Risale-i Nur Külliyatından Emirdağ Lahikasının sonunda “Umum Nur Talebelerine Üstad Bediüzzaman’ın vefatından önce vermiş olduğu en son derstir” başlığıyla yer alan bir mektup var. 1960 yılının Ocak ayında Ankara’daki Beyrut Palas otelinde yapılan bu ders, Risale-i Nur’un düsturlarını özetleyen bir vasiyetname hükmündedir. Ders sırasında alınan notlar daha sonra düzenlenerek Üstad’a takdim edilmiş, tashihten sonra aynı günlerde neşredilmiştir.
Son ders olması itibarıyla önemli olan bu mektubun ilk paragrafında Üstad hazretleri bazı temel prensiplerden bahsediyor: “Bizim vazifemiz müspet hareket etmektir. Menfi hareket değildir. Rıza-yı ilâhîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i ilâhiyeye karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müspet iman hizmeti içinde her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.”
Asil ve izzetli bir fıtrata sahip olan Bediüzzaman, gücün hâkim olduğu durumlarda, adaletin tecelli etmesi için hiç çekinmeden ölümü göze alıp hayatını ortaya koymuştur. Ne var ki, İslam’ı ve Müslümanları ilgilendiren durumlarda izzet ve onurunu bir tarafa bırakmış, girdiği hapishaneleri medreseye dönüştürmüş, gördüğü işkencelere rağmen sabretmiş, beddua bile etmemiş ve bu mektupta bahsettiği prensiplere sadık kalmıştır. Vatan işgaline karşı talebeleri ile silahlanıp düşmana karşı savaşmış, zalimlere ve Kur’an’a dil uzatanlara karşı hakikati haykırmıştır.
Bir zehirlenme sonrasında yanındaki talebesine, “Belki hayatta kalamayacağım. Bütün mevcudiyetim vatan, millet, gençlik ve âlem-i İslâm ve beşerin ebedî refah ve saadeti uğrunda feda olsun. Ölürsem dostlarım intikamımı almasınlar.” demesi ortaya koyduğu düsturları hayatına mâl ettiğini göstermektedir.
Her biri için kitap yazılması gereken bu prensiplere köşe yazısı hacminde kısaca bir göz atalım:
- Müspet hareket etmek
Allah’ın emirlerini kılı kırk yararcasına, ciddi bir şekilde yerine getirmek er oğlu erlerin işidir. Pozitif düşünceye sahip olmak, zulüm görse de zulmetmemek kahramanlıktır ve böyle davranmak her Müslümanın karakterinin gereğidir. Bu durum savaş meydanında şehit olmaktan daha üstündür. Peygamber Efendimiz’in (sav) “büyük cihad” olarak isimlendirdiği böyle bir durumda insan dini için defalarca ölüp dirilir ve İslam’ın ayakta kalmasını sağlayacak şekilde temsil eder.
Müspet harekete dair Hocaefendi’nin şu ifadeleri Üstad’ın düşüncelerini teyit etmektedir: “Sükûtumuz, üslubumuza emanet.. misliyle mukabele, bizim kitabımızda zalimce bir kaide.. dövene elsiz, sövene dilsiz davranma, vicdanlarımızla aramızdaki mukavelenin gereği.. ne yapalım, Allah, ısırmak için bir diş, parçalamak için de vahşi bir pençe vermemiş, elimizden bir şey gelmez ki…! Ayrıca, herkes kendi karakterinin gereğini sergiler, karakterimize rağmen farklı bir tavır takınmayı kendimize karşı saygısızlık saydık ve böyle bir saygısızlığı irtikâp etmemek için, gürül gürül konuşacağımız bir yerde sadece yutkunmakla iktifa ettik.”
