zannediyorum hiçbir tevil ve tefsire ihtiyaç kalmadan Allah Resûlü’ne çok sarih işaretler bulunduğu, en âmi insanlar tarafından dahi görülecektir. Belki, Hıristiyanlığın tasaffi edeceğini haber veren hadislerde,[16] bu mânâya da işaretler vardır.
Diğer taraftan, Tevrat ve İncil’de bizzat Allah Resûlü ve O’nun ashabından bahsedildiği de Kitap ve Sünnet’le sabittir.[17] Dolayısıyla, bunu inkâra kalkışmak sapıklık ve küfürdür.
[2] Bakara sûresi, 2/129.
[3] Saf sûresi, 61/6.
[4] Tesniye, Bâb: 33, Âyet: 2.
[5] Buhârî, bed’ü’l-vahy 3.
[6] Tesniye Bâb: 18, Âyet: 18.
[7] Müzzemmil sûresi, 73/15.
[8] Buhârî, büyû 50; tefsir (48) 3; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/174.
[9] Buhârî, farzu’l-humus 19; edeb 68; Müslim, zekât 44.
[10] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 5/74; Taberî, Tarihu’l-ümem ve’l-mülûk, 2/161; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 9/118.
[11] Bâb: 14.
[12] Yuhanna, Bâb: 14, Âyet: 26.
[13] Yuhanna, Bâb: 15, Âyet: 26-27.
[14] Yuhanna, Bâb: 16, Âyet: 7.
[15] Yuhanna, Bâb: 16, Âyet: 8.
[16] Örnek olarak bkz.: Buhârî, enbiyâ 49; Müslim, iman 244, 245, 246, 247.
[17] “Onlar ki yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o Elçi’ye, o Ümmî Peygamber’e uyarlar…” (A’râf sûresi, 7/157)
“Muhammed Allah’ın resûlüdür. O’nun beraberindeki mü’minler de kâfirlere karşı şiddetli olup kendi aralarında şefkatlidirler. Sen onları rükû ederken, secde ederken, Allah’tan lütuf ve rıza ararken görürsün. Onların alâmeti, yüzlerindeki secde izi, secde aydınlığıdır. Bunlar, Tevrat’taki sıfatları olup İncil’deki meselleri ise şöyledir: Öyle bir ekin ki filizini çıkarmış, sonra da onu kuvvetlendirmiş, derken kalınlaşmış da artık gövdesi üzerinde doğrulmuş. Öyle ki ekicilerin hoşuna gider, kâfirleri de öfkelendirir. İşte böylece Allah, onlar gibi iman edip makbul ve güzel işler yapanlara bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.” (Fetih sûresi, 48/29)
Ayrıca bkz.: Buhârî, büyû 50; tefsir (48) 3; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/174. Tafsilat için bakınız: Süyûtî, el–Hasâisu’l-kübrâ, 1/26-44.