Her zemin ve zamanda yaşanacak olumsuzluklara ve tahriklere rağmen hizmet insanı, yanlış davranışta bulunmamalı, üslubunu bozmamalı, tutumuyla ideal bir Müslümanın nasıl olması gerektiğini göstermelidir. Ancak bu şekilde farklı düşünce yapısına sahip insanlarla arasındaki buzları eritebilir ve aradaki mesafeler kapatılabilir.
- Menfi harekette bulunmamak
Menfi hareket, “Dinî veya dünyevî düşüncelerini geliştirip başkalarına anlatmayı bırakıp, başkalarının benzer çalışmalarını engellemeye çalışmak” şeklinde tarif edilebilir. Taraftar kazanmak için başkalarını kötüleyen kişi hem günah işlemekte hem de kendisine taraftardan ziyade düşman kazandırmaktadır.
Allah, iddialara, süslü sözlere, gösterişli programlara göre değil, bunu yapanların niyet ve samimiyetine göre muamelede bulunur. İmtihan sırrı saklı olmak suretiyle, ihlaslı şekilde hakkı verilerek yapılan işlerin önüne çıkabilecek engelleri Allah bertaraf eder.
Allah ü Teâlâ, Maide suresinin 105. ayetinde “Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltmeye bakın! Siz hidayette olduktan sonra başkalarının dalâleti size zarar veremez.” demek suretiyle bize bir yol haritası çizmektedir. Gittiğimiz yol doğru mudur ve bu yolun hakkını verebiliyor muyuz? Eğer cevabımız olumlu ise Allah nezdinde bir kıymetimiz var demektir. Başkalarını kötüleyen, yollarına taş koyan ve onların yaptıklarını tahrip eden insanlar, kazanma kuşağındayken kaybetme vetiresine girmişler demektir.
- Allah’ın rızasına uygun şekilde iman hizmeti yapmak
Bediüzzaman, İhlas risalesinde iman hizmeti yapmanın esasını “Allah için işleyiniz, Allah için başlayınız, Allah için çalışınız ve O’nun rızası dairesinde hareket ediniz. Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder.” şeklinde tarif etmektedir. Demek ki, iman hizmetinde, doğrudan doğruya ve sadece Allah’ın rızasını esas maksat yapmak gerekiyor.
Dine hizmet ederken beklenen neticeye hemen ulaşmak mümkün değildir. Yumurtanın civcive dönüşmesini bile haftalara yaymak suretiyle bize ilahî bir ahlakı gösteren Allah, iman hizmetinin semere vermesini de yıllara vabeste kılmıştır. Efendimiz (sav) bile, yirmi üç yıllık vazifesiyle netice almışken bizlere düşen sebeplere riayet ederek dinimizin i’lâsı için koşuşturmak ve ardından tevekkül etmektir.
Yarınların nelere gebe olduğunu bilemeyiz ve bundan da sorumlu değiliz. Bizler hayatta olduğumuz sürece yaptıklarımızdan ve yapmadıklarımızdan sorumluyuz. İnsanlara faydalı olmak, bozulanı onarmak, hep ıslahçı olmak ve her şeyin yaratılış gayesine uygun şekilde devamını sağlamak iman hizmetinin gereğidir. Hz. Âdem’in (as) dünyaya gelmesiyle başlayan bu iş, kıyamete kadar devam edecektir. Bize düşen bu işin bir ucundan hakkını vererek tutabilmek ve Süleyman Nazif gibi, “Bu ümit benimle olduğu müddetçe üç yüz sene, dört yüz sene, beş yüz sene beklerim!”diyebilecek kadar azimli ve kararlı olmaktır.
- Allah’ın işine karışmamak
Hakiki mü’minin, muhatap olduğu herkese kazandıracağı bir şeyler vardır; kimine kâmil iman, kimine ihlaslı yaşama, kimine de kalbin zümrüt tepelerinde seyahat… Allah’ın adını duyurma amacıyla yapılan bu işler için o, gerekirse ölmeyi göze alır. Hırsa kapılmadan, kul hakkına girmeden ve insanları zorlamadan yapılmalı cihad, yoksa Allah’ın işine karışılmış olur.
Herkesi kendi konumunda kabul ederek, ulaşılan noktayı yeterli görmeden, daha iyisini hedefleyerek “Daha yok mu Allahım?” diyerek ve iktidar/idare kavgası vermek yerine gönüllere girme mü’minin derdi olmalıdır. Bunu, Allah’a yakın olmanın bir yolu olduğu şuuruyla ve samimiyetle yapmak gerekir. Aynı zamanda tevekkülün hakkını vererek, edep dairesi içinde, gösterişsiz ve gürültüsüz…
Bugüne kadar kavlî ve fiilî dua eşliğinde her işini Allah’a bağlayanlar hüsrana uğramamış, başka kapılardan menfaat dilenenler de hep kaybetmişlerdir.
“Bırak biçâre feryâdı, belâdan gel tevekkül kıl.
Zira feryâd; belâ-ender, hatâ-ender, belâdır bil.
Belâ vereni buldunsa, atâ-ender, safâ-ender, belâdır bil.
Bırak feryâdı, şükür kıl, mânend-i belâbil, demâ keyfinden güler hep gül mül.
Ger bulmazsan; bütün dünya cefâ-ender, fenâ-ender, hebadır bil.
Cihan dolu belâ başında varken, ne bağırırsın küçük bir belâdan, gel tevekkül kıl.
Tevekkül ile belâ yüzünde gül, tâ o da gülsün.
O güldükçe küçülür, eder tebeddül.”
- Asayişi muhafazaya çalışmak
Kaos ve kargaşa, huzur ve mutluluk doğurmaz. Aklı başında olan hiç kimse toplumu felakete götürecek şeyler yapmaz. Anarşinin hüküm sürdüğü, hak ve hukukun ortadan kalkıp gerginliğin tırmandığı bir ortamda hiç kimseye hiçbir şey anlatılamaz, çünkü kafalar başka şeyle meşgul olduğu için hak ve hakikati dinleyecek bir zemin artık ortada yoktur.
İnsanların iyiliğini düşünen Müslümanların, asi olması ve anarşiye sebep olması söz konusu olamaz. Zira onlar asayişin bekçileridir; her şeyi belli bir ahenk ve disiplinle, huzur içinde yaparlar. Herhangi bir karışıklık durumunda ise “eliyle, diliyle veya gönlüyle” müdahale eder.
İslam’da kuvvet ve silah esas değil, insanlar arasında asayişi temin etmek ve harici düşmanı caydırmak için kullanılan araçlardır. Bu araçlar, Efendimiz’in (sav) uygulamalarında olduğu gibi, Allah’a isyan eden, zulümden beslenen ve kendisini “seçilmiş kişi” olarak görenlere karşı, adaletin sağlanması, hürriyetin devamı ve acıların dindirilmesi için kullanılmıştır.
Allah’ın yolunda olduğunu iddia edenler, nelere maruz kalırlarsa kalsınlar, başlarına gelecek her şeye sabır ve tevekkülle karşılık vermelidir. Derdi “yaşatma zevki” olanlar, bulundukları yolun hakkını vermeli, yobazların engellemelerine takılmamalı, çevresine tebessümler yağdırarak gönüllere girmenin yolunu aramalıdırlar.
Efendimiz’in (sav) hayatını hatırlayalım; yüzüne tükürüldü, alay edildi, hakaret ve işkencelere maruz kaldı, başına işkembe kondu, taşlandı, öldürülmeye çalışıldı, yurdundan çıkarıldı, dişi kırıldı, eşine iftira atıldı… Bütün bunlara karşı O ne yaptı? Sabretti, müsamaha ile karşılık verdi, tahammül etti, şefkat gösterdi, affetti, “Yâ Rab, bilmiyorlar, onları af ve hidayet et.” diye yalvardı, Cennet’i bırakıp yine onların arasına döndü…
Kaynak: Mehmet Ali Özcan-TR724